31 Aralık 2012 Pazartesi


Hayata Dokunmak


Bazı insanlar yaşadıklarını ancak boğazlarına bir bıçak dayandığında anlarlar. Damarlarında dolaşan kanı hisseder, kollarını bacaklarını farkeder, nefes alıp verirken ağızlarından çıkan havayı görür, hayret ederler.
Bazı insanlar yaşadığını hissetmek için pahalı okullarını, lüks evlerini, sorumluluklarını, ailelerini, ayakkabılarını bırakıp giderler. Anlamsızca üst üste yığılan sosyal zorunluluklar hayatın önüne, yüze kat kat sürülen fondoten gibi sed çeker. Bir süre dayanılır, ama bir zaman sonra insan neye sıkıldığını, neyin kendisini nefessiz bıraktığını bilmeksizin tırnaklarını geçirir ve söker perdeyi. Görülecek ne varsa görmek ister dışarıda. Her şey öncekinden iyidir.

 Bazıları kendini dağlara vurur, yollara düşer, bazıları yapraklara dokunur, akan nehrin şırıltısını dinler. Kimi hayatı üşüyerek hisseder. Kimi bir şömine alevinde ısınarak, kimi birine dokunarak…
Bazı insanlar dokunulmaya dayanamazlar, çünkü yaşadıklarını hissetmek istemezler. Kollarını kimse için açamazlar, açılan kollara sığınamazlar, birinin göğsünde uyuyamazlar,birinin yanında uyanamazlar. Ötekini hissetmek istemediklerini sanırsınız, ancak aslında kendileridir hissetmek istemedikleri. Dokunmak, dokunulmak, aslında kendini hissetmektir. İnsan kendini ancak ötekiyle temas halinde hissedebilir. İnsan ötekine muhtaçtır.

Bazıları kendilerini, yazılı satırlara, kağıt tomarlara teslim ederler, insanlara bedel. Harfleri okurlar, ama insanları ve alemi okumayı bilmezler. Kağıtlar, karalanır, buruşturulur, fırlatılır. Kağıt ağaç değildir, kağıt hayat değildir. Hayata dokunmak değildir yazılı sayfalara dokunmak. Her buruşturulup atılan kağıtla aslında hayallerindeki hayatı buruşturup atarlar. Kainatı sağ eliyle düren ve kıyameti koparan tanrılardır onlar her seferinde.Öyle olmasını umarlar, vehmederler.  Tasarımlarını gerçeğe bedel kağıtlara yazarlar. Tasarım gerçek değildir.Tasarımı siz yaparsınız, gerçeği YARATICI…

Bazıları hakikate yaklaşmak için semboller seçerler. Semboller, simgeler, putlar. Elleriyle yapar, beğenileriyle seçerler, şekillendirirler. Bazıları ise Onun seçimlerine boyun eğerler. Kurban gibi boyun uzatırlar teslimiyetle. O seçince yaklaşılır. Semboller Onundur. Biz seçince put, O seçince şiar olur. Mürid O’dur…
Bazıları gerçekten hoşlanmazlar. Hatta gerçekliğe hiç dayanamazlar. Hayata sadece masa lambalarının ışığından bakarlar, yalnız kendi önlerini aydınlatır ışıkları. Ötesi alacakaranlık, ve dahi kapkaranlık. Parça bütünden koparılırsa görülemez. Her istiklaliyet çabası bir bütünden kopmaktır. Küll’den ayrılmak cüz olmaktır. İstiklal ekalliyyette kalmak demektir. Yalnız kalmak. Kimsesiz. Gerçek ancak güneş ışığında görülebilir.Gerçek, HAK’TIR.  Güneş, vahiy, nebevi hikmet…

Kimileri hayatlarında bir şeyleri değiştirmek ister. Neyi olduğunu bilemez. Koltuklarının yerlerini değiştirir. Yatak çarşaflarını değiştirir. Yatakta yattığı yeri, salonda oturduğu yeri değiştirir. Kahve içtiği fincanı değiştirir. Sırf hayata başka bir yerden bakmak için kilometrelerce yol kat eder ve mekan değiştirir. Ülke değiştirir. Kendini değiştirmeyi akıl edinceye dek yer değiştirir. Hakikaten, kendini değiştirmek kabil midir?
Kimileri “Ben buyum” der. “Beni böyle kabul et!”. Benini değişmez görür. Oysa ben dediğimiz, nefis dediğimiz şey, ne acaiptir ki, sürekli değişir. On yıl önceki kız ben miyim? Fotoğraflardaki, günlüklerdeki, hatıralardaki ben miyim? O bensem şimdi ben kimim? Ben sabit değildir. Benliğimiz değişir. Bazen bu iç bir sebeple bazen dış bir sebeple olur. İyi ki de değişir. Hayat biraz da benliğin değişmesidir. Değişmeyenlere şöyle demek lazım “Yoksa sen öldün mü?”

Herkes değişir de, değişim nereye doğrudur, ibtidaiye ve vahşete mi? Kemal ve cem’e mi? İnsan değişiminin kemale olduğunu nasıl ölçer? Yine insanla. Her şey kendi cinsiyle ölçülür. Ne kadar insanla samimane ittifak ve ihtilat içine girebildiğiniz, ne kadar çok insana cidden dokunabildiğiniz, ne kadar çok ferdin göz bebeğine bakabildiğiniz,  kalbinize koyabildiğinizle ölçülür kemal. Kemal cem olmak, önce insanla, sonra İnsanların Meliki ile…

“Tecellide tekrar yoktur”  der Sadreddin Konevi. Bir şeyleri değiştirmek için çırpınanlar da, değişmez sananlar da bundan gafildir aslında. Hiçbir şey aynı kalmaz. İsteseniz de istemeseniz de hayatı, eşyayı, varlığı elde tutamaz, sabit kılamazsınız. Evrende sabit hiçbir şey yoktur. Her şey bir menzile doğru akıp gider.Kimi cennete, kimi cehenneme. Sabit olan tek şey hareketin kendisidir. Hareket havl ve kuvvettir. O da ancak Allah’ın eliyle gerçekleştirilir. Kavi O’dur. Muharrik O’dur. Sadece ilk değil, hep  ve daimen. Siz isteseniz de istemeseniz de o sizi sürekli değiştirir. İstemeniz, iradenizi İradesine rabt etmeniz, sizin menfaatinizedir.
Subût ancak hakikatler için, hatta belki ancak hakikat-ül hakaik olan ayan-ı sabite için mümkündür. Nam-ı diğer, ilmi İlahi için…

Bazıları fark etmezler, çünkü pencerelerini hiç açmazlar. Perdelerini aralık göremezsiniz. Ne dışarı bakar onlar, ne de insanların kendilerine bakmasına imkan tanırlar. Yüzleri donuk, ifadesiz, cevapları rutin, hissiz. 
Gözlerinize hiç bakmaz bazıları, fark etmek istemezler birinin onları umursadığını. Her dikkatli bakış bir esaret zinciridir nazarlarında. Bağlanmaktan korkarlar. İnsanlardan korkarlar. Yaşamaktan ve hissetmekten korkarlar. Hayattan korkarlar. Canları yanacak korkusuyla hiç yaşamazlar.  Muhtaç olmaktan korktukları için muhtaç olmanın insanın hakikati olduğunu hiç fark edemezler. Korktukları, kendi hakikatleridir. Bir fark etseler, insanın lezzeti ihtiyacındadır, görürler…
Ölürler, hep ölürler, sevmekten ve ölmekten kaçtıkları için ölürler.

Bazıları arkasını döner insana, hayata, kainata. Görmek istemez gibidir gittiği yönü. Terstir her şeyi de yolculuğunun tepe taklak oluşu gibi. Bir sarma sigaraya tüm dünyasını sarar, yakar, ve içine çeker. Hayatın da sigarası kadar çabuk bitmesini diler. Uçuruma yuvarlanırken bile “aman ne uzun sürdü” dercesine canları sıkılan, kendilerinden ve her şeyden sıkılan, boğazlarına kadar usanca batmış insanlardır onlar.Onlara hayat bir “off”dur,  ta derinden gelen…

Bazen hayatı fark etmeniz için, çocuğuna insülin zerkini müteakip, sayılı lokmalar yediren bir annenin güvercin gibi kanat çırpışlarını görmeniz gerekir. Boyuna-posuna, endamına hayran olduğunuz, prensesleri andıran arkadaşınızın dağılmış yüz ifadesine, mütevekkil sözlerine, gülümsemeye çalışan yüzüne, kızının üzerinden ayırmadığı gözlerine, o gözlerdeki kaygılı titreşimlere bakmalısnız. Hayat ne kadar narin fark etmelisiniz, ne kadar kıymetli…

Bazıları annesini sevmez. Bırakır, unutur, terk eder. Bazılarını ise anneleri  unutur. Annelerinin unutuşu bile acıtmaz canlarını, öyle ya onlar annelerini uzun yıllar önce unutmuştur. Anne onlarla beraber hayatını unutur, kendini unutur, ismini unutur. Her unutuşta evlatlarını serzenişle süzen bakışlarından biri daha kaybolur. Bazıları annesini ömrünce öfkelendiği babası gibi terk eder. Bazıları hep nefret ettiklerine benzer. Kendinden de nefret eder.

Aslında anne dünyadır. Arz toprak, rahmetin tecelligahı. Rahm-ı mader-i insan. Dünyadan nefret edenler, annesinden nefret edenlerdir. Terk-i dünya anneyi terktir. Oysa İbn-i Arabi’nin dediği gibi dünya hayatında hüküm dünyaya aittir. İnsana düşense annesine hürmet etmektir. Anneye Allah’ın emrettiğini yasaklamadığı, yasakladığını emretmediği sürece itaat ve inkıyad edilir. Kendisini daima kucağında taşıyan, sonunda da bağrına yatırıp dinlendiren, secdelerin yüzüne değerek yapıldığı, ve yaklaşıldıkça RABBE yaklaşılan yerdir toprak. Her şeye bedel anne, semalara bedel arz. İnsan ancak annesini Rabbin emri gelince terk edebilir. 

Hicret ancak Onun emriyle yapılabilir. Yoksa bu Yunus’un terkine benzer.
Hayat bazen anne gibi kucaklar insanı, bazen de bir tokat atar. Kolları birine açmak risktir, sevmek risktir, biri size açık kalan yerinizden vurabilir. Risk almayanlar yaşamamayı seçerler. Hayatın tokadından korkup kucaklayışını da kaybederler. Hayat her varlığa kendi cinsinden bir sebeple yaklaşır. İnsana insanla. Tokat da kucak da, insandan insana.  Kendinizi kendinize yettiğiniz yalanıyla avutadurun bakalım! Hiçbir varlık kendine yetmez. Hele insan hiç yetmez. Ötekini kaybedenler kendilerini hiçbir zaman göremezler. Mümin müminin aynasıdır. Aynasız kalana kendini bilmek ve bulmak için yol yoktur. Kendini bilmeyen ise Rabbi ebeden bilemeyecektir.

Bir varlık bir şeye hakikati itibariyle sahip ise, o şey onu asla terk etmeyecektir. Hakikatler tebeddül etmezler. Aczi ve fakrı insanın hakikatidir. İnsanın muhtaciyeti hiç bitmeyecektir.
Tam da bu yüzden Allah ellerimizi hiç bırakmayacak…
Tüm annelerden daha Rahim olan! Seslenişimi duy! Elimi tut! Yanımda ol! Benimle kal! Sana muhtacım!
Yoksa, izninle hayattan istifa etmek gerekir…

29 Aralık 2012 Cumartesi



Gecenin Işığında Bir Uyanık  Rüya

Gökyüzü geceleri ne kadar karanlıktır değil mi? Elbette yıldızlar var. Ama yine de kendinizi semada dolaşırken tahayyül ediniz, mesela bir uzay gemisinde, karanlıkta bir yolculuktur yaptığınız, zifiri olmasa da. Yıldızlar gezegenler ne çoktur o yukarı alemlerde, aydınlık olmalı değil mi? Yine de karanlık tahayyül ederiz semayı. Tahayyülümüz nisbidir. Nisbetimiz arza göredir. Yeryüzünde gündüz vaktinde bir koltuğun altındaki toz zerrelerini bile görebiliriz. Bu aydınlığa nisbetle yukarılara karanlık deriz.

Arzın hakikati aslen karanlıktır. Ancak güneş ona yakın olduğundan, yerküremiz semada ne varsa hepsinden aydınlık oluvermiştir. Gece arz, asli hüviyetine bürünür. Güneş uzaklaşır, ve arz ne kadar da karanlık olduğunu bilir. Zatı itibariyle sema ondan daha aydınlıktır. Arz güneşe yakın olmasıyla en aydınlık gezegen olma ünvanına hak kazanır.

Ay da arzın toprağındandır. Anasının bağrından kopmuş bir seyyaredir o da. Kopmuş ve semaya yükselmiş, uruç etmiş, ama yine de muhabbetinden arzı terk edememiş, etrafında döner durur. Ona ışık vermek için pervane olur. Bir yüzü güneşe bir yüzü arza bakar, nuru alır ve iletir. Durmadan yorulmadan, terk etmeden, ayrılmadan. Ay gökyüzündeki nice yıldıza nisbetle cisimce küçüktür, nuru da kendinden değil güneştendir. Ancak gece yol göstericilikte, yeryüzünü karanlıktan aydınlığa çıkarmada onun benzeri yoktur. İnsanlar ibadet günlerini ona bakarak bilirler. Her hareketi, her dönüşümü, her hali rehberdir. Cirmi ve ziyası ne kadar büyük olursa olsun hiçbir yıldız ayın ışığıyla aşık atamaz. Onlar uzaktır, ay yakın. Yakınlık en büyük değerdir.

Gecenin bir saati ve ben “yetefekkerune fi halkıssemavati vel ard” ayetinin emri üzerine, bu kez yatarken ve uyku tutmaması hiç bu kadar keyifli olmamışken kapalı perdelere aldırmaksızın, hayalimin açık ve geniş penceresinden bakıyorum ecram-ı semaviyeye. Onların zihnimde birer işari manası var. Afaktan enfüse böylece kalbimin derinliklerine geliveriyorlar. Kalkıp yatakta oturuyorum, heyecanlıyım ve daha fazla yatamam. Bu mana adamı ayaklandırır cinsten. Daha doğrusu bana öyle yapıyor.
Arz benim. Aslım toprak. Aslım karanlık. Aslım Havva. Sema melekler alemi. İrili ufaklı yıldızlarıyla ne kadar da görkemli, ne kadar da güzel. Güneş(teşbihte hata olmaz, varsa Allah affetsin) benim Rabbime remz. Ay ise Efendime. Uyanıkken gördüğüm bir rüyayı tabir eder gibiyim şimdi. Allah bana yakın. Yüzü bana dönük. Bu yüzden ben hakikatimde karanlık da olsam, semalardan daha aydınlığım. Ruhumda en kuytu köşeleri bile bana gösterecek denli ışık var Rahman’dan. O bana yakın, gözü benim üzerimde. Benı ısıtıyor,beni aydınlatıyor, bana enerji veriyor,beni renkten renge boyuyor. Ne zaman ki Rahman’ın ışığı gözden kaybolsa, o var olsa da ben onu göremesem, o vakit gece vakti, ve ben aslımın karanlığını görüyorum. Elimi çıkartsam onu dahi göremeyeceğim. Zulümat, günah, yeis, deniyyet, esfeli safilin.

Yine de ay imdadıma yetişiyor. Efendim. Bana karanlığımın içinden bir nur gösteriyor. “Rabbin seni terk etmedi, bak beni gönderdi, ışığını benimle sana gönderdi. Seni asla bırakmıyorum. Kıyamete hatta cennete değin etrafında dönüp duracağım, buradayım, korkma” diyor. Elini tutuyorum. O büyük meleklerden dahi daha parlak. Cismi cismimden, toprağı toprağımdan, en ünsiyet edilesi olan. Uzak yıldızlar gibi melekler, Cebrail ve  Mikail gibi dahi olsa, yine de uzak ışıkları bana onunki kadar erişmezler, bana onun gibi şefaat edemezler. O bana en yakın olan. O güneşe en yakın olan.

Kalktım bu heyecan adamı uyutmaz. Unutulmasın diye paylaşmalıyım, öncelikle salonda oturan eşimle. Kafasını bilgisayarından kaldırıyor, cin gibi gözlerime bakıp “uyumadın mı sen hala?” diyor.  Sökün etmiş kelimeler ağzımdan dökülüyorlar, tutabilene aşk olsun. Bak dinle diyorum, anlatmazsam kaybolacaklar. Dinliyor sağ olsun. “Tabii” diyor, “bunları düşünürsen uyuyamazsın”. “Kasıtla düşünmedim” diyorum, “yağıverdiler aklıma yağmur gibi, tuttum sana getirdim. Bak!” Gülümsüyor.

“Sence,” diyorum “Allah’a en yakın melekler nerede olmalı? Yedi kat semanın dışında mı? En üst tabakalarda mı? Cennette mi? Nerede?” Duruyor, biliyor ben zaten cevap vereceğim, soruyu soruyorum, cevabı zaten cebimde tutuyorum. “Bir soru daha” diyorum, Allah’ım oyun oynayan çocuk gibi haz alıyorum bu tefekkür çabasından! Fütuhatta müfekkirenin güneşle temsil edildiği geliyor sonra aklıma. Evet, hakikaten içim ısınıyor düşündükçe. “Allah’a en yakın kim?” “İnsan” “O halde mukarrebun melekler de insana en yakın olanlar olmalı, değil mi? Uzak yıldızlardakiler değil, kokladığımız çiçeklerdekiler, göktekiler değil, yerdekiler. Cennettekiler değil, omuzlarımızın üzerindekiler. Kıdemliler, insana en yakın yerde iş görenler.”

“Bak” diyorum “aynen öyle de” bu ifade onu gülümsetiyor yine, “bayan nurcu” konuşuyor. “Mesela Bediüzzaman’a ve İbn-i Arabi’ye nazar edelim. Belki Nefs-ül Emirde İbn-i Arabi Bediüzzaman’dan daha parlak bir yıldızdır, daha cesametlidir, Allah bilir. Ancak Bediüzzaman bize zamanca daha yakın, o halde ay gibi küçük de olsa en çok ışığı o verir. Üzerimizde en büyük himmet onundur. Zira uzaklık hem mekanca hem zamanca olur. Yakın olan en çok aydınlatandır. Düştüğünde seni kaldırmak için ilk evvela yetişen odur. İnsan çocuğunu kendisine en yakın olana ve çocuğunun da en iyi anlaştığı, onun huyunu suyunu en iyi bilene emanet etmez mi? Allah da bizi kendine yakın ve bize yakın olan mürşid-i kamillere böyle emanet eder.

Sonunda gidip uyuyabilirim. Bir rüya görüyorum. Bu kez hayal değil. Bir grup genç var, kızlar erkekler, 20-25 yaş arası gençler. Ben de aralarındayım, sanki gençleşmişim. İbn-i Arabi’nin “fütüvvet” anlatımı geliyor aklıma onlarla yürürken, ebedi gençlik, iyi müminler, canla başla Allah yolunda hizmet edenler, sayi ve çabası hiç bitmeyenler, yorulmayanlar. Bir sarp kayalığa tırmanıyoruz. İki genç var arkamda. Hep ardımdan geliyorlar, tırmanırken düşersem yakalayıverecek gibiler. Ellerimiz ayaklarımız yaralanıyor tırmanırken. Zirvede uçsuz bucaksız bir deniz görüyoruz, iniyoruz bir kumsal var, kumlar çıplak ayaklarımızı iyileştiriyorlar. Deniz usul usul ayaklarımıza değip bize selam veriyor sanki. Kumsal boyu o iki genç hala ardımdalar, beni hiç bırakmıyorlar. Onlar varken emniyetteyim. Başka gençler de var orada ama bu ikisi benim yakın dostlarım.

Sahilin sonu bir açık hava tiyatrosuna çıkıyor, yukarıda yıldızlar bizi izlerken biz de perdede bir film izleyeceğiz. Oturuyoruz, ben o iki gencin arasında denk düşüyorum. Biri sağımda biri solumda duruyor kiramen katibiyn gibi. Film başlıyor, “bak” diyorlar “bu senin hayatın hakkında. Birlikte yorumlayacağız.” Uyanıyorum, biliyorum onlardan biri Üstad Bediüzzaman diğeri Şeyh Muhyiddin İbn-i Arabi. Hayatıma dışarıdan bakma ödevimde bana yardım ediyorlar. Tırmanırken de, ferahla yürürken de  bana himmet ediyorlar. Onlar ebedi gençler, bana da tutunursam ebedi gençlik vaat ediyorlar. “Elhamdülillah” diyorum. “Uyutuşu ve uyandırışı ne güzel benim RABBİM…”

Hatırlatıyorum kendime “Ve onları (ölümsüz) gençlikler bekleyecek, sanki kendi kendilerinin(çocuklarıymış gibi), kabuklarının içinde saklanan inciler gibi(saf ve temiz). Ve böylece nimet tattırılanlar, birbirlerine dönerek( geçmişte yaşadıkları hakkında)  sorular soracaklar. Onlar “Bakın” diyecekler , “Eskiden çoluk çocuğumuz arasında yaşadığımız sıralarda, (Allah’ın bizden razı olmadığını düşünerek) korku içindeydik; ve bu durumdayken Allah bizi lütfu ile inayetlendirdi ve (çaresizliğin) yakıcı fırtınalarının azabından bizi korudu. Şüphesiz biz bundan önce (yalnız) O’na yalvarırdık: (ve O, bize şimdi gösterdi ki) yalnız O’dur gerçekten iyilik eden ve gerçek rahmet kaynağı!” ayetlerini tırmandığım yamacın Tur gibi olmasını umarak.(Tur 24-28)
Allah dünya uykumuzu da ölüm uyanışımızı da böyle güzel eylesin….
Bizi ebedi gençlik ehlinden kılsın…

“İnsanın vatanı kulluğudur, o ne zaman kulluğundan gaflet ederse o zaman gurbette olur.”
                                                                                                                                İbn-i Arabi

Sabır, büyük işlerdendir. Sabr edene ilk lazım olan şey umuttur. Umudu olmayanın sabrı da olmaz. Nasıl olsun ki, bir insan çözülemeyeceğine inandığı bir derde nasıl tahammül etsin? Dert onu ezer geçer. Ezilip geçilen yerde sabırdan söz edilemez. Sabır bir kıyamdır. Ayakta duruştur. Dizleri titrese de pes etmeme, oturmama, yığılıp kalmama azmi göstermektir. Sabır, Kayyum olana itimad etmektir. Haller ne denli değişirse değişsin sabit olana güvenmektir. Değişmez olana, sağlam kulba tutunmaktır.
Ehl-i imanın her şeyi tükense de umudu tükenmez, öyleyse  her koşulda sabır mümkündür.
 Sabır daima duaya eşlik eder. Dua ve sabır iktiran ile bulunurlar. İktiran iki şeyin birbirine gerçek sebep olmasalar da hep birlikte bulunması durumudur. Hep aynı anda, peşpeşe, birbiri içinde, biri olmadan diğeri olmayan ikiz kardeşlerdir. Bunun için ayette bizden “Sabır ve salat ile yardım istememiz” (Bakara 153) talep edilir. Onların birlikteliği sünnetullahtandır. 

Sabrederken dua etmek bir itiraz değil midir?
İslam ümmetinde böyle düşünenler olmuştur. Duayı sabra zıt görüp, kadere razı olmama addedenler bulunmuştur. Füsus müellifi bu hususta ‘kadere rıza’ anlamında dua etmeksizin dişini sıkan yaklaşımları eleştirir. Allah duasız sabrı değil, dualı sabrı ister. Aksi insanın muhtaç olmayışı gibi bir vehmi doğurur. Oysa bu hiçbir zaman mümkün değildir. İnsan daimi fakr sahibidir, şifaya, halâsa, ferâha daima muhtaçtır. Bu yüzden bela ve musibetten hoşnut olunmaz, yardımdan hoşnut olunur. Mümin celalden cemale sığınır. Hallerin değişimi daima bir isimden bir isme doğrudur. Hep Allah’ta seyredilir ancak, isimlerin kiminin kimine kıdemi vardır. Bu yüzden dilenecek şey, Onun azabından rahmetine seyr etmektir.

Bu noktada rıza gibi tatmin oluş da (nefs-i mutmainne) yanlış anlaşılmaktadır. Tatmin olmuş insan, elinde olandan başka bir şey istemeyen insan değildir. Bu sonsuz için yaratılmış ruhun yapısına terstir. Ancak nefs-i mutmainne, “Bu dünyada, bu koşullarda, bundan iyisi can sağlığı” diyebilen nefistir. Dua etmeyen, istemeyen, arzu etmeyen, meyl etmeyen değil. İnsan, Allah katından her hayra had safhada muhtaçtır. İstememesi düşünülemez. Tatmin oluş ve rıza, olsa olsa verili olana kanaat etmek, koşullara uyum sağlamaktır.

Sabır deyince Eyyub(as)’ı anmamak mümkün mü? İbn-i Arabi Eyyub Fassı’nda sabrı duasız yapanları eleştirir. Onlar, razı olma durumunun, duayla çeliştiğini sananlardır. Oysa dert insana dua için gönderilmiştir. Duayı edinceye kadar da gitmeyecektir. Bazen duanın müddeti bir andır, bazen bir ömür. Ama her dua müddetlidir, zira ömür  ‘sayılı gün’dür. Şeyh bu konuda Eyyub peygamberi örnek gösterir. Hatta onun ilkin duasız sabr edişini, sonunda dua ettiğinde de hastalığının inayetle gidişini, hastalıktan maksadın dua olduğuna ispat için anlatır. Bize “keşke” dedirtir, “Keşke daha evvel dua etseymiş”. Bizi “Tuzumu Allah’tan isterim, ayakkabı bağım kaybolsa Allah’tan isterim” diyen  Kemal Sahibinin(sav) ayakları dibine getirir.
Sabreden mutlaka hakikate erer.

İnsan devayı gökte ararken yerde bulabilir. Bunun tersi ise, ‘leğende ayı seyreden adam’ın halidir. İlk durumda adam, gökteki aya bakmaktan burnunun ucundaki ışığı göremez haldedir. İkincisinde ise leğendeki görüntüden asla başını çeviremez halde. İlk adama öğüt, yanıbaşındakine bakmasını söylemekle, ikincisine ise başını kaldırıp göğe bakmasını söylemekle verilir. Teşbihte ifrat edene tenzih, tenzihte ifrat edene teşbih öğütlemek lazımdır.

Bazen insan arayıp durduğu şeyin biteviye yanından geçer, yazık ki onu fark etmez. Çünkü her ne kadar onu aramaya çıktıysa da, bulmaya hazır değildir. Bu yüzden Eyyub Peygamber’e “Topuğunu yere vur” denilir. Aradığı ayağının altındadır. Su ilme işarettir. O ilimle Eyyub(as) tamamlanır. Eksiklik kemale dönüşür. Suyla yıkanmak kemale erişmeyi gösterir. Eyyub Peygamber ne zaman ki, sabra duayı eklemiştir, o zaman eksik itmam olmuş, kemale ermiştir. Kamilin marazı olmaz. Maraz, ruhi olsun bedeni olsun bir sıkıntı, bir eza olarak algılanıyorsa, eksikliğe işarettir. Farz edelim bir kamilin bir görünür marazı var. O hiç şüphesiz bize görünendir. Bizim gözümüze hastalık gibi gelir. O kamile ise vız gelir…

İnsan afakta hakikati ararken, yanıbaşında da olsa hakikati tanımayabilir. Kimi de var ki, kovaya başını sokacak kadar surete aldanır. Suret avuçlanmakla hakikat ele geçirilemez. Hakikat size dilerse gelir, dilediği surette gelir, dilediği dilde gelir. Siz seçemezsiniz, hakikat sizi seçer. Şayet o lütfa mazhar olduysanız, onu “Benim beklediğim bu değildi” diyerek, değişken suretlerin içlerinde tecelli eden Vahid’i görmeyerek, gücendirmeyin.

Onu sabır ve salat ile bekleyin, gelmemesi düşünülemez.
Nasıl gelir? O bilinmez.
Hakikat sürpriz yapmayı, hayrete düşürmeyi sever.

*Hulk: Ahlakın tekili



Güneşe Bakamayız Ne Gam!

Hiç yıldızlara baktınız mı? Onlar çeşit çeşittir. Kimi kırmızıdır mesela. Ateşte kızdırılan demir gibi. Böylesi etrafında gezegen barındırmaz. Yalnızdır. Nefsine dönük, kendi kendine, bir başına, yabani. Bu kırmızı yıldızlar en soğuk yıldızlardır. Ateşi yalnız kendilerini ısıtır. Bunlar modern zaman aşıklarıdır. Yalnız nefsleri için severler. Böylesine aşk demeye hicab ederim. İnsanlık da son yüz yıl hariç böyle ben severliğe, bene tapana perestişe aşk dememiştir. Tutkulara, ele geçirme, sahip olma dürtülerine aşk demek zamanımızın kelimeleri anlamlarından kaydıran hastalığının neticesidir.
Bir de güneşimiz gibi sarı yıldızlar vardır. Bunlar ilkinden daha sıcaktırlar. Isısı arttıkça etrafına gezegenler takılmaya başlar böylesi yıldızların. Yüzü aleme döner, hayat verir, aydınlatır. Başkasına faydalı olur. Bunlar için nefsinden başkasına nefes veren, kendinden başkasını da nurlandıran yıldızlar denilebilir. Onlar aşkında karar bulmuş, ateşinden ziya ve nur bulmuş başkalarına da buldurmuş insanlara benzerler. Böylesine aşk nimettir, verili emanettir, o da emanette emindir. Gördüğü güzelliği izlediği yolu, kavuştuğu hakikati, aldığı hazzı diğer insanlara da tasadduk etmek ister. O görmek ve göstermek istemede Rabbinin izi üzeredir. O aşka hasisçe yapışmaz, onda yitip gitmez,aşkı korur ve onunla yol alır. Aşk yolunda saliklerini terbiye eden tüm mürşitler böyledirler.
Bir de beyaz yıldızlar vardır. Bu beyaz güneşler çok fazla ısınmıştır. Artık ısı o denli artınca etrafında yine bir gezegen kalmaz, erir gider. Varlık yokluğa dönüşür. Kendi de büyük bir patlama ile patlar, nefsini de yok eder. Bu yıldızlar da aşkında yok olmuş adamlara benzerler. Böylesi ehl-i vahdet-i vücud gibidir, hiçbir şeyi görmez. “La mevcude illa hu” der, kendini de yok sayar, “enel HAK” derler. Onların dilini kimse anlamaz, rehberlik edemezler, gözleri ışığın şiddeti zuhurundan kamaşmış, kendilerinden geçmiş, kurbette benlerini yitirmiş Hak ehli böyledir. Hidayettedirler, ancak hidayet edici olamazlar.
Biz “ümmeten vasaten” olmakla emrolunduk. Yedi ismin mazharı güneşimiz de vasat bir güneştir. Aşkımız da vasat olmalıdır. Ne kırmızı güneş gibi, ne beyaz güneş gibi. Bizden beklenen bu olsa gerek…
                                                          ***                                  
 Biz güneş ve ay metaforlarını kullanırken, birine ziyayı diğerine nuru veririz. Üstad peygamberlerden bahsederken onları “ güneşler” diyerek sıfatlandırır. Öte yandan evliya ve asfiya, “ay” ile teşbih edilirler. Biri kaynağı kendinden ışık, diğeri ise başkasından alınan ışık. Aynı şekilde Kuran’ın ziyasından söz edilirken, beraberinde Efendimizin Nur’undan söz edilir. Bu bir karşılaştırma sonucu isimlendirmedir. Yoksa kuşkusuz diğer peygamberler güneşler ise, Efendimiz Güneşler Güneşi’dir. Burada mukayese Kuran’la yapılmıştır.
 Dikkatinizi çekmek istediğim husus güneşin bir kaynak, ve ayın bir yansıma yeri bir perde olduğudur. Kaynaktan gelen ışık perdeden yansır. Kaynaktan çıkana ziya, perdeden gelene nur denir. Perde kusursuz ise ışık çok fazla değişme olmadan bize ulaşacaktır.Nurani ve zulmani perdelerden kasıt budur.
Ancak “Allahu Nurussemavati vel ard” denilirken Allah’ın Nur isminden söz edilir de, Ziya diye bir isminden söz edilmez. Oysa O’nun ışığı kendindendir. Hayret! Bu isimlendirme neden böyle yapılmıştır?
Biz güneşe doğrudan bakamayız. Allah’ın Zat’ına da öyle. Ne bu alemde ne de öbür alemde. Hatırlayalım Allah Musa(as)’a ne demiştir, “Len terani ya Musa”( Beni asla göremezsin). Burada mana bu dünya ile ilişkilendirilir, ve Rabbin bu dünya gözüyle görülemeyeceği söylenir. Doğru fakat eksik bir tefhim. Kanaatimce burada Allah’ın Zat’ı kast edilmektedir. Bu rü’yetullah için de geçerlidir. İnsanlar cennette Rablerini görmekle şerefleneceklerinde, O perdeleri kaldırın buyurur. Yalnız bir perde kalır. Ve insanlar O’nun Cemaline bakarlar. O bir perdenin ne olduğunu bilmiyorum. Fütuhat müellifi Cennet bahsinde bunu belirtmemiş. Belki “Azamet ve Kibriya” olabilir. Ancak anladığım şey şudur:  Biz O’nun Zat’ına ancak bir perdeden sonra bakabiliriz. O perde yüzündendir ki O’na Nur ismi atfedilir, ama Ziya ismi atfedilmez. Zira O bize kendisine muhatap olacağımız şekilde isimlerini öğretmiştir.
Rasulullah da insanların Rablerini, gökteki dolunayı gördükleri gibi göreceklerini söylerken, yine aya atıf yapmış, ve görmenin perdeli olduğuna işaret etmiştir. İnsanlar Rabbi güneşi gördükleri gibi görecekler dememiştir. Zira güneşe bakmaya takat yoktur.
O’nun hakikati ele geçirilemez, kuşatılamaz, ancak belirli bir perdeden, kab-ı kavseyn denilen mesafeden sonra O’na yaklaşılabilir. Bu anlamda İbn-i Arabi’nin dediği gibi mutlak anlamda vuslat yoktur. Bu tecelli yoğunluğundan hissedilen bir yanılsama olmalıdır. Allah Allah’tır, kul da kuldır. Bunların birleşmesi düşünülemez. Güneşe varılamaz. O’na ancak O’nun izin verdiği bir yakınlıktan bakılabilir. Bu da isimlerinin pencerelerinden müşahedeyledir..
Güneşe doğrudan bakılamaz ancak, bakılamayan haliyle bile o bize çok şey anlatır.



Acıdan Kaçmak


İnsan acıyla başa çıkmak için neler yapmaz ki…

Bazen acıdan kaçmanın yolu onu inkar etmektir. Kimi zaman öyle sahici inkar ediş biçimleri olur  ki,  iman ediş  gibi ihlaslı olur. Kişi bir şeyi yok sayar, halı altına süpürür, üstüne bir koltuk dayar, ve çıkıp o koltuğun üzerine oturur, eline bir kitap alır ve tamamen bambaşka bir konuya ilgi duyuyormuş gibi yapar. Aslında tek derdi o şeyden kaçmaktır. Acıdan…

Bazen bu bir şeyin yoksunluğu biçiminde tezahür eder. Hayatta hiçbir şey nesneler dahi birbirinin aynı değildir. Aynı görünenler dahi farklıdır, çünkü her an tecelliler yenilenir. Bir tek şey,  iki farklı anda aynı olmuyorsa,  bir şeyi elde tutmak, yahut bir şeyle bir şeyin yerini doldurmak mümkün müdür? Kaçan tutulabilir mi, terk eden döndürülebilir mi? Zaman nehri tersine akabilir mi? Maalesef…

Oysa tüm ihtiyacınız rahmettir. Bir rahmeti yitirmiş, yerine bir diğerini koyma çabanızdan tekme yemiş olabilirsiniz. O zaman ne yapacaksınız? Başka bir rahmet bulup ilkinin tahtına oturtmak mâtem ahlakına uygun gelmez. Oysa  kayıp sahibinin elindeki tek mülk mâtemidir. O zaman yapılacak şey yitiği aynı cinsten bir şeyle değil, başka bir şeyle telafi çabasına girişmektir. Bittecrübe biliyorum ki, rahmet  hikmetle telafi edilir.
Hikmet sizden tüm duyularınızı, tüm latifelerinizi, tüm varlığınızı talep eder. Onu almak için her şeyinizi verirsiniz. Hem verecek bir şeyiniz kalmadığı için, artık bir şeyini yitirmiş insanın acısını duymazsınız; hem de tüm enerjinizi teksif ettiğiniz şey, sizi farkına varmadan ele geçirir. Böylece hikmetin soluğu,  tüm letaifinize teker teker ruh üfleyerek size iade eder. Bir de bakmışsınız rahmet yitirdim sanırken aslında rahmet edilmişsiniz, mahrumiyet sandığınızla nimetlendirilmişsiniz. Yok vardan daha iyiymiş de bilememişsiniz. Bunu size söyleyen hikmettir. Hikmet rahmetin işleyişini anlamamıza yardım eden biricik ilkedir.

Bazen varlığınızı o kadar kırılgan, o kadar sanal, o kadar vehmi addedersiniz ki, “acaba hakikaten var mıyım?” diye denemek istersiniz? Bir yol iyi işler yapmak ve işlerimizin yansımalarına, geri gönüşlerine bakmaktır. Güzel bir söz söylersiniz, karşınızdaki gülümser. Onu güldürebiliyorum demek ki varım, demek bir etkim var, bir gücüm var, bir tesirim var dersiniz. Bazen kırılganlığınız sizi iyi işler yapamayacak kadar takatsiz bırakır, nefesiniz kesilir, varlığınız nazarınızda silinir. O zaman bu kabullenemeyişle dışarı çıkar ve birine tekme atarsınız. Bir adama bağırır, birine bozuk atar, biriyle hır çıkarırsınız. Birinin sabrını taşırırsınız. Bu ilkinden daha kolaydır, daha az enerji ister. Daha çabuk geri bildirim alırsınız. Bu yüzden karşınızdaki size kıpkırmızı bir suratla tepki gösterirken siz yaramaz bir çocuk edasıyla kıs kıs gülersiniz. Var mışım, beni umursuyorlarmış, derileri o kadar da kalın değilmiş, bak dürtebiliyorum, demek ki kudretim varmış…İyi gelir…

Bazen de neşeye yapışırsınız, hazza, keyfe, güzelliğe, eğlendirene, eyleyene, oyalayana… Bitmek bilmez enerjinize, esprilerinize, milleti gülmekten kırıp geçirmenize bakan sizi çok mutlu sanabilir. Aslında değilsiniz? Bu sadece bir mutlu olma çabasından ibarettir. Belki dilde gülersem, ve herkes de benimle gülerse, o zaman umulur ki kalbim de güler…Bu numara mıdır? Rol yapmak mıdır? Hayır, bu dua etmektir… Çaba sarf etmektir…Bir gün olur ‘mış gibiler’ hakikate döner, dildeki zikir kalbe kök salar.

Bazısı da hareket eder, sanki yürümekle, koşmakla, her türlü sportif faaliyeti yapmakla, acıyı terle beraber üzerinden atacakmış gibi hisseder. Bu mümkün müdür? Acı bir vücut atığı gibi atılabilir mi? Yürüseniz yürüseniz ondan ne kadar öteye gidebilirsiniz, koşsanız ne kadar uzağa kaçabilirsiniz. Kaçamazsınız, çünkü o sizinle beraberdir, acı ‘ben’e dahildir. Enenin içinde mündemiçtir. İnsanın sonsuz aczi ile sonsuz emeli arasındaki çelişkinin göbeğindedir. Bu bir korku filmi repliği bir hayalet hikayesi değildir, haza hakikattir. Ne yıldızlarda ne çiçeklerde devası yoktur acının. Çünkü acı bir maraz değildir, bir araz değildir, insanın asli unsurudur. İnsan acı, meşekkat, zorluk içinde yaratılmıştır. Hastalık olmayan şeye deva aramak beyhudedir. Derdin kendisi varlığımız için bir imkandır. Biz acı ile öğreniriz….

İnsan acıdan halas olmak için bazen de affeder, ötekini, kendini…
Acıya dur demektir affetmek…
Acıdan kaçmak öğrenmekten kaçmaktır…
Acıdan kaçmak hikmetten kaçmaktır…
Acıdan kaçmak rahmetten kaçmaktır…
Rahmet acının göz bebeğindedir. Her şey zıddını da içerir. Ancak acının gözüne cesaretle bakanlar onu görebilirler…

27 Aralık 2012 Perşembe


Masallar Gerçekten Sadece Masal mıdır?

Kızımı ve arkadaşlarını oyuncak müzesine götürdüğüm bir hafta sonuydu. Onlara yıl boyu ders veren ablaları Yasemin ve Emine de yanımızdaydı. Önceden “arabada beklesem de onlar gezse” diye mütereddit durduğum halde, sonradan kendimi nasıl olduğunu anlamadan oyuncakların büyülü dünyasına kaptırmış buluverdim. Ne bu dünya yalnız ve katıksız bir  gerçekti, ne oyuncaklar sadece oyuncak. Bizim çokça ciddiye alıp yaşadığımız olaylar ve hadiseler kimi zaman bir oyun kuran çocuğun dünyasından daha az anlamlı oluyordu. Dünya hayatı bir oyun ve oyalanmadan ibaretti. Ancak her oyun içinde hakikate bir işaret bir remiz bulunduruyordu. Oyuncaklar ise yapıldıkları dönemin sosyal kültürel zeminini, yaşam biçimlerini, zihniyetlerini anlatıyorlardı.

Sufiler der ki “Doğrudan laf ancak ahmağa söylenir, ârife işaret yeter.” Üstadımız da bunu “Mecaz avâmın elinde hakikate inkılab eder” sözü ile tasdik ediyor. Sutûr-u hadisat altında hakikat anahtarları gizleniyor. Her münferid olay bir büyük külliyetin parçası ve külli bir kanuna istinat ediyor. Bunları düşünerek dolaşıyorum beyaz köşkün koridorlarında. Yorgunluk çöküyor ve kafeteryada birer meşrubat ikram ediyorum büyük ve küçük kızlara.

Tam o esnada eski bir arkadaşımı görüyorum, çok derinlerden sevdiğim bir kız, bir çocukluk arkadaşım Dorothy. “Yoksa Dorothy’i tanımıyor musunuz?” diyorum kızlara. Bizim minik hariç kimse tanımıyor Kansas’lı teyze ve eniştesiyle yaşayan bu yalnız küçük kızı. Ben Dorothy’i hiç unutmadım, çünkü onda bana hep beni hatırlatan bir şeyler vardı. Öyle ya gittiğimiz her yerde, sevdiğimiz her kişide kendimizden bir parça ararız, bulduk mu o zaman mekanlar, insanlar bizim için ayrılamayacağımız birer dost olur. Bir kişiyi ne kadar kalbinize gömerseniz o kadar sizin demektir. Bu tıpkı şehirlerin sahiplerinin mezarlıklara bakılarak belirlenmesi gibidir. Üzerinden zaman da geçse, tozlu raflara da kalksa, kalp toprağına gömülü her dost, karşınıza çıktığında, yahut ondan bir alametle karşılaştığınızda bâs-ü badel mevt gibi tüm tarihçe-i hayatı ile karşınızda dirilir. Siz de sanki hiç ayrılmamış gibi bitimsiz bir muhabbetle ona sarılırsınız. Kim bilir belki haşirde sevdiklerimizle karşılaşınca da böyle hissedeceğiz.

OOO! Ben Dorothy’le  düşüncelere, anılara dalıp gitmişken bakıyorum da hem büyük hem küçük kızlar evvelce oturdukları yerleri bırakıp bir masanın etrafına doluşmuşlar, “Mona abla bize masal anlatacak” der gibi gözlerimin içine bakıyorlar. Kendimi yaşlı hissediyorum, masalcı nineler gibi. Ne yapalım hakikat bu, ben onların hepsinden daha yaşlıyım, anlatacak daha fazla şey biriktirmişliğim bu yüzden. Bu merakla parlayan gözleri nasıl geri çevirebilirim ki, hiç bir şey bulamasa bir şeyler uydurur insan bu beklentiye cevap verebilmek için. "Beklentiye cevap vermek" bir riya mı? Hayır hayır. Üzerimde tecelli eden ism-i Vedud beklentilere de elimden geldiğince cevap vermemi vacip kılıyor. “Oz Büyücüsü kitabını okumalısınız, yahut filmini izlemelisiniz” diyerek söze başlıyorum, her bir ayrıntısı bir anlam içeren, tüm imgeleri bir şeye işaret eden, mesel ve hikaye ile hakikate hayal yolundan kapılar açan bir kitap Oz Büyücüsü. Temiz bir İsevi zihnin ürünü, İncil’deki hikayelere çok benzeyen bir anlatım dili var, bir küçük kızın üzerinden bize bu dünyadaki serüvenimizi anlatıyor. Yahut ben hep öyle düşünmeyi tercih ettim.

Hristiyanlıktaki tasvir serbestisi onlara hikaye anlatmada, resimde ve son yüzyılda sinemada bir yetkinlik vermiş. Bu alanda kabiliyetleri gelişmiş, Allah’ın farklı ümmetlere verdiği farklı yetenekler bunlar. Hayırda yarışmak için kullanılması gerek. 

Dorothy Kansas’lı demiştik ya, Kansas’ın ve sair Orta Amerika’nın baş belası kasırgaları malumunuz.
 Kocaman bir hortum Dorothy’nin evini alır ve bambaşka bir dünyaya uçurur. Artık memleketinden ve akrabalarından ayrı düşmüş küçük kız, var gücü ile evine dönme yolu arar durur. Hemen yolculuğun ilk şaşkın ve telaşlı anında karşısına Kuzeyin Cadı’sı çıkar, bu iyi bir cadıdır, küçük kıza yardım eder. Bana melekleri hatırlatır bir benzeri de güneyde bulunan Güney Cadısıdır. Söylediği şey şudur. “Sarı taşlı yoldan ayrılma, bu yol seni Zümrüt Şehre götürür, orada Oz Büyücüsünü bulacaksın, o evine nasıl döneceğini bilir.” Yapılacak şey bellidir, bu acaip memleketin her yerinde kesintisiz devam eden sabit ve değişmez tek unsur sarı taşlı bu yoldur. Ondan ayrılmayarak Dorothy sırat-ı müstakimi takip edecektir. Bir de çeldiriciler vardır, olmaz mı? Doğunun cadısı Dorothy’nin evi yüzünden ölür, Batı Cadısı ise kız kardeşinin intikamını almak ister, tek derdi Dorothy’yi sarı taşlı yoldan ayırmaktır, zira sadece o zaman küçük kıza tesir edebilecek, kötü planlarını gerçekleştirebilecektir. Kötü kız kardeşler Doğu ve Batı Cadıları insana musallat olan sağdan ve soldan yaklaşan şeytanları hatırlatır. Tüm güç ve nüfuzları seni yoldan çıkardıktan sonradır.

Oz Büyücüsü ise peygamberleri çağrıştırır. Zira melekler değil onlar insanı sahili selamete çıkaracak yolun rehberidirler. Hikayedeki Oz Büyücüsünün de Dorothy’nin geldiği dünyadan gelmiş olması bunun açık bir kanıtıdır. O da memlekete dönmek istemektedir, beraber döneceklerdir. Zira ahiret yurdumuza asli vatanımıza kavuşmak ancak peygamberlerin elini tutmakla mümkündür. Oz Büyücüsü Dorothy’i bir balonla götürecektir. Zira göksel krallığa ancak semaya uruç edilerek gidilebilir, yürüyerek gidilen her yer cehenneme çıkar.  Tüm yolculuk sırasında Batı Cadısı faaldir. Etrafı çiçeklerle bezer, üzerlerine uyutucu büyüler yapar. Dorothy sadece çiçeklere bakmak ister, onları koklamak, dokunmak, ne kadar masum bir istektir güzelliğe çekilen insanın isteği, ne kadar tatlıdır muhabbetle cezb olmak. Ama insan gaflete düşer. Uyur. Dorothy gibi. Çiçeklerin arasında bir ölüm uykusudur bu. Cadı zafer mi kazanmıştır? Dorothy uyuyakalmıştır.

Yalnız değildir küçük kız. Yolculuğun başından bu yana yanında kendisine yol arkadaşlığı eden varlıklar vardır. İlki ve en yakın dostu Korkuluk. Oz Büyücüsüne gitmek niyetindedir. Korkuluğun kalbi vardır ama aklı yoktur, bir akıl isteyecektir büyücüden. Korkuluk bana insanların tarımla meşgul oldukları eski dönemlerin insanlarını hatırlatır. Bilim yoktur, aklı işletmek için çok da hacet yoktur. İnsanlar cahil, ama iyi yüreklidirler. İkinci dost Teneke Adam’dır. Bana sanayileşme çağındaki insanları anımsatır. Teneke adam güçlüdür, dayanıklıdır, akıllıdır, ama kalbi yoktur. O da bir kalp istemektedir. Zaman zaman ağlayacak gibi olur paslanır. Zira modernitenin çarkında bir dişli, bir makine, bir robot olan insanın ne hüzünlenmeye, ne depresyona girmeye hakkı vardır, ağlamamalıdır, ağlamak devreleri bozar, insanın verimliliği düşer. Oysa ağlaması Teneke Adam’ın bir kalbi olmasının da başlıca şartıdır. Ağlamalıdır ki bir kalbi olsun, öyle ya gözyaşları kalp işaretidir. Ve üçüncü dost Aslan’dır. Aslan ama korkak. Biraz cesaret istemektedir. Oz Büyücüsüne bu yüzden gidecektir. Aslan hayvanlar aleminin kralıdır oysa, güçlüdür, cesurdur, asildir, efendidir. N'olmuştur aslana böyle, her şeyden korkar hale gelmiştir? Modern dönem sonrası insan kainatın efendiliğinden hurdebini bir mikroptan kayan bir yıldıza kadar her şeyden korkan en zelil yaratığı derekesine aynen böyle düşmemiş midir? Oz Büyücüsü aslana cesaret vermeyecektir, ona kendi hakikatini öğretecektir. Kendi hakikatini öğrenen aslan zaten hiçbir şeyden korkmaz aleme meydan okur bir hale gelecektir.

İnsanın dosta ihtiyacı vardır. Yoldaşlarımız da biz de ihtiyaç sahibiyiz, eksik ve kusurluyuz, tamamlanmaya muhtacız, tekamül etmek istiyoruz. Birlikteliğimiz bize birbirimizin eksiklerini tekmil etmek için verilmiş. Yol boyu küçük kızın cesareti aslana ne kadar lazımsa, aslanın şefkati de Dorothy’e o kadar lazım. Korkuluğun kalbi Teneke Adama, Teneke Adam’ın aklı korkuluğa gerekli. Arkadaşları ise uyuyan Dorotyh’yi uyandırmak için hayati önem arz ediyorlar. Evet, Dorotyh cadının tuzağına düşüyor, ama tuzaktan onu dostları kurtarıyorlar. Hepimizin bizi düştüğümüz tuzaklardan kurtaracak dostlara ihtiyacımız var. Yoksa hangimiz bir şeylerle büyülenip sapıp gitmiyoruz ki…

Yaşadığımız yer bir Zümrüt Şehir de olsa, bu memlekette nice harikalar da bulunsa, biz evimizi ve Sahibimizi özlüyoruz. Hiçbir çiçek kokusu, hiçbir gümüş at, hiçbir zümrüt şato, hiçbir yaman sevda evimizden ayrılığın Efendimizden uzaklığın kalbimizde tutuşturduğu ateşi söndüremez. Bu dünyada asla rahat etmeyeceğiz, etmeyiz, etmemeliyiz! İnsan ancak evinde rahat eder. Biz bir kasırganın bu dünyaya düşürdüğü küçük kız gibi yolumuzu arıyoruz. Sarı taşlı yoldan devam edeceğiz. Oz Büyücüsünü bulacağız, onunla eve döneceğiz. Dostlarımızdan da kusurlarına rağmen ayrılmayacağız. Bize teklif edilen Oz Ülkesinin hükümranlığı da olsa Dorothy gibi “hayır” diyeceğiz, çünkü biz de evimizi özledik. Biz ancak bu dünyanın oyuncaklarını bize evimizi hatırlattıkları için seviyoruz. Tıpkı benim Dorotyh bebekle çıktığım yolculuğu, kızıma okuduğum her masalda hayalime düşen imgeleri sevmem gibi.

Masallar yalnızca masal değildir. Ben kızıma masalları okurken, onunla çocuk filmleri izlerken onları bir kez daha anlamlandırmayı öğrendim, görmek isteyen gözler için masallarda çok güzel hakikatler gizlidir. Siz bir de bu nazarla bakın, iddiaya girerim çocukken okuduğunuzdan çok daha lezzetle masalları okuyacaksınız. 



26 Aralık 2012 Çarşamba


Gece ve Seni Seviyorum

Son zamanlarda geceleri hiç uyuyasım yok. Bazen kendimi zorla ayakta tutmaya çalıştığımı fark ediyorum. Geceleri ağır ağır işleyen saatin tıkırtıları, bir müzik gibi geliyor bana. Zannım o ki gece, zaman kimseyi uyandırmasın diye ayak uçlarına basarak, ağır ağır ilerliyor. Dakikaların aralarına sanki bir flütün, bir arpın yumuşak ve dirilten tınısı karışıyor. Kulağın duydukları var, bir de kalbin… Melodilerin meleğine yöneliyor kalbim muhabbetle. Gecenin mahiyetini düşünüyorum. Geceyi keşfetmek arzusundayım.


Kur’an’da gece ve gündüz anlatımları dikkatimi çekiyor. Gecenin ve gündüzün çevrilişi mesela. Zorluk ve kolaylık evrelerine işaret ediliyor. Sıkıntı ve ferah zamanlarına. Kabz ve bast hallerine. Geceler acı çeken bir insan kadar sessiz ve şerefli gözüküyor. Her tür şikayetten uzak, kelimelere dökülmemiş, varlığa dair cevaplanmamış soruların getirdiği bir sükut var gecede. Dokunulası derecede mücessem…

Gecenin koruyucu bir tarafı da var üstelik. Üstümüze örtünen bir yorgan gibi gece. Emniyet veriyor. Tüm arızi özelliklerimizden sıyırıyor bizi, kadın erkek, Türk Arap, güzel çirkin, zengin fakir olmak hiçbir anlam taşımıyor geceleri. Renkler gibi farklılıklar da birleşiyor. Ne mavinin ferahlatıcı soğukluğuna ne kırmızının depremler yaratan tutkusuna yer var  gecelerde.  Her şey aslına, yokluğun siyahına dönüşüyor. Gündelik kıyafetlerimizden soyunup pijamalara büründüğümüz gibi, cismimizden de soyunup saf ruh haline, ikram edilen varlıktan yokluğa  dönüşüyoruz . Kılıçlar kınlarından kurtuluyor, ruhlar özgür kalıyor. Her şey aslına, hepsi  Bir’e dönüşüyor…

Ruhum yolculuğu sever. O genellikle geceleri seyr-ü sefer eder. Bazen uyanık ve tefekkürde zikirde, bazen de en sevdiğim meleğin küçük kardeşi, uyku meleğinin koynunda yol alır ruhum. Mizansenler kurar uyku meleği bana, tiyatrolar sahneler, kimi zaman en anlaşılmaz sanat filmleri kadar girift ve karmaşık manaları, kimi zaman da apaçık hakikatleri önüme serer. Geceleri arzi âlem yok olur, semavi âlem var olur. Semanın yaratıkları inerler, soyut kavramlar vücut elbisesi giyerler, rüyalarıma girmek için sıraya girerler. Şeker kapmaya çalışan çocuklar gibi neşeli bir itiş kakış…

Geceleri son zamanlarda salondaki hat levhasına bakıp zikr-i Yakub(as)’u tekrarlıyorum. “Fe sabrun cemil” Onun yani nam-ı diğer İsrail’in hikayesini düşünüyorum. Derler ki, o gece yolcusu imiş. Kendisine düşmanlık besleyen kardeşinden uzaklaşmak için gündüzleri saklanıp geceleri yol alırmış. Kuşkusuz bu, işin zahiri tarafı olsa da, İsrail’in gece yolculuğu aynı zamanda onun geceleri ihya eden bir abid olduğunun da alameti. Benim de gündüzleri peşime düşen, nefsani arzularımdan inşa edilmiş kocaman bir canavarım var. Vehmimle inşa ettiğim, sonra korkup bir köşeye sinip kaçtığım bir hayalet. Bunun için Yakub gibi gibi geceleri yol almaya, gündüzleri köşe bucak saklanmaya muhtacım. Çünkü canavar ancak geceleri yorgun düşüyor ve ruhumun peşini bırakıyor.

Yakub’un gecesi benim geceme benzer mi acep?  Onun gecesi kutuplardaki altı aylık geceye de benzemiyor ki!  Onun gecesi bitimsiz bir gece. Ayrılığın mağribi Yusuf gözden kaybolunca batan güneşle başlar. Yusuf’a kavuşuncaya dek fecrin yüzünü göremez ki Yakub. Yusuf  Yakub’un güneşi. Hayat,  İsrail’e gece. Yusuf’un yıldızlı rüyası, Yakub’un gecesi. Bazen seven, sevdiğine gündüz olsun diye geceye razı olur ya, o hesap…
Ayrılığın sıbır otunu tadanlar, ucu bucağı olmayan bir geceye takdim olunurlar. Ayrılığın acısını aşıklar bilir. Onlar, bu dünyada gönülleri sevgiliye bir kez değdikten sonra  batan güneşin ardından, ölüme dek beklerler. Sabah namazı çağrısıdır ölüm. Ne güzel ezandır o sabah ezanı! Gün doğum müjdesidir ten kafesinden azad oluş. Şüphesiz aşıklar sevgiliye kavuşmak varken uyumaz, uyuyamaz. İşte tam da bu yüzden cennette uyunmaz…

Denir ki Peygamberlere bırakılsaydı hepsi ölmek isterdi. Ama O kendilerinden burada kalmalarını ve vazife yapmalarını istedi. Onun hatırına ondan ayrı kalmaktır tüm gece ehlinin işi. Onlar bu dünyada güneşin doğuşunu beklemezler. Her dünyevi lezzet, bir fecr-i kazibdir Hak aşıkları için. Aklı çeler, gönlü sevgiliden kaydırır. Olmaz!  Allah’ın dostları yıldız böcekleri gibi yalancı güneşlere bakamaz…

Onlar gözleri sevgilisinden başkasını görmemiş, kendilerine de başka gözü değdirmemiş olan kimselerdir. Zira nereye bakışlarını tevcih etseler O’nu görürler. Kendilerine gelen her tecelli, bakan her göz, seslenen her sadâ Onundur. Gördüğüm O’dur, işittiğim O’dur, sevdiğim O’dur, aradığım O’dur…

Gece ehli ateş yakar. Çünkü gece soğuk olur. Hele Musa gibi çölde iseniz, yolunuzu yitirmişseniz, her türlü yardıma acz ile muhtaç iseniz, bir ateş bulmak istersiniz. Ateş ısıtır. Ateş aydınlatır. Ateş yol gösterir. Musa gibi sahibinizden uzakta büyümüş bir bebekseniz, küçükken de üstüne atıldığınız, yanmaktan hiç korkmadığınız ateşe sarılırsınız. Ateş,  gece ehlinin içinde yanar. O ateşi besleyen şey, sanıldığı gibi odunlar değildir. Gönüldeki ateş, gözyaşlarıyla beslenir, istiğfarla nefeslenir.

Ateş benim için de Hakk’ın kutsi bir tecelligâhı, O’nun kelamına muhatap olduğum bir yerdir…

 Geceler tenzih zamanlarıdır. Varlık çekilir, tecelliler biter, insan karanlıkta ancak Rabbinin Zat’ına gönlü ile yönelir. Gece, evli yahut bekar herkes için yalnızlık vaktidir. Aynı yatağa da baş koysanız, ayrı ayrı uyur, ayrı ayrı rüyalar görür, ayrı ayrı uyanırsınız. Okuduğunuz dualarınız, tesbihleriniz, karanlıkta küçücük kaldığınız seccadeniz, sayısını bilmediğiniz zikir ve sessiz seslenişleriniz yalnız O’nadır. Uyuyanlardan yüz çevirir, Hiç Uyumayan’a yönelirsiniz. Toprak sizi sarmalar, siz toprak olursunuz geceleri…

Ancak O sizi unufak olsanız da görür, toza dönüşseniz de bulur çıkarır, sizi dinler, derdinizi anlar, ancak O’dur gecenin Nur’u.
Her gece bir adım daha yaklaşırsınız O’na, her gece bir kere daha öper alnınızdan.
Hiç boş dönmezsiniz O’nun yanından. Mutlaka sırtınızı sıvazlar, mutlaka avutur sizi.

Bir şey akıverir kalbinize usulca, “Kim o!” dersiniz, “Benim ben” der çok tanıdık bir sözü tekrarlar gibi. “Ben"  demek en çok O’na yakışır.
Kalp kabınızı her gece şefkatle doldurur, bir sonraki geceye kadar yeter o ma-i muhabbet…
Tek söyleyebildiğiniz “Seni seviyorum” dur. Cevabı duymanıza hiç gerek yoktur…

24 Aralık 2012 Pazartesi



Aşık da Olsak Güneşi Küstürmeyiz


Üstad Bediüzzaman aşığın halini anlatırken onu, ‘sevgilisinin gül cemalinin güneşi sönük bıraktığı’ zannında bir adam olarak resmeder. O, aşığa güneşi gücendirdi diye kızar. Ne hoş! Öyle ya asıl hüner,  güneşi gücendirmeden aşık olmaktır. Güneş, ismi azamın yedi ışığı onda saklı bir misbah. Yedi isim, yedi renk. Ferd, Hayy, Kayyum, Hakem, Adl, Kuddüs, Ehad. Mor, Lacivert, Çivit mavi, Yeşil, Sarı, Turuncu, Kırmızı.
Aşık sevgilisine yalnız ehadiyyet makamından bakarsa onu bir kainat gibi görür. O,tek bir şeydir, fakat tüm varlığı içinde barındırır. Onun kendi güneşleri, çiçekleri, denizleri, dağları, fırtınaları vardır. O ateştir, sudur, havadır, topraktır. O yakar, o serinletir, o nefes verir, o emniyettir. O solunca tüm evreni solar aşığın. Bu bakış açısı,tek bir noktada alemi görmektir, ehadiyyete nazar etmektir. Ancak güneşi küstüren aşık, bu ismi diğer isimlere perde yapar. Oysa pencere yapmak da mümkündür. O zaman güneşi de gücendirmemiş olur.

 Tek bir noktada alemi görürken o noktanın dışını da gözden kaybetmez.

Alemi küstürmek ne demek! Bilakis, sevgilinin yürüdüğü sokaklar güzeldir, onun baktığı yıldızlar, dokunduğu ağaçlar, onu aydınlatan güneş, onu ferahlatan rüzgar sevilir. Aşk Hayy makamında insanı diriltir. O, bünyeye gelince, insan duyargaları aleme açık, her şeyi hisseden, sezen, gören, işiten bir varlık haline gelir. Önceden duymadığı kuş seslerini duyar, öneceden görmediği melekleri farkeder, eşyanın ruhuna dokunur, alemi sanki o an yepyeni yaratılmış gibi(filhakika öyledir) temaşa eder. Aşk Kayyumiyet makamında bir ebediyyet duygusu verir. Muhibbe  her şeyin sabit ve mukim olduğunu, Biri sayesinde ayakta tutulduğunu, o Birinin kendisini de ayakta tuttuğunu, her gün her sıkıntıya o Kayyum sayesinde kıyam ettiğini hisseder. Aşk Kuddusiyyet makamında başta sevgiliye olmak üzere her bir varlığa kudsiyyet atfeder, aşık her şeyi kusurdan ari, ve temiz görür, şayet sevgilide kusur olsa aşık o Kuddüs ile onu yıkar paklar, tertemiz eder. Aşk sayesinde gözünü neye çevirse kudsi bir hürmet duyar. Aşkın vartası, imtihanı, Ferd ve Ehad isimlerinin tecellilerine fazlaca kapılmasındadır. İmdada Adl ve Hakem isimleri yetişmese aşıkın hali perişandır. Ferd Ve Ehad isimlerinin cazibedar girdabından kurtulamaz.  Zira güneşe kavuşmak, aşkın hakikatine ermek, onun tüm renklerini, onda tecelli eden tüm isimleri cem etmekledir. Yoksa mecazide takılıp kalınır, hikmet olmayınca mecaz hakikate inkılab eder, aşık da bir putpereste döner.

Kelimede yazılı kitabı görüp onda boğulmamak, kapaklar arasındaki külli ve büyük kitabı unutmamak, hardal tanesinde boğulmamak, nazar ederken diğer duyuları köreltmemek mümkün müdür?  Hem ferdiyyet ve ehadiyetteki harikuladeliği, bir şeyin her şey kadar anlamlı oluşunu temaşa edebilir, hem de her bir şeye hakkını tastamam verebilir, her şeyi bütünle alakadar kılan hikmeti çözebilirsiniz. Böylece kitabın tek bir cümlesi değil, tamamı hafızanıza nakş olur. Belki sadece en sevdiğiniz cümleyi ayırabilir, en çok onu zikretmekten hoşlanabilirsiniz. Ancak bu cümle dahi kitabın tamamı içinde anlamlıdır,bilirsiniz. Muvazene her yol gibi aşk yolu için de şarttır. O da Adl ve Hakem isimlerinden heybenize az da olsa koymadan yapılabilir bir iş değildir.

Öyle ise aşığın hamakati mukadder değil, mümkündür. Üstad zorunluluktan değil, tehlikeden söz eder. Yoksa tehlike bertaraf edildiğinde yolu “çok keskin bir yol” olarak tarif etmektedir.

Bu nasıl olur? Aşkın tabiatı işgal edicidir. Kendisi dışında her şeyi yok eder? İçimizde çok kıymetli latifelerimiz var. Aklımız hayalimiz, nefsimiz, kuvvelerimiz, melekelerimiz, kalbimiz. Şayet bunları birer divan heyeti, birer bakanlar kurulu gibi düşünürsek, kalbe gelen aşk diktatörse, sulta koyuyorsa, danışmanları, bakanları vezirleri dinlemiyorsa, birden çok latifenin nazarıyla aleme bakamıyorsa, ‘dediğim dedik’ tutturuyorsa, o zaman insan önce latifelerini ezer geçer. Sonra aklının, hayalinin, marifetinin, sırrının, ve sair melekelerinin hatırını kırar. Böylesi bir aşk işgal ederken önce Hayy ismini ezer geçer, kendi latifelerini hayattan mahrum eder. Onlara kulağını tıkayan  kalp ne kadar samimi olursa olsun, körleşir. Önce iç alemdekileri, sonra dışarıdakileri kırar. Her şeyi mecazi mahbubuna feda eder.

Öyle ya,  kalbe zerk edilen aşktan her latifenin hissesi vardır. Kalbin muhabbetle, hayalin tasavvurla, aklın hikmetle, nefsin ise hazla o aşktan hissesi olmasın mı? Aşık onlara hisselerini vermeyip aşkı hasisçe kalbine kitlerse, daha gözü kararır, ne afakta ne enfüste kimseyi gözü görmez. Bir isimden diğer isimlere, bir latifeden diğer latifelere bir insandan diğer insanlara geçemez. Birini sevmek onda bütün insanları sevmek, ve dahi alemi sevmek, doğan güneşi, açan çiçekleri, yağan yağmuru, gezinen bulutları sevmek hissini tevellüd etmez. Bu yüzden de penceresi kapalı ve sımsıkı perdeli olan ne içinde Hakka yol bulur, ne de dışarıda O’nun işaretlerini okur. O aşık aşkına mahpustur artık, gardiyan da odur, mahkum da odur.

Oysa Allah’ın yarattığı her şeyin bir hayra bir şerre bakan yönü vardır, bu Mukaddes Kitap için dahi böyledir. Onunla kimi yol bulur alaya erer, kimi sapar da cehenneme yuvarlanır. Aşk da diğer tüm yaratılmış şeyler gibi yüzü insanın istidadına, duasına, aczine ve istiğfarına göre ya hayra döner, ya başa en büyük bela olur.Aşk denilen ateş topu, büyük bir enerjidir, patlayabilir, insanın dünyasına bir kıyamet gibi kopabilir, ancak atom enerjisi gibi kontrol de edilebilir, sayısız faydaya sevk edilebilir.

Aşk böylesine verilmiş bir gece rengi Arap Atı gibidir. O vahşidir. Ama alemde ondan daha hızlı bir binek de yoktur. Efendi onu birine hediye ettiyse bir hikmetle etmiştir. “Bu hediyeyi terbiye ile uğraşamam” deyip çekip vurmak, bilhassa hediye sahibine hakarettir. Belki ilk anda sırtına binemezsiniz, belki sırtına eyer vuramazsınız, ama usulca yaklaşıp onu tanımaya çalışabilir, aranızda bir bağ kurabilir, oturup ihtişamla koşuşunu seyredebilir,  umulur ya ona dokunabilir, onu ellerinizle besleyebilirsiniz. Bir gün gelir aşk size alışır. Siz de ona, ve o vakit bir bütün olursunuz. O zaman binici ve binek ayırd edilemez olur. Siz aşk olur, aleme de tüm isimlere de, Hakka da aşkın tarikinden vasıl olursunuz.

Mecaziyi hakikiye çeviren aşk, biri için öbürünü küstürmeyen aşk, güneşi darıltmayan aşk, ancak aşkı kalpten dışarı taşırmamakla, iç alemde meşveretle ve ortaklıkla, tüm latifeleri eritmeden, yitirmeden tek bir zat kimliğinde  tevhid etmekle mümkündür. O zaman aşkın gözü kör olmaz, Hakka bakar, O’nu müşahede eder.
                                                                       

18 Aralık 2012 Salı

Bir'e ve çok'a, kadına ve erkeğe dair bir not...

İnsan hep birle çok arasında bir yerde durur. İlişkileri nispetleri hep bire veya çok'adır.
Hayat makamlarla hiyerarşilerle kuruludur.
Bunlara riayet etmeden Yakub'un göğe uzanan merdiveninden çıkamazsınız.
Hani şu batılıların resmettiği imge, Yakub Peygamber bir merdiven görür, melekler ondan inip çıkmaktadır.
Bu merdiven imgesi çok esaslıdır.

Nefsime bakıyorum. Bilgimin ilk kaynağına, ben'e.
Bir kadının ilk bakışta biri ve çoku nedir?
Eşi ve çocukları tabi.
Kadın çocuklarını çok'a dönük bir sevgiyle, eşini bire dönük bir sevgiyle sever.
Bire dönük sevgi bir yere ait olma sevgisidir. Vatan sevgisi gibi. Evini sevmek gibi.
Kadın kocasını aidiyetle sever. Çocuklarını sahiplikle.
Aidiyet biredir, sahiplik çoka.

Bu yüzden feministlerin itirazlarını, modern zamanların isyanlarını göze alarak söylüyorum ki erkekler karılarını sahiplikle severler. Aidiyet sevgisi değildir onlarınki, bu yüzden severken birini bırakıp yerine bir başkasını koymazlar, birden fazlayı sevebilirler. Tıpkı kadınların çocuklarını sevmesi gibi...

Kadınlar için bu doğru bir nispet değildir. Ahlaki olarak doğrudur değildir bir yana, fıtri olarak kadına ait gerçeklik onun erkeğe bire yönelir gibi, bir üst makama, aidiyetle yönelmesidir. Bu yüzden biz kendimize kıyasla baktığımızda erkekleri anlayamayız. Onların da bizim gibi sevmesini bekleriz. Onları anlayabilmemizin tek yolu bizim çocuklarımıza yönelik sevgimize bakmaktır. Çok'a yönelik tavrımıza, sahip olduklarımıza bakışımıza.

Şirk üst ilkeye dönük bir ikilik vaz etmektir. İnsan aynı anda iki yere, iki şeye birden ait olmaz. Aidiyet illa ki biredir. Ancak sahiplik için şirk kavramı kullanılamaz, birin çok şeyi olması mülkiyetinde çok yer bulunması mümkündür.

Olmalıdır demiyorum, ama olabilirliği anlamaya çalışıyorum. Varlıktaki hiyerarşiyi anlamak ve o merdivenden yukarı çıkmak istiyorum.

İnsan sahip olduklarına dönerek yüzünü kesrete döner. Bu yüzden sahip olduklarımız bir fitnedir. İnsanın kendini toplayabilmesi ancak aidiyetinin mensubiyetinin olduğu yere dönmekle olur. Bu yüzden kadına kocasına itaat emredilirken tersi emredilmemiştir. Bir üst makama dönüş esastır. Üst ilkeye. Bir'e...

Bu yüzden bir kadın kendini bir adamda toplar, bir olur. Bu yüzden erkekler kendilerini kadınlarda dağıtır paramparça olur. Bu yüzden biz onlarla onların bizimle saptıkları gibi sapmıyoruz. Biz en fazla birini terk edip birine bağlanıyoruz. Bu bizi dağıtmıyor, parçalamıyor.

Kadınlar için erkekler birliğe varmanın, tümel olanı kavramanın, toplanmanın bir yolu iken, erkekler için kadınlar çokluğa gidişin tikellerin bilgisini elde etmenin, ayrıntıda gizlenmiş güzelliği keşfetmenin, icmalin kendilerine veremediği ancak tafsille bilebilecekleri meseleleri öğrenmenin bir yoludur. Erkek kadına göre batın, kadın erkeğe göre zahirdir. Erkek kadına göre evvel, kadın erkeğe göre ahirdir. Bu dört ismin bilgisi kadınla erkeğin birbirine nispetlerinden öğrenilebilir. Her biri bir diğerinin umdesine bırakılmış bilgiye muhtaçtır. Hiyerarşi bir basamaktan ibarettir. Orada tam da biri diğerinin elini tutabileceği, tırmanmasına yardım edebileceği, ve yüzünü ona dönerken aşağıda zuhur eden her şeyi onun yüzünde görebileceği bir yakınlık vardır. Erkek için kadının yüzü, kadının bilgisi tüm alemin bilgisidir. Kadın için erkeğin eli Ona gidebilmesine bir vesiledir.

Evet, erkek gerçekten gören bir göze sahipse bir kadının yüzünde tüm alemi görebilir, kadının toplayıcılığı erkeğe bakan yönüyle bu olsa gerek. Bu yüzden bir kadın erkeği aleme dönük yüzüyle toparlar, erkeklerin evlenelim de hayatımız düzenlensin, derlensin, toplansın demeleri bundandır. Ancak kadına bakan erkek hala aleme bakmaktadır. Daha başka bir deyişle Onun teşbihe zuhura dönük yüzüne bakmaktadır. Kadın erkeğin elini tuttuğunda onda olanı aldığında ve tamamlandığında ise tenzihe yaklaşır.

Yol erkekten kadına semadan arza,tenzihten teşbihe, akıldan hayale,ruhtan cisme, kadından erkeğe tam tersi doğrultudadır. Resmettiğimiz merdivenin iki ardışık basamağında duran kadın ve erkek onların yukarı ve aşağı ile irtibatları bu minvaldedir.

İmkan barındıran her şey aynı zamanda bir imtihan da içerir. Biz onlar için kesretin bir yüzüyüz. Tafsilin, ayrıntının, tikellerin. Bizde bu yüzden kayboluyorlar, biz dolambaçlı bir yoluz. Ve onlar bizim için vahdeti, icmali, geneli, bütünü temsil ediyorlar. Bu yüzden biz onlardan biriyle içine dalıp kaybolduğumuz ayrıntılardan çıkıp tümel olana uzanabiliyoruz. Ancak bizim için de varta, elini tutup tıırmandığımız adamı görüp Allah'ı görmeme olmalı. Bu bize zaten aradığımı buldum diye tırmanma hedefini kaybettiriyor. Biz zaten aleme/doğaya onlardan daha yakınız. Tırmanmayı unutur, uzanan elde kaybolursak sadece doğadan ibaret oluruz. Oysa kadın da erkek gibi alem ile ilahi isimlerin, Allah'ın iki elinin değmesiyle yaratıldı.

Biz karmaşıkız, onlar basit. Biz kesretiz onlar vahdet.
Herkesçe kabul edileni bilmem, herkesin muhakemesi, bilgisi,yolu kendine aittir,Allaha giden yollar nefisler adedincedir. Benim nefsim bana bu bilgiyi veriyor.

Bunun üstünde olan ise kadının ve erkeğin de birer zuhur olduğu ve sadece Ona dair bir bilgiyi bize sunmak için ortada bulunduğunu bilmektir.

Herkes kendi nefsinin verdiği ile kendi Rabbine giden yolu bulur, benim tek derdim de bu.


12 Aralık 2012 Çarşamba

Nispetsizlik Mümkün mü?

Nispet, iki şey arasındaki ilişki olarak tanımlanıyor, bir tür bağ. Bir şey incecik bir iple, buna rakika da diyorlar, bir diğer şeye bağlanıyor. Bazen bu incecik ip, bazen incecik çok ip oluyor. Bir ya da çok ama her şeyi her şeyle ilintilendiren nispetlerin varlığından söz etmek mümkün.

Eşya arasında nispetler olduğu gibi insan eşya arasında, ve insan insan arasında da nispetler bulunuyor, eskiden olsa bir de buna insan Tanrı arasındaki nispeti eklerdim. Ancak şimdi onu ayrı bir kategoride zikretmemem gerektiğini, onun bu yukarıda sözünü ettiğim bağların, nispetlerin tümü olduğunu, her bir şeyle bir diğer şey arasına Onun bulunduğunu aslında nispetin O olduğunu, yoksa arada O olmasa bizi eşyaya, bizi birilerine bağlayan hiç bir şey olmayacağını biliyorum.

Madem her şeyle her şey birbirine Onunla bağlı, ve O her şeyi ilintilendiriyor. Bir şey istediği kadar bağımsız olsun, tüm nispetlerden arınsın Ona bağlı olduğu müddetçe, Onunla her şeye de bağlı hale geliyor. Nispetsizlik mümkün mü? Aklıma İbnül Arabi'nin Davud Fassında söz ettiği nispetsizlik geliyor, ama aklım oradakine ulaşmaya yetmiyor. Bunun mahiyeti nedir? Bilmiyorum...

"Rüzgar içimde ıslık çalıyor. Çıplağım. Hiçbir şeyin, hiç kimsenin efendisi değilim, kendi inançlarımın bile. Rüzgara karşı duran, rüzgarın çarptığı şu yüzüm ben yalnızca; yüzüme çarpan rüzgar da benim." *

Aklım buna eriyor benim. Nispetsizliği anlatmış yazar. Bana da zaman zaman çekici geldiğini itiraf ediyorum. Kim istemez ki tüm bağlardan kurtulmayı. O bağlar çoğu zaman bize prangalar gibi gelir. Şeyler eteklerimizden tutar ve göğe ulaşmamızı engeller, şeyler bizi denizin dibine çeker, şeyler bizi arza çakar. Onlardan kurtulmanın hayali bile sarhoş edicidir. Ama sadece hayal midir? Yazar burada rüzgardan kurtulamamış mesela, ya da ondan rüzgar da benim diyerek kurtulmaya çalışmış, iki şeyi bir şey yaparak aradaki nispeti kaldırmış.

Nispetler çoğu zaman sıkıntı değil, mutluluk verir insana. İlk kanla kurarız nispetlerimizi, ailemiz akrabalarımız, sonra yasal sözleşmelerle, okulumuz, öğretmenimiz, eşimiz, işimiz, sonra mülkiyetle kurarız, evimiz arabamız. Bir de gönülle kurduğumuz dışarıda alameti olmayan nispetler vardır. Bazen onlar kanın da sözleşmenin de üzerinde verilmiş bir sözdür, hiç bir söz gönlün verdiği sözle aşık atamaz.

Gönül kendi bağlarını kurar, ve bir kurdu mu, onu oradan ölüm bile ayırmaz. Kuşkusuz gönül kan bağımız ya da yasal sözleşmemiz olan şeylerle insanlarla da bağ kurar, ancak bunlarsız da kurar. Onun kurduğu bağa, nispetin diğer tarafı varken sevgi, yokken de vefa denir.

Gönül bir şeye nispet ederse aradaki bağlar zamanla çoğalır. Bazen sevgi, bazen merhamet, bazen sadakat, bazen talep/arzu, bazen problem bile bir nispettir. Biriyle tartışıyorsanız, ona kızıyorsanız, bu bile aranızda bir nispetin olduğunu gösterir. Sadece ipler dolanmıştır, düğümleri çözme, düzeltme çabasına girmişsinizdir. Zaten kesip atmamanız aradaki nispetin kuvvetinden, değerindendir.

Nispetler sadece sıkıntı ya da mutluluk vermez, bilgi de verir. Biz etrafımızdaki her şeyi kurduğumuz nispetlerle tanırız. Bir şey bir şeyin bütününün bilgisine sahip olamaz elbette, çünkü her şeyin, onları birbirine bağlayan ortak noktaları nispetleri olduğu gibi, birbirinden farklı tarafları da vardır. Her şey bir diğeri için bilinir-bilinmezdir. Bu bilinir kısmı mümkün kılan da kurduğumuz nispetlerin, bu nispetler sayesinde mümkün olan yakınlığın, ve yakınlıkta gerçekleşen etkileşimin bize karşımızdakinden taşıdığı bilgidir.

Nispet sayesinde önce onu, sonra ondan yansıyan dalga ile de kendimizi tanırız. Kendimize onun gözüyle bakmak şansı verir bize nispet. Yüzümüze çarpan rüzgar nispet kurduğumuz ötekinden başkası değildir. O yüzümüze çarpar, çarpmasından hoşlanırsak o da benim deriz, ki bu kurulan nispetin aşk derecesidir, ikilik kalkmıştır o ben ben o birbirine karışır.

 Hoşlanmazsak onu iteriz, ve o ötekidir deriz, halbuki öteki büsbütün öteki iken bize tesir edemez. Bize tesir eden tarafı onu bizden yapan tarafıdır, ama bazen insan kendine ait bir şeyi görmeye dayanamaz, kendini iter gibi iter ötekini, ve o ben değilim der, yüzünü saklar, yüzünü kendinden saklar, görmek istemez.

11 Aralık 2012 Salı

Böcek krallığı



Yaşlı Cedric o iri, duru gözleriyle bana baktı, sonra, yakında dünyanın egemenliğini ele geçirecek olanların önünde secdeye yatıyormuş gibi:
"Biz insan oğulları gezegendeki egemenliğimizden hamam böcekleri lehine feragat etmiş durumdayız" dedi.
Sonra şişeyi alıp bardaklarımıza doldurdu. "Fırsat varken bir kadeh daha içelim" Eduardo Galeano, Kucaklaşmanın Kitabı

Hamam böcekleri lehine feragat:)) Gülsem mi ağlasam mı? Bilemedim...

Bir gün daha bir Kafka hikayesinde Gregor SAMSA gibi böceğe dönüşmediğimiz, ve bir gün daha böceklerin cüzi alanı ele geçiremediğini düşünüp şükretmeli.Çünkü sistem sabah evden çıkıp akşam dönene dek pazarlamacılık yapan, ve alıp sattığından başka derdi olmayan böcekler üretiyor.

Gregor SAMSA ilkin böcek olduğuna şaşmıştı, sonra sonradan fark etmişti ki epeydir böyleydi de tam da olduğu şeye dönüşmüştü, bakmıştı ki kız kardeşinin getirdiği yiyecekler küflenmeden yiyemez olmuş, temiz ona iğrenç, küflü olana leziz gelmeye başlamış, yatağın altını üstünden konforlu bulmuştu.Her sabah nasıl olup da patronuna işe gitmeyişini açıklayacağını düşünüyordu, oysa patronu başka bir böcek çoktan bulmuştu.

Anne babası evi nasıl geçindireceklerini düşünüyorlardı, sanki oğullarının böcek olmasıyla ilgileri yoktu, önemli olan kaybolan gelirdi.

Bir tek kız kardeşi, bir tek o ağlamıştı ağabeyine olana, ve bir tek o girebiliyordu odasına, bir insan kız kardeşi kalmıştı. Kız diye toplumsal hayattan nispeten uzak tutulan, ve bu yüzden insan kalabilen.


Entegre olmanızı istiyorlar, sakın kanmayın, böcek olmanızı istiyorlar, aman uymayın...


 Dilerseniz toplumun kenarında durun kız kardeş gibi. Zira merkezden dönüştürüyorlar merkeze ne kadar yakınsanız o kadar tehlikedesiniz.


Sizi çevreden merkeze gelmenin zafer olduğuna inandırdılar, işlerine öyle geldi.


Gitmeyin, hayatın göbeğine girmeyin, onun içinize girmesine izin vermeyin, dışlayın, hatta dışlanın bu daha sağlıklı.


Şimdi yine kıyısında durabilme duasıyla okula gidiyorum. Allah hepimizi korusun.


Gezintiler 3

Helena rüyasında Pilar ve Antonio'yla telefonda konuşuyormuş. İçinde kucaklaşmak için öyle bir istek duymuş ki onları telefon telinin üzerinden İspanya'dan getirmeyi başarmış, Pilar'la Antonio telefon telinin zerinden, kızak kayar gibi kaymışlar ve kıllarını kıpırdatmadan, Montevideo'daki evimize inmişler.


Rüyalar Vedalaşıyor

Rüyalar gezintiye çıkıyorlardı. Helena onları tren istasyonuna kadar geçirdi. Perondan mendil sallayarak vedalaştı onlarla.

Vedalaşmalar

Katalanya kıyılarında dokuz yıl geçirmiştik ve şimdi oradan ayrılmak üzereydik. Sürgünümüzün sona ermesine topu topu iki üç gün kalmıştı ki bir sabah uyanınca kumsalın karla örtülmüş olduğunu gördük. Güneş karın üstüne vurmuş, denizin kıyısını öyle büyük, bembeyaz bir yangınla tutuşturmuştu ki görünce gözlerim yaş içinde kaldı.
Kıyıda çok seyrek kar yağardı. Ben şimdiye kadar hiç görmemiştim; Çok eskiden böyle bir şey olduğunu hatırlayan bir tek yaşlı komşumuz vardı.
Deniz, bu koskocaman dondurma tabağını yalarken çok mutlu görünüyordu. Callella de la Costa'dan alıp götürdüğüm son imgeler, denizin sevinci ve o ışıyan, bembeyaz genişlikler oldu.
Bu güzelim vedaya ben de karşılık vermek istiyordum, ama aklıma hiç bir şey gelmiyordu. Ne yapacak bir şey düşünebiliyordum, ne de söyleyecek bir söz.
Doğru dürüst vedalaşmasını hiç beceremem zaten.

Bir İnanç Tazelemesi

Evet, gerçekten öyle, kişi ne denli incinmiş ve yıkılmış olursa olsun, zamanın herhangi bir noktasında, uzamın herhangi bir yerinde kendisiyle çağdaş olan kimseler bulabilir. Ve bu gerçekleştiği zaman, gerçekleştiği süre boyunca kişi şanslıdır, çünkü kendisinin, evrenin uçsuz bucaksız yalnızlığı içinde 'bir şey' olduğunu hisseder:bir toz zerresinin, uçup gidici bir ânın ötesinde bir şey olduğunu.

Eduardo Galeano
KUCAKLAŞMANIN KİTABI

7 Aralık 2012 Cuma


Güvercinler ve Zambaklar


Matta 6:25-34
"Bu nedenle size şunu söylüyorum: ne yiyip ne içeceğiz?' diye canınız için, ya da `Ne giyeceğiz?' diye bedeniniz için kaygılanmayın [Yunanca: "merimno" Filipeliler 4:6 ve 1. Petrus 5:7 bölümlerinden kullanılan aynı sözcük]. Can yiyecekten, beden de giyecekten daha önemli değil mi? Gökte uçan kuşlara bakın! Ne eker, ne biçer, ne de ambarlarda yiyecek biriktirirler. Göksel Babanız yine de onları doyurur. Siz onlardan çok daha değerli değil misiniz? Hangi biriniz kaygılanmakla ömrünü bir anlık uzatabilir? Giyecek konusunda neden kaygılanıyorsunuz? Kır zambaklarının nasıl büyüdüğüne bakın! Ne çalışırlar, ne de iplik eğirirler. Ama size şunu söyleyeyim, tüm görkemine rağmen Süleyman bile bunlardan biri gibi giyinmiş değildi. Bugün var olup yarın ocağa atılacak olan kır otunu böyle giydiren Tanrı'nın sizi de giydireceği ne kadar daha kesindir, ey imanı kıt olanlar! Öyleyse, `Ne yiyeceğiz?' `Ne içeceğiz?' ya da `Ne giyeceğiz?' diyerek kaygılanmayın. Uluslar hep bu şeylerin peşinden giderler. Oysa göksel Babanız tüm bunları gereksindiğinizi bilir. Siz O'nun egemenliğinin ardından gidin, o zaman size bunlar da verilecektir. O halde yarın için kaygılanmayın. Yarının kaygısı yarının olsun. Her günün derdi kendine yeter."

Bu incil ayetini ne çok seviyorum.
Güvercinler(kuşlar) fail varoluş durumunu, sayi, çabayı, arayışı anlatıyor. Güvercinler rızkı aramak için sabah kursakları boş çıkıyorlar, ama Rab onların kursaklarını boş göndermiyor. Rızkın her ihtiyacımız olduğunu hatırımızda tutarsak, her ihtiyacımız için içine girdiğimiz arayış bize vaktin güvercinleri olduğumuzu haber veriyor. Bu yüzden zaman zaman "vakit güvercinleri gösteriyor" demeyi seviyorum. Halimizi güvercinlere benzetmeyi. Şüphesiz ne ararlarsa arasınlar, ne kadar yüksekte uçarsa uçsunlar, elinize aldığınızda hızlı hızlı atan kalpleri ve sıcacık vücutlarıyla güvercinlerin bir sıkımlık canı var. Acizler, arayıştalar, sadece sayleri var...

Bir de kır zambakları var. Onlar da yamaçlarda insanların gözünden ırak yerlerde, inzivada bekleyişleri anlatıyorlar bana. Tıpkı Hz. Meryem'in doğuya çekilip dua ederek bekleyişi gibi. Bir yerde, bir mekanda, kıpırdamadan beklemek. Duaya dua eklemek, elinden başka hiç bir şey gelmemek. Ta ki Rabbin seni Süleyman'dan güzel giydireceğine iman etmek.
Ey Beni Adem! Size yücelerden, hem çıplaklığınızı örtesiniz diye, hem bir görkem güzellik nesnesi olarak giyim kuşam bahşettik; ama Allah'a karşı sorumluluk bilinci giysisi her şeyin üstündedir. İşte bunda Allah'ın ayetlerinden biri var ki insanoğlu belki ders alır.(Araf 26)

Kuran bize giysiyi çıplaklığımızı örten olarak tarif ediyor. Çıplaklığımız sadece bedene mi ait, hayır, insan bedenen örtülü olduğu halde birine birşeye karşı çıplak olabilir, bu savunmasızlığımızdır, incinebilirliğimizdir, perdemiz yoksa, kalkanımız da yoktur, çıplak olduğumuz yerden en küçük bir rüzgar bile bizi hasta etmeye kafidir. Ve biz giysi dileriz Rab'den. Biliriz Ona karşı hep çıplağız, ama gayra karşı bizi örtmesini dileriz, onlara karşı beni savunmasız, kırılgan, incinebilir bırakma, çünkü öyleyim. Öyleyse aramıza gir. Beni Senle ört...

Ve bir görkemdir giysi, insan seçtiği giysi ile kendini ifade eder, renkleri, kumaşı, biçimi nasıl dışa vurmak istiyorsa kendini öyle seçer. Üstümüze giydiğimiz, imajlar, semboller usuller, usluplar, seçilen yollar ve hatta öğretmenler, meslekler, meşrepler hep bu görkem giysileridir. Onlarla sunarız kendimizi varlığa. Ben demenin yeterli gelmediğini biliriz. Tüm giysilerimizle biz deriz...

Ancak bizden Meryem gibi talep etmemiz istenen giysi Onun isimlerinin kumaşından dokunur. Üstümüze göredir, mizacımız hangi isimden kaç metre bize yakışacağını bilir, biçer, giydirir. Ve o vakit O sadece "Beni onlardan ört, beni Senle ört" değil. "Beni onlara göster, beni Senle göster" olur. 

Pusulanın güney ve kuzey kutbu gibi iki şıklı bir varlık durumudur güvercin ve zambak durumu. Erkek kadın, veren el alan el, fail münfail, atan ve attığında atmadığını bilen. Saatler kah güvercinleri gösterir, kah kır zambaklarını. İkisi de güzeldir ikisi de kulluk biçimidir.