11 Ağustos 2012 Cumartesi

ZAHİRİN HAKKI BATININ HAKKI

Zahirin de batının da üzerimizde hakkı vardır. Zira Zahir de Batın da Allah'ın isimleridir. Birilerini "Bunlar ehli Zahir" diyerek küçümsemek mümine yakışmaz, zira fark etmeden küçümsediği Allah'ın bir ismidir.

Üstelik İbn'ül Arabi de der ki "Dünyada hüküm zahirindir" Yani bu dünyada ism-i Zahir ism-i Batın'dan daha fazla söz sahibidir. Burası Zahir isminin tecelligahıdır, Eşyanın, fiillerin zuhur ettiği, Batının ise kendini o Zahir ile gösterdiği bir alemdir. Elbette kendisine tüm isimler verilmiş olan insanın bir tek isimde kalması eksiktir. Bir isimden diğer isimlere, Zahir'den Batın'a gidilmelidir. Ancak bu zahiri birden ya da peyderpey bırakarak değil, Zahir ile beraber Batın'ı da idrak ederek olur.

Zahir ve Batın iki kanat gibi eşdeğer ve dengeli olduğunda insanı ulaşması gereken menzile ulaştırır.

Üstelik zahirin de batının da konuşulacağı veya hükmünün icra edileceği yerler vardır. Şeriat lisanı gereken yerde tarikat lisanı ile konuşmak, tarikat lisanının icab ettiği yerde ise şeriat lisanında diretmek en basitiyle hikmetsizliktir, neyi nereye koyacağını bilememektir.

Derler ki büyüklerden biri Hallac'ın idamı esnasında tekkeyi sembolize eden hırkayı çıkarmış ve medreseyi sembolize eden cübbeyi giymiş.

Bazen susulacak yerde konuşmak, konuşulacak yerde susmak başların gitmesine sebebiyet verebilir, yahut bir sürü insanın, sırf sizi anlamadıkları için, doğru bildiklerini zannettikleri yerden, belki de hasbi bir biçimde Allah rızası gözeterek sizi taşlamalarına neden olabilir. Çünkü "Hakkın hatırı alidir hiç bir hatıra bakılmaz" Taşlayanlar da belki Hakkın hatırı için taşlarlar. Hatta belki de sizi gerçekte taşlayan hükmüne riayet etmediğiniz, hafife aldığınız ism-i Zahir'dir.

 Ancak "Hak birdir ama tadat eder". Her tabakada hakkın görünümü ayrı ayrıdır.İnsan da her bir mertebe yükselişte hakikati algılayışı değişir. Belki sizin söylediğiniz de bir hakikattir, ama onu söylememeniz gereken yerde sarf ettiğiniz için anlaşılma, tasdik edilme ihtimaliniz yoktur.Aslında böyle isabetsiz bir söz ya da davranış seçimi sizin insanlara ulaştırabileceğiniz nice hakikatin de perdelenmesine, insanların sizden sadır olan hataya bakarak onlara da şüphe ile yaklaşmasına yol açar. Bu tür bir hikmetsizlik belki velayete zarar vermeyebilir, ancak peygamber varisliği denilen tebliğ, temsil ve imamlık vazifesine zarar verir.

Bir topluma bir konuda söz söyleyecek durumda iseniz, bu imkan size verilmişse ya bunu usulüne uygun yapacaksınız, ya da varislik görevini bırakacaksınız.

Hikmetsiz davranıp, içi dışa dışı içe çevirip milleti galeyana getirmek eğer kişinin aklı başında ise, sekr halinde değilse bir vebaldir.

Hikmet aynı zamanda anlayabilene anlayabileceği seviyede söz söylemektir. Bu politik davranmak değildir, zira sözün de mertebeleri vardır. Muhataba uygun söz, haktır. Ancak hak, salt o parça sözden ibaret olmayabilir.

El Hakim Allah'tır. Kul her yerde her zaman hikmetli davranamayabilir. Ancak elden geldiğince, güç yettiğince  her durumun, her makamın, her yerin, her ismin hakkını vermeye çalışmak gerek. Veremediğimizde ve bize tepki gösterildiğinde de "Bunlar beni anlamadılar, yazık cahiller" demek yerine "Ben hikmetsiz davrandım, bu tepkiyi aslında ism-i Hakim'den bir ceza olarak aldım" demek gerek. "Toplum nazarında yaptığım hatayı yine toplum nazarında tevbe ile temizlemem gerek" demelisiniz.

9 Ağustos 2012 Perşembe

Koparma, çöz...

Alemde her şeyle bir ilişki kurar insan.
Kalbinde sayısız ipler, halatlar, incecik lifler, sicimler, çeşitli kalınlık ve ebatta, kimi uzun kimi kısa bağlar tutunur eşyaya insanlara.
Kalbin bazı bağları kısadır yakın durur insan böylesine bazısı uzundur uzaktandır alakası.
Kimi ince kimi kalındır iplerin, çünkü kiminde sayısız sebep vardır iki şeyi irtibatlı kılan, kiminde bir veya birkaç sebep.
Bağlar kurulurken fark etmez bile insan, bir cezbe çeker onu, bir meyl yakalar. Tutar rabt eder o şeye.

Bazen de bağlarımız kopar. Bu fark edilmeyecek bir şey değildir. Sizi birine bağlayan bir şeyin aniden kopması ya da sizin tarafınızdan koparılması, hem sizde hem bağlandığınız şeyde iz bırakır. Sizden bir parça onda kalır, ondan bir parça sizde. Koparılan bağların yaraları çok kanar, bazen iyileşir bazen hep sızlar.

Bu yüzden koparmamak, çözmek gerek bağları. İlmik ilmik bağlanırken hissetmediğimiz latiflikte çözmek.
Adım adım, tel tel, ne kendi canınızı ne de bağlandığınız ve bu yüzden vefa duymanız gereken canı yakmadan.
Ama mutlaka çözmek gerekir her bağı, zira sizi yerdeki eşyayla bağlayan her bağ, güzel ya da çirkin, esaretinizdir. Bazı esaretler sevilir, bazı prangalar gönüllüdür, bazılarına perçemimizi biz sunarız, ama yine de esarettir. İnsan şeylere esir olsun diye yaratılmamıştır.

Bağı koparmamak ama çözmek için bilgi gerekir. Koparmak bir anlıktır, şiddetle ve celalledir. Çözmek ise tedricidir, yavaş yavaştır, her adımı bir bilgi yönlendirir. Koparmak bitkiyi kökünden kesmek gibidir, çözmek ise onu dikkatlice söküp başka bir yere taşımak. İlki ölümdür ikincisi hayat.

Bilmek gerek, bizi ona ne bağladı. Bilmek gerek, aramızdaki irtibat nedir. Kanaatim şu ki insan bir yere bir şeye boş yere bağlanmaz. İnsan fakrı ile bir şeye bağlanır. İhtiyacıdır onu o şeye rabt eden. Mayasıdır, aslıdır onun kalbine o kimseden kement atan. Ayn-ı sabitenizdir, Rabb-i Hass'ınızdır sizi o mecladan çağıran. Bugün orada parlar, sizi cezb eder, bir miktar yürütür, başka gün başka bir mecladan seslenir, siz hep bu çağrıya icabet edersiniz.
Öyle ya, "Sizi hayat veren bir çağrıyla çağırdıklarında Allah ve Rasulü'ne icabet edin".
Hayat veren çağrı her birimize başka bir esma-yı ilahiden, her birimiz için başka bir sıfat-ı nebiden gelir.

Biz birine bir şeye onda Allah'tan bir cilve, Rasulullah'tan bir ses duyduğumuz için bağlanırız. Yoksa neden birinin önünde diz kıralım, boyun eğelim. Boyun eğilen şey, fıtratımızın ihtiyacına tam tevafuk, kalbimizin hissiyatına tam tetabuk eden şeydir. Kimden gözüküyorsa ona uzanır ellerimiz. Muhtacız, bunda utanacak bir şey yok. Bu bizim yapımız.

Peki madem bizi çağıran kutsidir, ruhumuzun icabet ettiği ulvidir, neden bağı çözelim ki?

Çünkü biz bizi bağlayanın O olduğunu bilmiyoruz.

Bilmek, bağı çözmektir zaten, ister o tecelligahı terk edin, ister yanında ikameti sürdürün, bağınızın Ondan olduğunu anladığınızda siz artık eşyaya, insana değil Hakk'a bağlanmış olursunuz. Bağınız artık ister yatayda ve arzi, ister dikeyde ve semavi olsun, yerdekiler gibi göktekiler de Onu arar, siz de yerde de gökte de Ona tutunursunuz. Ulvide de süflide de hacetinize cevap veren Odur. Seslenen Odur.

Seslenişini duyarsanız, gayrı nereden seslenirse seslensin gitmenizde bir mahzur yoktur, Artık bağlarınızı o kurar, O çözer, sizin yapacağınız bir şey yoktur.

Çekeceğiniz bir acı da yoktur.




8 Ağustos 2012 Çarşamba

 O SEVDİĞİNİ ÖLDÜRÜR, DİYETİ DE ODUR.

Allah'ın Vahid-ül Kahhar olduğunu, Ondan başka her şeyin yok hükmünde olduğunu anladığın an kıyametin kopmuştur.
Kıyamet anı dehşet anıdır. Neye elini atsan toz olduğunu gördüğünde dehşete düşer insan.
Tutunacağı bir kendi de kalmaz, kendi de tozlara karışır.
Ne elinden çıkan işin, ne bildiği bir şeyin, ne insanların nazarındaki yerinin bir kıymeti kalır.
Tozlar tozlara, küller küllere karışır.
Bakar ki bağları koparan, kesilmesi gerekeni kesip atan O'dur.
Alışageldiği esaretten kurtuluşuna devirmektedir gözlerini.
Kopan boyunduruklarıdır. Kırılan zincirleridir.
Bu Kahhar'ın ikramıdır.
Yok hükmünde olanı yok eder, değersiz olanı gösterir, siler süpürür, geriye hiçlik kalır.
Hiçlik, vech-i Baki'nin idrak edildiği yerdir.
Kahreden Bakidir.
Her şeyin Ona bakan yüzü Bakidir.
Sendeki Ona ait şey Bakidir.
Sorar sana kıyametinde, "Mülk kimin?"
Senin Ya Rabbi, dilediğini alır dilediğini verirsin, her şey senin elindedir.
Maksatların maksadı Sensin, yolumuz, kıblemiz Sensin.
Yoldaşımız, Rehberimiz Sensin.
Yola bıraktığın latif hediyeler, mekanlarında konaklattığın Mihmandarlar Senden gayrı değildir.
Senden olmayanın, Sen olmayanın, bende de olsa hükmü yoktur.
Senden başka kimsenin bir kıymeti yoktur.
İçimdeki boşluktan, varlığımdaki hiçlikten okuttuğun budur.

7 Ağustos 2012 Salı

Azadlık günlerindeyiz.
Cehennemden azad oluş günleri.
İnsana sıkıntı veren her bağdan kopma, yalnızca Allah'a bağlı olma idrakine varma günleri.
Fe firru ilallah deyip Ona kaçma.
Gayrı her şeye "la" deme, tenzih makamında Ona yönelme, eşyadaki tecellilerden bile yüz çevirme günleri bu günler.
Yoksa neden itikafa girilsin ki.
Halvette yalnızlıkla ünsiyet edilmez. Onunla ünsiyet edilir.
Bir kez Onunla halvette ünsiyet etmeli ki sonra halk içinde de Onunla olunabilsin.
Yoksa nereden göreceğiz çeşit çeşit yüzlerdeki Onu.
Yalnız kalmazsak, bir başımıza, başımızı secdelerde dizine yaslayıp, Onu bulmazsak.
Yoksa yalnızlığa ünsiyet olmaz.
İnsan yalnızlığı sevmez. Ne bir başına, ne kalabalıktaki yalnızlığı...
Yalnızlık vahşettir. Yabancılaşmadır eşyaya, kendine, varlığa...
Ünsiyet ehlidir insan, üns'tür insanı mayalayan.
Ünsiyeti Allah'adır insanın.
Önce tenzih makamında Allah'a, sonra tüm varlıkta tecelli eden Allah'a.
Gördüğüm her şeyden önce Allah'ı gördüm diyebilmek için Hz.Ebu Bekir gibi, itikafa çekilmeli.
Yar ile baş başa kalmalı biraz.
Onu biraz daha tanıyıp her şeyde her yerdeki izini fark edebilecek kadar çekilmeli.
Eşyadan değil, insanlardan değil, kendi varlığından da çekilmeli insan.
Biraz yokluğu hissetmeli, hakikatini.
En azından denemeli.
Çünkü kendi yokluğunu hissetmeden Onun varlığını hissedemezsin.
Kadir gecesini mi arayacağız itikafta.
Kanaatimce bu bile bir perde, bir dolayım.
Bizi seksen yıl yaşatan geceyi mi arayacağız.
Seksen yıl yaşayıp da napacağız, Onsuz.
Biz Onu arayacağız.
Bir parça tecelli etse, bir parça yüz gösterse bize sonsuzlaşacağız.
 Şah damarımıza yakın bir yerlerde...

SÜKUT'UN HİKMETİ

Üzerinde susulan hikmeti öğreniyorum şimdi...

Bir söylenen hikmet vardır, söze takılır, dudaklardan dökülür, kulaktan kalbe işler.

Bir de susulan hikmet. Söylenmeyen, hal ile, suskunlukla anlatılan hikmet.

Söylenen hikmet daha ziyade muhakemenize hitap eder, susulan ise muhayyilenize.

Bu ikisini de öğrenmeden hikmet tamam olmaz.

İnsanların söylediklerine olduğu kadar sustuklarına, söylediklerinin ardına yahu sessizliğin içine gizlediklerine de bakılmalı.

Bir insan sizinle mütemadiyen konuşurken, sorularınıza cevap verir, şakalar yapar, coşkuyla anlatır, dikkate alırken, birden bire sustu, derin bir sessizliğe gömüldü ise, orada susulan hikmeti aramalısınız.

Orada sessizliğin anlatacağı çok şey vardır.

Hem muhatabınıza hem de onun Sahibine, ona susmasını emredene dair çok şey...

4 Ağustos 2012 Cumartesi

Tefrikaya dair...

Tefrika, aleme Hakkı unutarak bakmaktır.(Fütuhat-ı Mekkiye, cilt 9)

Bir bina düşünün tuğla tuğla inşa ettiniz, ancak çimentoyu unuttunuz, ne kadar çaba sarf etseniz de bir küçük rüzgarda binanın taşları kolayca birbirinden ayrılıverir. Hakk alemdeki çokluğu bir arada tutan, bir kılandır. Onu unuttuğunuzda, ne kadar dünya barışı, ne kadar insan hakları, ne kadar çevrecilik yaparsanız yapın, alemi mamur etmek için ne denli çabalarsanız çabalayın beyhudedir. Evet, çok emek sarf ettiniz, ama binayı yaparken çimentoyu unuttunuz.

Tefrika önce isimlerde ortaya çıktı der İbn'ül Arabi. Onları birbirinden farklı kılan anlamlarında. Sonra nispetlerle ve o nispetlerin kendilerini isimlere bağladığı eşya ile... Her bir eşya tanımlandı, her bir tanım, bir diğerinden onu ayıran tefrik eden şey oldu. Tanımlamak tefrik eder, ayırır. Bilgi ise tanımlamaya bağlıdır. Bilebilmek için ayırırız. Bilmek fark olmaksızın mümkün değildir.

Ancak eşyayı, nispetleri, isimleri birleştiren, cem eden onların her birinin kaynağı, aynı, kendisine nispet edildiği Zattır. O birdir, Onun birliği sayesinde her şey birlenir. Eşya toplanır, isimler toplanır. İnsanın varlığının tabakaları, latifeleri, bedeni, nefsi, ruhu, hayali aklı toplanır.

Allah kendisine nasıl dirilttiğini soran İbrahim'e dört kuşu örnek verdi. Dört kuş dört unsura benzer. Onları dört dağa dağıttı ki bu dört dağ dört sıfattır. Hayat, ilim, irade, kudret. Bu dağ gibi sıfatlar sayesinde dağılmış varlık toplanır ve canlanır. İbrahim'e onları çağırmasını söyledi, burada İbrahim Hakkın gören gözü işiten kulağı olduğu kimsedir. Hak İbrahim'den tecelli eder. İbrahim dağılıp parçalanmış kuşları çağırır, kuşlar toplanır ve uçarak ona gelirler. Bir zat dört sıfatın ortasında durur, birbirine karışmış dört unsuru çağırır. Bu birlik dirilme için hayat için varlık için şarttır.

Kendimizi darmadağın hissediyorsak, her bir parçamız bir dağın başına savrulmuş gibiyse, toparlanamıyorsak, Onu hatırlama, Onu zikretme zamanıdır, belki O bizde de hayat, ilim, kudret ve iradesi ile tecelli eder, bizi de çağırır da toparlanırız.

Ne diyordu "Anarsanız anarım sizi" Evet, çağırırsak O da bizi çağırır, çağırırsa toparlanırız. Canlanırız.


SUSMA MAKAMI


İnsanı meleklerden ayıran şey, bilmektir.
Melekler Allah'ı bizden daha iyi tesbih ederler.
Biz Allah'ı onlardan daha iyi biliriz.
Övünmek yok, sadece Allah öyle murad etmiş.



Bilmek bir yolculuk. Bu yolculukta bilinenlerin çoğaldığı ve birbirleriyle çelişen ama doğruluğundan da şüphe edilemeyecek bilgilerin etrafta cirit attığı bir yere gelinir, diyorlar. Hayret makamı. O zaman insan teşbihle tenzih arasında, var’la yok arasında, dır’la değildir arasında kalakalır. Hem odur doğru, hem de budur. Allah hem Mün’im’dir nimet verir, hem Darr’dır zarar verir. Bir yandan Yükselten bir yandan Alçaltan’dır. Bir yandan Hidayet eder bir yandan Saptırır. Esma birbiriyle çelişir. Hakikatler birbiriyle çarpışır. Buna bir tek insan dayanabilir.


Mesela dünya hayretinizi celb etmeye başlar. İnsanların Hakkı görmemek için binbir hile ile inşa ettikleri şehirlerde, Hakkın gözbebeğine bakarsınız. En uzaklaştıklarını sandıklarında, en çok kibre düştüklerinde daha çok yaklaşırlar, ama görmezler. Allah yönden münezzehtir, Allah her yöndedir. Ne tarafa gitseler Onun yollarından birinde giderler, Ona varırlar. İnsanlar ve cinler asla O Sultan’ın mülkünden dışarı çıkamazlar. Bizatihi kendileri Onun mülküdür. Ne yapsalar Onun hikayesinde bir rol sahibidirler. Ne etseler Onun manalarını taşımaktan gayrı bir şey yapamazlar. İstifa şansları yoktur. Her bir işlerinde “La havle” dercesine Onun bir vasfını bir alametini gösterirler. Hatta onların dahi Hakka baktıklarına Ona rağbet ettiklerine ama bunun farkında olmadıklarına şahit olursunuz. Kurdukları tuzaklar bile Mekr-i İlahi tecellisidir. Süsledikleri cazibedar vitrinler, Cemal tecellisidir. Şeflerinin benliğine müdavimlerinin şıklığına perestiş edilsin istenen lokantaları Rezzak ve Musavvir tecellileridir. Üstelik onlar dahi buralara rağbet ederlerken aslında onları celb eden o isimlerdir. En büyük perde sanılan insan medeniyeti, en büyük ayna olur. Hakkın esması tüm görkemiyle tecelli eder, onlar tanrı ve tanrıçaları oynadıkça bunu daha iyi görürsünüz. Bir gazete bayiinin önünden geçersiniz, satılan gazete sayısı size insanların el Habir’e ne kadar rağbet ettiklerini gösterir. Gazetelerdeki diet ve sağlık köşelerine göz atarsınız insanlar size Latif ve Şafi’ye ne kadar muhtaç olduklarını bildirir. Hz. Ali kulağınıza fısıldar “Ey İnsan sen Hakk’a en büyük delilsin”.

Her abdest alışında kulaklarına Semi sıfatı istiyordun ya. Duana icabet edildi işte!  
O konuşunca susmak lazımdır. Kur’an okunurken susun ve dinleyin ayeti bambaşka bir mahiyete bürünür. Herşey Kur’andır.

Öyle ya insan da öyledir. İnsanın yaşamının her günü bir ayetin dile gelişidir. Yaşayan ayetler bütünüdür insan. Kah cennet ayetleri dile gelir yüzünde, kah cehennem ayetleri. Kah “fe inni karib” der Rabbi ona kah “rabbinizin hangi nimetini yalanlıyorsunuz?” Kah melek olur kah şeytan, o vakit ya hidayet edici ya dalalete düşürücü ismi mütecellidir onda. Kah Alim ismi çağırır onu , kah Cemil. Hem günahkardır hem gönlü meleklerle birlikte semalara kanatlanır. Hem siyahtır, hem beyazdır. İnsan bir renk cümbüşüdür aslında. Zıtların çarpışmasını, dalgalı deniz gibi kapışmasını insan bilir. Hiçbir anın tekrar etmediğini, dünkü benle bugünkü benin aynı olmadığını, hatta günde kırk kere kalb olan halini, alemdeki gibi akan bulutlarını, kopan fırtınalarını, yağan yağmurlarını, güneşini baharını, tatlı tatlı avuçlarınızdan akan sıcak kumlarını, set ve haşin dağlarını, kayalıklarını bilir insan. Yoklukla varlık arasında bir imkan halinde, her an nefes-i rahmana muhtaç, yokluğa yuvarlanmasına Sırr-ı Kayyumiyyetin engel olduğu, uçurumun kenarında hayaller kuran biri olduğunu bilir insan. Uçurum Bir imkandır aslında o uçurum sayesinde düşmemek için birine elini uzatır insan. Elini tutan biri olduğunu bilir. Allah’ın eli sıcacıktır.Tuttum.

Bırakma!

Öyle zamanlarda birine “Ne var ne yok?” diye sormak bile karnınıza ağrılar girmesine kalbinizde kuşların kanatlanmasına yol açar. Bir varmış bir yokmuş diyen masallara bir daha can kulağınızı verirsiniz o vakit.  Çokça gidilen ama geriye bakılınca bir arpa boyu yol gidildiği anlaşılan caddeler, sokaklar, çıkmazlar, yokuşlar  bulursunuz yaşamınızda.

Derler ki insan dağa benzer. Hatta ondan da güçlü. Hak dağa tecelli etti, dağ parçalandı, Musa bayıldı. Musa bayılmada dağa benzedi. Dağ  arzda taayyün etmişti, Musa gibi. Arz kıymetliydi, onda ne varsa kıymetliydi, değersiz hiç bir şey yoktu.  Her biri bir taayyündü. Musa taayyünün ortadan kalkmasını diledi. Hak dileğine icabet etti. Hak zuhur edince ne dağ kaldı ne Musa, orası “la taayyün” makamı idi. Fenaydı. Cemdi. İnsan cemde, fenada, la taayyünde Hakkı bilemezdi. İnsan kalmazdı ki O vakit, herşey Haktı. Hatta o zaman “şey” de yoktu sadece Haktı. Lakin, Musa dağdan güçlüydü. O bayıldıktan sonra ayıldı. Bilmek için cemden sonra fark, la taayyünden sonra taayyün lazımdı. Dağ parçalandıktan sonra geri gelmedi. Dağ Allah’ı insan gibi bir marifetle bilecek değildi. İnsan fenaya erince, ona yeni bir varlık verildi. Bu ikinci varlığa beka denildi. O ikinci varlık ilki gibi değildi, ona bir marifet eşlik ediyordu. Artık Musa kendini de Hakkı da fena bulmadan öncekinden başka bir bilgiyle biliyordu.

Biz de nasibimiz varsa “Attığında sen atmadın ama Allah attı” ayetini her zikrettiğimizde, bir şeyi yapıp sonra Allah yaptı dediğimizde benimizi yok ediyoruz. Dağımız parçalanıyor. Hatta insanın enesinin dağını parçalamak daha zor. İnsan amelini sahiplenmemek, “fail yalnız Allah’tır” demek öyle zor geliyor. İşte bu yüzden insan ne kendinin ne de başka insanların ellerinden çıkan işlerde Hakk’ı görmekte zorlanıyor. Benlik insana “sen de marangozhanedeki aletlerden birisin” dedirtmiyor. Ancak insan bunu derse o büyük kara delik, büyük bir güneşe dönüşüyor. Hak onda kendinden geçip enel Hak diyeceği kadar çok zuhur ediyor.

Hakikatte, dağların infilak ettiği helak olduğu gün aynı zamanda kıyam günü. O gün insan ölüyor ve diriliyor. O gün yokluğunda varlık buluyor. O gün fakirliğinin övünç, aczinin kudret dergahında en makbul bir şefaatçi olduğunu anladığı gün. Horluğunda şeref kazanıyor, kulluğuyla efendi oluyor.
O gün dağ yarılınca içinden Salih’in devesi çıkıyor. Dağ, insanın cismi, nefsi, enniyyeti. Deve dağa nispetle hayattar ve daha yüksek bir varoluşun remzi. Devenin çok süt verişi ve ondan tüm fakirlerin doya doya içişi.

Enniyyet dağını yaran insanın varlığa nasıl bir ilim armağan ettiğinin işareti. Süt nebevi ilim. Fakirlere, fakir olduğunu bilenlere, fakirliğim övüncümdür diyeni takip edenlere sunuluyor.
İnsan böylece ölüp ölüp diriliyor, bir yok bir var oluyor.

İnsan nefsini bilir. Derler ki nefsini bilmenin en kötü şekli nefsini nefsinle bilmektir. Kendine kendinle bakmak yanıltır insanı, çoklukla yanlıştır insanın kendinde kendini bilişi. Daha iyisi kendini ötekinde bilmektir. Mümin müminin aynası, o hesap. Hatta daha ötesi, bu müminin kamil olmasıdır ki, kendini Şeyh’inle Üstad’ınla bilmen buna işaret eder. Sen onun sana seni anlattığı gibisin, birşeyi yapamazsın sanıyorsun öyle mi? O sana yaparsın diyorsa, yaparsın. Kamil odur ki, hem kendini bilir, hem de seni bilir. Hem seni senden daha iyi bilir.

Sonra kendini peygamberde bilmektir. Bak, o sana seni nasıl anlatıyor. Mümin şöyledir diyor, inanıyorsan ona, o sensin. Sen kendini bilmiyorsun, o seni bilir. Kendinle ilgili kanaatlerinde kendine değil ona inan. O zaman bir de bakmışsın hakikaten onun dediği gibi olmuşsun.

Bu yüzden iman herşeyden önemlidir, iman seni inandığın gibi yapar. “Tehallaku bi ahlakillah” Allah’ın ahlakı ile ahlaklanmak, bu olmalı.

İdeali kendini Hak’ta bilmektir diyorlar, Mümin müminin aynasıdır. Buradaki ilk Mümin Allah’tır. O sana eşref-i mahlukat demiş, halife demiş, sana bütün esmayı taşıyabileceğin konusunda güvenmiş, emaneti sana vermiş, seni zorluk ve meşakkat içinde yaratmış ve sana çıkabilirsin diye sarp yokuşu göstermiş. Kendin hakkında Ona inan. Yapabilirsin o zaman. Onun aynasında bakarsan kendine Onun ahlakını giyebilirsin o zaman. Aczini fakrını Onunla örtebilirsin.


Diyorlar ki insan söyleyecek çok şeyi olduğunda konuşur, daha çok olduğunda daha çok konuşur, ve öyle bir yere gelir ki, söyleyecek söz, söylenebilecek haddi geçer. Kelimelerin terazisi o kadar sıkleti çekmez olur. En azından o insanın o kadar çok manayı ifade edecek fesahette bir dili yoktur. O kadar çoktur ki anlatılmak istenen susulur. O kadar çok iletişim kurulmak istenir ki, bunun mümkün olmadığı fark edilir. Gönlün arzusunu ifadeye dil dönmez , enfüsün yüksek voltajını afakın alıcısı çekmez. İçinizdekini dışarıya salarsanız, hayra değil şerre sebep olursunuz. O yükü çekemeyecek olan alıcıda hasar olur. O zaman yapılacak şey susmaktır.

Merhamet de acz de susmayı icab ettirir o dem. Buna samt makamı derler.
Hayret makamını ve samt makamını bir makam olarak yaşamayan bizler bunu bazen hal olarak yaşarız. Makam sabittir uzun sürelidir, oraya yerleşilir, ta ki daha yüksek bir makama çıkana dek. Oysa hal geçicidir. Bazen yaşarsınız, sonra geçer, ağzınızda bir tat kalır.
Benim de söyleyecek çok şeyin var, öyle ki susmak zamanı şimdi.
Dilerim, konuşmam da susmam da Hak için olsun.
Dağım parçalansın.
Yazdım, ama ben yazmadım, Allah yazdı.
Kusur bana, hamd ve övgü Ona.


2 Ağustos 2012 Perşembe


OF DEME!


Sakın bizim yara zannettiğimiz şey varlık tohumumuzun çatlaması olmasın.

Olur ya çatlarız, yağmur ve soğuk çatlaklarımızdan içimize ulaşır, sızlar içimiz, her sızlamada bir hikmet devşiririz,  filiz veririz, karanlık toprağın altından hava alemine çıkış misali şehadet aleminden alem-i misale uzanırız. Gözlerimiz kamaşır, hava topraktan daha ziyade ışıktır. Allah'ın nurunu şehadet aleminden ötelere uzanmış, tecellisini arttırmış buluruz. Varlığımızda, kendi içimizde bir başka varoluşa varırız.

Olur ya filizlendik diye bizi alır hususi bir bakım için bir saksıya koyarlar. Cinsimize göre belli miktarlarda suya güneşe toprağımıza katılan vitamin ve minerallere hatta kimi zaman gübreye tabi tutarlar. Bir tür cemalî riyazettir saksıdaki filizin yaşadıkları. Filizi özel bakıma almaz, doğru riyazeti uygulamazsanız filiz ya çürür ya kurur. İhtimam ve şefkat zamanıdır bu vakitler.

Olur ya riyazeti bitirdik, serpildik, iyice ele avuca geldik, bizi bahçeye dikerler. Saksıdaki cemalin mukabili bahçede celal vardır. Rüzgara, soğuğa, yağmura, kızgın güneşe, susuzluğa, gelen geçenin basmalarına, koparmalarına, itip kakmalarına maruz kalabiliriz bahçede. Bahçivan saksıdaki gibi sürekli başımızda değildir artık, arada bir gelir bakar, yoklar. Artık bir başımızayız, dayanabildiğimiz kadar ayakta, dayanamadığımız kadar boynu bükük kalırız. Yalnızlık ve çile zamanıdır bu vakitler.

Başımız dik durmayı başarırsak bir gün gelir çiçekleniriz, hatta bir gün meyve veririz. İnsanlar gelirler, çiçeklerimizi koklarlar, başlarına takarlar, meyvelerimizi ve gölgemizi sunarız onlara, sohbetlerini, şakalaşmalarını dinleriz, hayatlarına ortak oluruz. Celalin ardından gelen bu ünsiyet ne tatlıdır. Zaman ünsiyet zamanıdır.

İçimizde daha fazla büyüyenler vardır. Ağaçların bilgeleridir onlar. Asırlarca yaşarlar, solukları ile cihanı onlar temizlerler. Fark etseler de etmeseler de herkesin ciğerlerinden çok defalar geçerler. Onlar bir ormanda yaşarlar. Ormanda onlar gibi devasa başka ağaçlar da vardır. Ağaçlar medeniyetidir orman, çeşit çeşit, renk renk, rayiha rayiha. Zaman medeniyet zamanıdır.

Eninde sonunda hepimiz kururuz. Tohumlarımıza bırakır geleceği ve sonsuz vadilerine dikilmek için cennetin göç ederiz. Herkes bilmez, en sertinden en hafifine rüzgarlar bizi rastgele savurmaz, emr-i ilahi ile çizilmiştir rotaları.

Yarasına of demeyen tohumun bunları yaşaması olasıdır.

Rüzgarlar onları cennet toprağına taşır.

Öyleyse of deme!


1 Ağustos 2012 Çarşamba

Bize şöyle talim ettiler: "Müminlerin nereden ve kimden olursa olsun istifadelerine taraftar olmak ihlasın bir düsturudur"
Bir de şunu öğrettiler "Bir mecliste bir güzel şeyi muhatabın söylese ve sen dinlesen, hatta o bilse sen öğrensen iki kazancın olur, bir yeni birşey öğrendin, iki öğrenen oldun kibirlenecek birşey bulamadın, yok sen söylesen muhtabın dinlese ya da sen bilsen muhatabın öğrense, bir sevabın var, birşey öğreten oldun ama bir de risk var kibirlenebilme ihtimalin mevcut. Öyleyse sen daima mümin kardeşin bir güzel şey söyleyince, bir güzel şey başarınca sevin amin de, iştirak-i amal olur, ameller amin diyene de ortak olarak yazılır"
Bu sadece tek tek insanlar için mi geçerlidir? Yoksa gruplar cemaatler, sosyal tabakalar için de geçerli bir düstur mudur? Kanaatimce hakikat, her tabakada kendini bir yönde gösterir.
Bu güzel şeyi bizim cemaat yapsın, sizinki değil.
Bu hakikati benim üstadım söylesin senin şeyhin değil.
Benim ve arkadaşlarımın sesi diğerlerinden daha gür çıksın, berikiler bizi geçmesin.
"Hayırda yarışın" ayetini böyle anlamak yanlıştır. Bu bireysel eneyi kollektif ene içerisinde eritip başka bir tonda ısıtıp ısıtıp sunmaktır.
Bazen bu kendini ötekini konuşurken dinlememek, söylediklerini kulak ardı etmek, ehemmiyet vermeyip "Bizde daha güzeli var, ben bunları zaten biliyorum" demekle bazen de bir cemaatin bir ekolün, bir düşünce okulunun yaptıklarını, üretimlerini görmezden gelmekle gösterir.
En çok da kıskandıklarımızı görmezden geliriz. Bu hayırda yarışmak değildir. Bu ihlassızlıktır.
Oysa ışık birdir, renkler bir prizmadan geçince çeşitlenir. Renkler farklıdır, frekansları ve dalga boyları farklıdır.Ama hepsi bir ışıktandır. Dünya prizmasından geçen Nur-u İlahi her bir cemaatte, her bir velide, her bir müminde ayrı bir renkle zuhur eder. Yapılması gereken renklerin hangisi güzel diye tartışmak değil, renkleri birleştirip ışığın gerçek mahiyetini anlamaktır.
"Allahın ipine sımsıkı topluca sarılın ayrılığa düşmeyin" dendi bize. "Ben kendime yeterim, biz arkadaşlarımızla kendi yağımızla kavruluruz bu kafidir" dememeli. Ötekine ihtiyacımız var.