30 Eylül 2012 Pazar

Sosyal bilimciler matematik öğrenmeli

Efendimiz ümmeti farklılıkları ile beraber sırat-ı müstakim denen orta bir yolda, ümmeten vasaten denilecek bir vasatta toplamaya çalıştı. Onları başarılarına göre sınıflandırmadı.

Bir sınıfta bir öğrenci topluluğunu farklılıklarıyla beraber bulundurmak, onları orta bir noktada buluşturmak, empati yapmalarını, paylaşmalarını, birbirlerinin eksiklerini tamamlamalarını, yardımlaşmalarını temin etmek, onları belirli bir "başarı" hedefine IQ larına göre sınıflandırarak yürütmekten daha sünnete uygundur. Çünkü bu metotla başarıyı sadece IQ ile tarif etmiş EQ denen başarıyı ihmal etmiş olursunuz.

Başarı ahlaktan, merhametten, yardımlaşmadan, eksiğin eksikliğini tamamlama çabasından bağımsız tanımlanıyorsa o başarı bir hedef olmamalıdır.Çünkü bizi doktor, mühendis, bilim adamı, akademisyen kılarken insanlıktan çıkarır.

Aslında bir snıftaki farklılıkları toplamak, bir cami cemaatindeki farklılıkları toplamak, bir toplumdaki farklılıkları toplamak onları homojenize etmeden farklılıkları koruyarak toplamak mümkündür.
Bu alanda çalışan sosyologların batılıların ikide bir şikayet ettiği gibi "entegrasyon" hedefinden vazgeçip "seri toplama" yapmayı öğrenmesi gerekir.
Sosyologların, eğitimcilerin, ve hatta siyasetçilerin, topluluklara hitap eden herkesin matematik bilmesi, özellikle de integral ve seri toplama arasındaki farklı bilmesi, sürekli olmayan parçalı olan kesikli olan fonksiyonları toplamayı becerebilmesi önemlidir.

Nasıl ki enerjinin kuantize olduğu bir fizik anlayışına gelinmiştir. Enerjide süreklilik aranmamaktadır. Toplum bilimde de süreklilik arayışından vazgeçilmeli, süreksiz durumlarla başa çıkmada fiziğin ve matematiğin söylediklerine kulak kabartılmalıdır.


Soru sormak bir şey istemek hakkında

Fütuhat-ı Mekkiye'de bir babda İbnül Arabi gerçek Alim'in sual karşısındaki tavrının ne olması gerektiğinden bahs eder.
Alim kendisine sual sorulduğunda sual soranın seviyesine bakıp "sen bunu anlamazsın" dememesi gerektiğinden söz eder. Bu sadece metoda dair bir tespit değildir. Şeyhe göre o kişi madem ki o soruyu sormuştur, ona o soru sordurulmuştur, öyleyse o kişinin o cevaptan alacağı özel bir yön vardır. Bir payı vardır.
Bediüzzaman'nın benzetmesinden yola çıkarsak belki o zat o sorunun açtığı bahçenin tüm meyvelerini toplayamayabilir, ama onun oradan koparacağı bir meyve vardır, ve vücudunun(varlığının) gelişip serpilmek için o meyveye ihtiyacı da vardır.

Öyleyse o adama "sen anlayamazsın" diyen alim meseleyi anlayamamakta, ona makamına uygun bir cevap verememekte, bugünkü dille seviyesine inememektedir. Oysa ilmin de bir merhameti vardır. Ve tüm sorular cevaplanmak için sorulurlar. Aksi takdirde kişiden sadır olmazlardı.Ancak alim de bu hususta cahil olabilir ve o zaman "ben bilmiyorum" demesi gerekir.

Arapçada ve İngilizcede soru sormak ile istemek manaları aynı kelimeyle ifade edilirler. Dilin bu verisinden yararlanarak meseleyi istemek, dua etmek kavramlarına taşıyabiliriz.

Biri bir başkasından bir şey isterse istenen kişi isteyene maddi ya da manevi bir şey vermek zorundadır. "Bunu isteyemezsin" diyemez. Madem ki istemiştir, demek ona istetilmiştir. Ya ona istediğini uygun bir makamda vereceksin, ya da bu hususta kendi "fakirliğini" itiraf edeceksin. Belki ona istediğini bulabileceği yön göstereceksin.İsteyenin isteğini tabir edeceksin. Onu anlamsızlıkla suçlamak senin anlamadığının en büyük kanıtıdır. Üstelik o isteğini, ihtiyacını bilmiş belki talep edeceği yeri şaşırmış, sen ise onda tecelli edenin mutlak olarak El Hakim'den olduğunu unutmuşsun. Kendini doğru noktada durur, ötekini yanlış sanmışsın. Senin şaşkınlığın daha büyüktür.

Duaya gelirsek bu çok umut vericidir. Madem ki istekler, meyiller, yönelimler Ondandır. O halde dualara mutlaka karşılık verecektir, ya istediğimizi makamımıza uygunsa aynen verecek, ya bize uygun bir kısmını verecek, ya da bize istediğimize ulaşabileceğimiz bir başka yön gösterecek, isteğimizi tabir edecek.
 Bediüzzaman'ın diliyle söylersek "Vermek istemeseydi istemek vermezdi"

Madem öyle Allah'tan istesin benden niye istiyor deme hakkın yoktur. Bu rahatlıkla müşriklerin kendilerine gelen muhtaca "Allah'ın doyuracaklarını biz mi doyuralım" demesine benzer. Allah onu senin elinle doyuracaktır. Sen doyuran el olmazsan aç kalan sen olursun.

Bu maddi manevi her şeye kıyas edilebilir. İnsan bu meselede ancak acizim, fakirim, cahilim, isteğine karşılık bir şey veremedim beni affet diyerek kurtulabilir.

Herkesin her sözünü dinlemek, her soruya cevap vermek, her isteyene bir şey vermek zorunda mıyım diyenler ne kadar kibirli, ne kadar Peygamber ahlakından uzak olduklarına bir bakmalıdırlar. Münafıklar da onu "Herkese kulak veriyor" diye eleştiriyorlardı.



14 Eylül 2012 Cuma


BANA BENİ BUL!


15 Eylül. Bugün doğmuşum ben. Görmedim, annem babam öyle dediler inandım görmediğim birçok şeye yalan söylemediklerinden, yalan söylemek için hiç bir sebeplerinin olmadığını bildiklerimden gelen birçok habere inandığım gibi.

İnsan doğum günlerinde nereye bakar, geçmişe mi? Belki geleceğe...
Belki en çok kendine bakar, ne olduğuna, kimliğine, kişiliğine, ne olmak istediğine, hayallerine, ne olamadığına hayal kırıklıklarına. En çok da izlediği yola bakar, nereden nereye geldiğine, ne çok değiştiğine.Bir muhasebe zamanıdır doğum günleri. Buruktur kendi hesabını kitabını yapmak, belki de bu burukluğu gidermek için isteriz hatırlanmayı, kutlanmayı, hatta hediyeler almayı.

Bugün beni en şaşırtan şey, yapamam sandıklarımı yapmış, yapabileceğimi sandıklarımı ise becerememiş oluşum. Şaşkınım, bu ancak kendimi yanlış tarif etmiş olduğumun bir ispatı. Ben kimim sorusuna yanlış bir cevap vermişim, beni yanlış teşhis etmişim. Ben sandıklarımın bir kısmı anne babamdan, bir kısmı yaşadığım ortamdan, bir kısmı hayal kırıklıkları ve yanlış seçimlerden kaynaklanmış bir kabukmuş. Kabuğu soyunca içinden çıkan ben bambaşkaymış. Ama bu şimdiki beni doğru teşhis ettiğim anlamına gelmiyor tabi. Belki de soğan gibi kat kat kabuğum var ve her seferinde bir kabuğu daha atınca "ben buyum" diyeceğim, her seferinde yeniden yanılacağım.
Bildiğim kendimi bilmediğim.
Anladığım şu ki, insan kendini kendi tecrübeleri ile ya da etrafındakilere kıyasla tanıyamıyor.
Bize kendimizi anlatacak içimizi özümüzü, değişmez benimizi, yahut hedeflenen, tasarlanan benimizi anlatacak biri gerek.
Bugün anlıyorum ki biz vahye, peygambere, mürşid-i kamillere sadece Allah'ı tanımak için değil, kendimizi tanımak için de muhtacız. Aslında onlar bize Allah'ı anlatıyorlar ki Onda kendimizi görebilelim. Aynıyla Onu yansıttığımız, yahut zıddıyla Onu tanıttığımız, yahut üstümüzdeki leke ile Onu perdeleyip kapattığımız biçimiyle Onu tanımak, aslında ne olduğumuzu, ne olmadığımızı, ne olacağımızı, nasıl olacağımızı, önümüzde ne gibi engeller olduğunu bilmek demek. Bir nevi kendi tarihçe-i hayatımızı bilmek. Ah kendi romanımızı okumaya ne kadar da muhtacız. Her kitapta kendi kitabımıza dair ipuçları arıyoruz. Oku kitabını denmeden önce okuma denemeleri yapıyoruz, zamanı geldiğinde iyi bir okuma yapabilmek telaşıyla ciltlerle sayfalar karıştırıyoruz.

Hep kafamı kurcalardı, genel olarak bize Allah ve kul anlatılıyor da biz özel olarak kendimizi bu külli kulun içinde nasıl bulacağız? Ben Mona olarak ne işe yararım, ne için tasarlandım, yeteneklerim neler, benden beklenen ne ki hayallerim ne ola. Bunu hiç bilemedim.
Şimdi tevehhüm edilen ömür yolunun yarısında yavaş yavaş hissediyorum ki bizim zaten herkesin ve her şeyin Rabbi olan Allah'ı tanıdığımız yok, alemlerin Rabbine hamdolsun derken sadece nebiyi taklid ediyoruz, biz genel ve külli kulu da bilmiyoruz. Bizim nebinin öğrettiklerinden, mürşitlerin söylediklerinden tek anladığımız kendi Rabb-i Hassımız. Biz istidadımıza göre duyuyor görüyor algılıyoruz vahyi de. Bu yüzden bizim zihnimizdeki kul, aslında biziz. Ve aslında işittiğim mesaj bana genel bir kulu, bir insanı değil Mona'yı anlatıyor.
Bu yüzden her birimizin anlayışı fehmi seyr-i süluku biricik, bu yüzden kitabı sadece kendimize gelmişcesine okumalıyız, çünkü zaten öyle.

Ötekine berikine gelmiş olanı, insanların Rabbini, alemlerin Rabbini ancak kamiller tanıyor, bu yüzden de sana bana konuşabiliyorlar, bu yüzden seni beni kendileri gibi ve bizden daha iyi tanıyorlar. Onlar bize bizde bakmıyor ki, Onlar bize Hak'ta bakıyorlar. Onun aynasında alemi seyrediyorlar. Yine bu yüzden bizim ötekine berikine öğretmenlik yapma çabamız beyhude. Kendini bilmeyen başkasına nasıl birşey öğretsin.
Bu yüzden sadece yüksek sesle konuşurken bizi işiten başkalarına kendi yollarını bulurken edeceğimiz yardım bir mutlu tevafuktan ibaret.

Allah'ın rahmetinden ism-i Hadi'den, Nebinin şefaatinin eseri, tüm mürşid-i kamillerden gelen bir himmet diliyorum bugün.
Ya Hadi!
Bana yolumu buldur, bana beni buldur.
Kaybolmama, lüzumsuz sokaklarda dolanmama, işe yaramaz şeylere tutunmama, maksadıma ulaşmada bir fayda vermeyecek insanlara bel bağlamama müsade etme.
Bana ismimi buldur.
Bana Seni buldur.
Sen karşıma çıkmazsan, elimi tutup  "Benim ben senin Rabbin!" diye uyarmazsan, ben Musa gibi çölde kaybolurum.
Çok düşüyorum, elimi bırakma.
Üşüyorum bana da kutlu bir ateş yak.

11 Eylül 2012 Salı


SEN NE BİLİRSİN Kİ...

Onu sende tecelli ettiği kadar bilebilirsin.
Payın kadar.
Bildiğin sadece sendeki yansıma, sendeki parça.
Sınırlanmış bir Rab.
Alemlerin Rabbini ne bileceksin, senin bildiğin yalnız senin Rabbin.
Senin hususi alemine bakan, onu çekip çeviren biri,
Bir de etrafında gördüğün mevcudatı, bildiğin kadar olanı.
Tıpkı güneşin sonsuz ışığını aya vurup onda sınırlanması bir daireye haps olması gibi.
Hatta belki dolunay bile değilsin.
Evet değilsin.Dolunay ancak kamil olanlar...

Onu ancak sende tecelli ettiği kadar övebilirsin.
Hayatına indirdikleri ile, verdikleri ve iyi ki vermedikleri ile,
Anlardan yakalayabildiklerin, hikmetten idrak edebildiklerin ile,
Güzellikten payın ne ise o kadardır övgün.
Ahlakın kadar sena edersin ona.
Hamdin pek de büyük sayılmaz kendini kandırma.

Onu ancak nefsinde ve afakta ayetlerini gördüğün kadar müşahede edebilirsin.
O ayetlere teslim olduğun, her birinin işaret ettiği anlama uzanabildiğin,
Hakikatleri sezebildiğin, o hakikatler sende olduğu ve hatta sen olduğu kadar görebilirsin.
Aynanda kendine baktığın gördüğünü kendin sandığın sürece Onu nasıl göreceksin.
Sen ortada iken Onu kat kat örtülerle örtmüş, 'ben' karanlığına saklamış iken,
Güneşini küsuf ettirmişken nasıl göreceksin?
Sana verdiklerini bir bir iade edeceksin.
Seni iade edeceksin.
İşte o zaman şehadet ederim ki demenin bir manası olabilir.
Teşehhütte kaldırdığın parmağın.


Onu ancak temizliğin nispetinde tenzih edebilirsin.
Günahlardan arınmışlığın, hatalarını tekrar etmeyişin, tevbelerinde nasuh oluşunla.
Kirliliğini idrak edip kendi karanlığında tulu eden aya bakışınla.
Göklerin ve yerin nuru diye Onu bedenine ve ruhuna çağırışında.
Nankörlüğün şükürsüzlüğün gafletin kepenklerini kaldırıp gözlerinin merteğini temizleyip tenzih edebilirsin Onu.
O zaman 'subhanallah' demenin bir manası olur.
Estagfirullah diyebildiğin ölçüde 'subhanallah' diyebilirsin.

Onu ancak seni sevdiği kadar sevebilirsin.
O sana dönerse dönebilirsin. Gel derse gidebilirsin.
Çağırırsa icabet edebilirsin.
Onun ilk dönüşü seni şereflendirmek içindir.
Beni Adem'e şeref bahş edişinden.
Bu şerefe mukabele eder sen de Ona dönersen, ikinci dönüşü sana hakkını vermek içindir.
Yönelişinin hakkını üzerine vecibe bilmiş sana vaad etmiştir.
Şayet kendi dönüşünü kendinden bilmez, kulluğun gereği sayarsan, hakkın dediğine 'estağfirullah benim bir hakkım yok' dersen, dönüşün Onun katından umduğuna değil bizzat Ona ise, o vakit sana bir daha döner.
Bu kez de ihsanla.

Sevin, bayram et.
O bir şeye döndüğünde ona tam döner. Tüm esmasıyla...
Onun bir dönüşü sonsuzluktur.
Zulmetten kurtuluştur.
Vücud buluştur.
Onun sevgisi bitmez. O sen yüzünü çevirmedikçe yüzünü çevirmez.
Onun nazarından usanılmaz.
Ona doyulmaz.


Bu yüzden Ey Nefsim! Gel "Seni senin kendini bildiğin gibi bilmeyi, senin kendini övdüğün gibi övmeyi, kendini tenzih ettiğin gibi tenzih edebilmeyi, seni sana layık bir mukabele ile sevebilmeyi, seni tam da görmem gereken gibi görebilmeyi nasip et" de.

Onun katında niyetin amelinden hayırlıdır.