Budapeşte Mektupları 2.
Sevgili arkadaşım,
Bugün Budapeşte’de ikinci günümüz. Akşam şu saat itibariyle
söyleyebilirim ki Budapeşte’nin altını üstüne getirmiş bulunuyoruz. Biz dün 1
suları geldik, bak işte tastamam bir buçuk gün. Şehri avucumuzun içi gibi
biliyoruz artık. Ulaşım çok kolay. Hele bizim kaldığımız mıntıka hem metro hem
tramvay hattının kesişim noktasında otobüsler de geçiyor, iki günlük bir
Budapest Card ile her yere rahatça ulaşılabiliyor. Şehir haritaları her durakta
var. Yönler gösterilmiş, zaten elimizde de otelden aldığımız harita da olunca,
kim tutar bizi?
Biliyorsun ya, ben çalışkan kızım, evden dersimi çalışıp
geldim, burada gezilebilecek her yere internetten bakıp notlar aldım. Ailemizin
tur rehberi ben oluyorum. Nereye gitsek not defterimi açıp “buranın hikayesi
şudur” diye anlatmaya başlıyorum. Bu da beni çok eğlendiriyor. Bu işe iyice
kendimi kaptırdım sanırım. Haritalardan yol bulmak, metrolara, tramvaylara
girip çıkmak, yön tayini, durakların adlarını ezberlemek çok keyifli bir iş.
Bulmaca çözmek gibi, maceraya atılmak gibi, atla bir tramvaya, rastgele bir
yerde in ve çevreyi keşfet. Kendimi bu dünyada bundan daha özgür, daha mutlu hissedemezdim.
Sabah kalktık. “Macaristan’da Macar salamı yiyemiyoruz şu
işe bak” diyen eşimin homurtuları eşliğinde yumurta peynir ekmek türü bildik ve
güvenli şeylerle otelde kahvaltı ettik. Gerçekten de jambonlar, salamlar, bu
tür şarküteri ürünlerini sevenler için (domuz da olsalar) harika görünüyorlar. Görünüşe aldanmamamak lazım değil mi? Bazen insan
dışarıdan cazip, çekici bildiği birşeyin hakikatini, iç yüzünü gördüğünde tüm
iştahı kayboluyor. Şimdi haritamızı
kaptık, önce Peşte’nin kuzeyine gideceğiz, oradan da batıya Buda tarafına geçip
kuzeyden güneye tüm tepeleri gezerek öğlene kadarki turumuzu noktalamak
niyetindeyiz. Metroya binip Parlamento Binası'nın yanında indik. Muhteşem bir
bina bu. Hem güzel hem heybetli. Çok da büyük. Budapeşte’nin her yerinden
görülüyor ve tek bir fotoğraf karesine sığdırmak mümkün değil, ancak Gellert
tepesine çıkılırsa belki. Burada ilginç ortası delik bir bayrak görüyoruz.
Bu yine dünkü anma gününde gördüklerimiz türünden Macarların 1956’da Sovyetlere
karşı yaptıkları devrim ve ayaklanmanın bir sembolü imiş. Sovyet işgalinden
kurtulmak için başlatılan ayaklanmada çok insan ölmüş, çok kan döküldüğünden
burada Rusları hiç sevmiyorlar. Macaristan’da bir Türk olmak bile Rus olmaktan
daha iyi . Zaten Macarlar Osmanlı idaresinin üzerinden çok seneler geçtiğinden
ve Türkler onların ikinci dünya savaşında canına okuyan Almanlar ya da Ruslar
kadar vahşi olmadığından pek bir hasmane tutum göstermiyorlar. Ama yine de
onlar için bir öteki oluşumuz baki kalıyor. Bayrak mevzuuna dönersek Sovyet
işgalinde bayrağın ortasında bir Sovyet sembolü varmış o yıllarda, onu
delmişler yahut yırtmışlar her ne ise…O günden beri ortası delik bir bayrak
Macar Meclisi önünde gönderde dalgalanıyor.
Köprüden karşıya geçmek gerek. Metroya iniyoruz zira yukarı
tırmanmak zor olacak Budin’e geçiyoruz Batthany’de indik, burada ilk
gözümüze çarpan yeşil ve güzel kubbesi ile St Anne kilisesi. İçeri
giremiyoruz ne yazık ki, kapalı. Sonradan öğreniyoruz ki Macarlara Sovyet
idaresinden miras kalan şey dindarlıktan çok uzak olmaları imiş. Sahilde yine
kapalı olan Reformist Kilise binasını geçip tırmanmaya başlıyoruz. Yolun
sonunda tepede Balıkçılar Kasrı bizi karşılıyor. Burası masal diyarı gibi
bir kale, yedi kulesi var. Biri diğer altısından daha görkemli. İçeride ise
haçlar eşliğinde heykellerle yedi Macar kabilesinin reislerinin tasvirleri
bulunuyor. Macarlar yedi boymuş. Biri kral olmalı, öyle resmedilmiş, heykeller
ve ana kubbe de buna işaret ediyor. Burada bir kafe var, tırmanış yorduğundan
biraz oturuyoruz. Fotoğraf çekmek için ideal bir yer Tuna ayaklarımızın
altında. Karşımızda parlamento binası. Sağda karşı kıyıda St Istvan Basilikası
görünüyor. Tam kalkacağız, bir canlı müzik başlıyor, keman ve piyano. Nasıl
kıvrak bir melodi. Yorgunluğa ne iyi geliyor bir bilsen! Kahvelerimizi yudumluyoruz,
müzik yavaşlıyor, sanki Tuna’nın akan şırıltısı gibi bir başka melodi ile yer
değiştiriyor. Hemen arkamızda St Matthias Kilisesi bulunuyor, şu an
restorasyonda, ama sarı kırmızı kubbeleri ile çok güzel görünüyor. Minik minik
sarı ve kırmızı taşları birbirinin içine geçmiş sanki. (MATTHİAS KİLİSESİ
ÖNÜNDEKİ MEYDAN) Bu kilise Budapeşte’nin ikinci büyük kilisesi, Kanuni
zamanında bir müddet cami olmuş. Kim bilir belki bu yüzden mekan içimi
ısıtıyor. Ne de olsa 160 yıl içinde
namaz kılınmış bir bina burası. Kiliseler de kapalı, çünkü kimse gitmiyormuş.
Biraz ileride yuvarlak yeşil kubbesi ile Kraliyet Sarayı uzanıyor. Görkemli bir bina ama Parlamento binası yapıldıktan sonra görkemi
biraz sönmüş. Cumhuriyet krallık çekişmesini mimarisiyle heybetiyle Parlamento
Binası kazanmış gibi duruyor, ama yine de bu Saray bahçesi , heykelleri ile
çok zarif . Tepede ve erişilmez duruyor. Arada bir de böyle bir fark var
sanırım, Parlamento Binası düzlükte ve içeri girilebiliyor, halen yaşıyor.
Saray içine bir müze yapılmış ama ölü ve ulaşılması güç bir noktada tepede yer
alıyor . Buradan da manzara müthiş . Yokuşlar Arnavut kaldırımı sokaklar,
sıra sıra güzel evler bakmaya doyulur gibi değil. Her şeyin ötesinde çok
yeşillik var, şehrin içi bu kadar ağaç ise var sen şehrin taşrasını tahmin et…
Burada çok yorulduk. Gellert tepesi de epey uzak güneyde
kalıyor. Orada bir orman ve bir meydanda inşa edilmiş kahramanlık anıtı var.
Türkler’le epey savaşmışlar bu insanlar, her yerdeki anıtlarda bizim de payımız
var. Bize karşı zaferlerini kutlamışlar. Zaten şehirde hiç Müslüman izi
kalmamış. Denildiği üzere Budin tarafında vaktiyle kırk mescid varmış, şimdi
bir tane bile yok. Kilise ve Sinagog var, ama Cami yok. Bir taksiye atlıyoruz,
adım atacak halimiz yok Gellert tepesine çıkacağımızı umut ederken taksi bizi
tepenin eteklerinde bırakmaz mı? Allah Allah buraya araba çıkmazmış, vallahi
biz de bu takatle tepeye çıkamayacağız, bir şey yokmuş zaten, sadece iyi bir
fotoğraf çekme noktası diye kendimizi avutuyoruz. Balıkçılar Kasrında ve
Kraliyet Sarayı bahçesinde epey fotoğraf da çektik, bu kadarı yeterli. Elif’in
ricası ile koruya,onun tabiri ile ‘orman’a tımanıyoruz. “Anne” diyor “İstanbul’da
gitmiyoruz, bari burada ormana gidelim.” Sanki İstanbul’da orman var da biz
götürmüyoruz.
Yeşil köprüden karşıya geçtik, köprülerden yürümek çok hoş,
hafif hafif sallanıyor, salıncak gibi. Karşımızda Peşte tarafında Hal binası
var. Elimizdeki haritada Central Market olarak geçiyor. Ama ne hal
bir görsen! Dışarıdan bir köşkü, yahut bir devlet binasını, bir mini sarayı
andırıyor. Binaları öyle güzel yapıyorlar ki. Zaten Balıkçılar Kasrı da ilk
dönemde balıkçıların yanaştığı ve çalıştığı bir mekan olarak tasarlanmış, balık
hali desek abartmış olmayız. Aman Masal Diyarı gibi mübarek… Hale girdik,
dolaşıyoruz, dükkanlarda çeşit çeşit peynir, salam sucuk var, çok da güzel
görünüyor ama ağır bir koku da var ki sorma! Üste domuz butları kurutulmuşa
benzer bir tarzda yan yana dizmişler, midemiz kalkıyor, dolaşmaktan vaz
geçiyoruz. Hayalen geri gidip sabah otelde gördüğüm ve özendiğim jambonlara
tövbe ediyorum. Allah nasıl gösteriyor, aklımızda bir şüphe bırakmıyor, iğrenç
olan iğrençtir, Allah temiz ve iyi bir şeyi yasaklamaz, anlıyoruz.
Vaci Utca’ya daldık yine, namı diğer Macar İstiklal Caddesine.
Burada da akordeon çalan bir zat var. Bir konser salonu önü zaten durduğu yer.
Bozuk para atan geçiyor. Biraz oturuyoruz, şehri kuzeyden başlayıp güneye
dolaştıktan sonra biraz oturmadan olmuyor. Beni bilirsin, hep evdeyim, yürümek
kim ben kim! Ama burada süper performans gösteriyorum, ayaklarım şişti
çaktırma. Burada bir sürü hediyelik eşya dükkanı var. Macar bebekleri,
matruşkalar, paskalya yumurtaları, çeşit çeşit buzdolabı mıknatısları, cam
balonun içine yerleştirilmiş Macar önemli mekanları, kartpostallar, masa
örtüleri, nakışlı geleneksel bluzlar vs…
Metroya binip otele dönüyoruz, herkes yorgun. Bir saat kadar
uyuyoruz, sonra yine sokaklardayız. Bu kez daha kuzeye gideceğiz. Çünkü orada
Margit adası var. Yürüyüş yapanlar, bisiklete binenler, tenis veya futbol
oynayanlar oradalar. Sonradan Avusturyalılarla karşılaştırınca anlıyorum ki
Macarlar kıpır kıpır hareketli hayat dolu insanlar. Burada hayat gece de devam
ediyor. Budapeşte meydanları kafeleri, barları, sinema ve tiyatroları,
sokakları, ulaşım araçları gece de insan kaynıyor.Onların nüfusu az
olduğu için tıklım tıklım görünmüyor ancak Viyana ile karşılaştırmak gerekirse,
Budapeşte genç ve hareketli bir kadına Viyana ise yaşlı ve hayattan yorulmuş
bir adama benziyor. Margit adasında güzel kafeler var, sokaklarda davul
çalanlar, sokak müzisyenleri , onların etrafına durmuş dans eden gençler
görüyorsunuz. Gece geç saatlerde rahatsız edilmeden yeşil alanlarda koruda, Tuna
kıyısında jimnastik yapan kızlar var. Duvarlara tünemiş ellerinde bira kutuları
olan gençler de. Çok içiyorlar, tramvayda yanına oturduğunuz bazı insanlar
buram buram alkol kokuyor. Kibrit çaksan tutuşacak neredeyse. Ama yine de kavga
gürültü yok, içip delirmiyorlar, sağa sola sataşmıyorlar diyebiliriz. Macarlar
genellikle sakin, yumuşak başlı, güler yüzlü insanlar. Allah hepsine hidayet
etsin, ben onları sevdim. Ne yazık ki Avusturyalılar için benzer bir hidayet
duası yapmak içimden gelmedi. Benim gönlüm dar demek. Güneş gibi her yere
ışıyamıyorum. Ama zaten güneş de Viyana’yı Budapeşte’yı aydınlattığı ve
ısıttığı gibi ısıtmıyor. Burada güneş gözlüğü taktım hep, ve yüzüm epeyce
yandı, Viyana’da güneşi ara ki bulasın. Ben zaten Budapeşte’yi daha çok sevdim.
Viyana’ya bir daha gitmek istemeyebilirim ama buraya tekrar tekrar
gelinir.
Birazdan güneş batacak ve biz önce buraya yakın Budin
tarafında Gül babayı ziyarete gitmeliyiz. Bunun için de az yokuş tırmanmadık. “Ah
işte türbeyi bulduk” derken, “tüh kapalı dememiz” gecikmedi. Dışarıdan dua
ettik, selam gönderdik, “ahirette tanışalım inşallah” dedik. “Allah’ım
ziyaretine geldiğimizden bu Bektaşi Dervişini, insanlara gül dağıtan ve Anadolu’dan
buraya İslam’ı anlatmak için gelmiş bu zatı haberdar et” duamıza bu topraklarda
yatan diğer şehitlerimizi de ekledik. Tam o an, bir bekçi geldi. Bir umut
sordum, “girebilir miyiz?” diye. Adam saati işaret etti, belli ki İngilizce
bilmiyordu. Ben ona “İstanbul’dan geldik, lütfen!” dedim. Gönlü razı olmamış
olacak ki bize hem bahçe kapısını, hem türbe içini açtı, kabre kadar girdik,
dua ettik. Burası gül kokuyordu. Bahçedeki çinili Osmanlı çeşmesinden su içtik.
Adama teşekkür için biraz para verip çıktık. Gül baba ziyaretine geldiğimizi
duymuş mudur bilmiyoruz, ancak hakkalyakin anladık ki Allah bizi işitir ve
duamıza cevap verir, bu akşam da o tepeye kadar çıkışımızı, sayimizi, yorgun
bacaklarımızı boş çevirmedi. Bize adeta bir tebessüm etti.
Budapeşte’yi gece görmelisin. Okuduğuma göre Avrupa’nın en
iyi ışıklandırılan birkaç şehrinden biriymiş. Tuna boyu biraz Boğazı andırıyor.
Köprüler çok zarif. Karşılıklı saraylar, kiliseler nehir boyunca süzülüyor. Yol
üzerinde St İstvan Basilikası’nı buluyorum. Kapı açık. Ne talih! İçeri
giriyoruz. Bu kilise tüm Macar Kiliselerinin en büyüğü, merkez kilise anlamında
Basilika diyorlar. Diğer kiliseleri içeriden göremesem de bu bana yetiyor ,
muhteşem bir mekan. Ancak insan şunu düşünmeden de edemiyor. O kadar ayrıntı ve
süs var ki, resimler, heykeller, tasvirler, süslemeler, tahta sıralar, oymalı
kakmalı sunaklar, şamdanlar, kafesler. İnsan etrafa bakarken hiç Allah hatıra
getiremiyor. Mekan bir işaret olarak Allah’ı değil bizzat kendini gösteriyor.
Hani derler ya “ben ayı gösteriyorum adam parmağıma bakıyor”, tam da o hesap.
Mekan sonsuzluğun önünde perde oluyor, ayet, işaret alamet olamıyor. Hristiyanların
nasıl esbabperest insanlar kaldıklarını, Hz. İsa’yı Allah’ın önünde perde
yapmakla başlayan sürecin nerelere kadar dayandığını görebiliyoruz.
Bu gün Budapeşte’de gezilebilecek her yeri bitirdik sevgili
dostum. Yarın nasipse, kuzeye Szentendre’ye gideceğiz. Buraya trenle kırk
dakika uzaklıkta bir sayfiye kasabası Szentendre. Yine yollara düşeceğiz
bakalım, Allah bize ne gösterecek. “İnsan nereye gitse aslında kendinden bir
şeyler bulur, kendinde olmayanı zaten afakta var olsa da göremezsin” hakikatini
zikrediyorum. Bakalım ben kendimden ne bulacağım, içimde küçük alem olup
göremediğim neyi büyütülmüş bir halde büyük alemde müşahede edeceğim
anlayacağız. Sana gene yazacağım, şimdilik hoşçakal….
Mona