20 Ağustos 2013 Salı

GECENİN İÇİNDEN BİR KISIK SES

Hürmet kelimesini bilen kaldı mı?

İzzet ismini çirkin bulan gençlerden onurlu davranışlar umabilir miyiz?

Her şeye kendi ayaklarımızın dibinden bakıyoruz.Belki zilletle diz çöktük. Belki de bu kaçınılmaz. Bilmiyorum. Ama sadece ayaklarımızın dibine bakmasak ya, öteye biraz daha öteye bakabilsek. Belki tutunup kalkabilecek bir dayanak bulacağız.

Kendimizi ötekini tarihi coğrafyayı hep benden başlayarak, benle ölçüp tartarak, benin engizisyonuna sunarak okuyoruz. Heveslerimize uymayanlar giyotine gidiyor. Asıyoruz gerçekleri ve kan döktüğümüz yere devrim meydanı diyoruz. Deviriyoruz, doğru...

Erkekler cellatlar ve kurbanlar olarak ikiye ayrılmışlar.

Ve devrim meydanında kadın heykelleri şehirlere bakıyor kurtarıcı bekler gibi.

Sözü, hayatı ezberliyoruz ama ölüm ezber tutmuyor.

Kirliyiz. Temiz görmeye tahammülümüz yok. Temizlenmek istemiyoruz bize temizsin desinler istiyoruz. Lut'a da öyle demişlerdi ya "Çıkarın bu temizleri/kendini temiz sayanları/temiz olmayı önemseyenleri şehrinizden"
Nehirlerimizden değil, damarlarımızdan akıyor fabrika atıkları.

Fasulyeyi ayıklamaya uğraşmıyoruz artık, karpuz çekirdeklerinden hoşlanmıyoruz.

Her şey kolayca geliyor ayağımıza, her şey ayağımızın altında, ayaklarımız çamurda.
Sabahtan akşama kadar avokado diyerek hayatında hiç avokado görmemiş birine avokadoyu bilmiş görmüş hatta yemiş muamelesi yapıyoruz. Mecburuz, kimse görmedi avokadoyu, ya da biz görenlerle konuşmak istemiyoruz. Biz hayalimizdeki avokadoyu tatmak istiyoruz, gerçeği ile ilgilenmiyoruz.

Sesimizi kaybettik.
İşaret dilini de bilmiyoruz, işitme engellilerle ilgilenecek kadar merhametimiz olmadı hiç.
Bağırırken kaybettik sezimizi. Önce kısıldı, sonra bize küstü, ısrar ettikçe yerini kulak ısırıcı bir ses aldı. 
O bizim değil artık, bilmem hangi lümmeden yapılan bir radyo frekansı.
İyi oldu ya böyle zaten her söyleyeceğimizi düşünmek pek zahmetliydi.
Şimdi onlar söylüyor biz ağzımızı oynatıyoruz.
Yaşamak kolay, tüketmek kolay, ya ölmek...
Ölmek hep zor...

Karar veremiyoruz, ya hep başkalarını dinliyoruz, sosyal medya, haberler, gazete, televizyon, internet, sokak gösterileri, tencere tava sesleri, bombardıman altındayız rüya bile göremiyoruz artık, ya da rüyamızda da biz yokuz var olan hep diğerleri...

Çok dinliyoruz ya herkesi ama hiç dinlemiyoruz da. Nasıl oluyor bilmem? Ama racon bu, konuşan asla kelimeleri kalbine batırarak konuşmayacak, ve dinleyen asla kulağının kablosunu kalbine dek uzatmayacak. Geçinip gidiyoruz. Birbirinden nefret edenler, birbirimize benziyoruz...

Kendimizi içine doğduğumuz şartlardan, kültürden, öğretiden ayrı düşünmeyi denemiyoruz hiç? Ben gerçekten kimim? Bu benim fikrim mi? Ben bu yemeği sever miyim, yoksa herkes gidiyor diye mi bu lokantanın önündeyim? Kendim için iyi olanı bildiğimden emin miyim? Hele başkasına ne zaman ne kadar söz söyleyebilirim?

Hakikat umrumuzda mı? En azından paketlenip mezara girmeden peşine düşecek miyiz onun?
Kendimizi harcıyor muyuz? Zaman mı hızla geçiyor, biz mi hızla ölüyoruz?
Rüzgara sarılabilir miyiz?

Nice yüzler gizli yüzümüzde, nice sözler çıkmadan öldü içimizde, ne çok gömdük kendimizi sessizce...
Düştüğümüz yerden bizi kaldıracak bir nebevi el gerek.
Kötücül nefeslerden boğulan ciğerimize üflenecek bir velayet nefesi.
Düştük. Çoktandır düştük. 
Ah! Bulsalar bir ip sarkıtsalar bir el uzatsalar da kurtarsalar bizi.
Çok öldük.
Bir kez daha öleceksek ellerinde ölsek, verdikleri nefesi onlara geri versek,rüzgarı emirlerine verenin kuvvetiyle tutsalar, "emanette emindi" diye şahit olsalar...

16 Ağustos 2013 Cuma

ÇÖLDEKİ VAHA DÜNYADAKİ DOST

Çöl...
Dünya...
Çölleşmek, bir dilde kul olmak üstünden ünvanları, sıfatları, kostümleri, maskeleri tek tek çıkarmak. Olmadan önceki gibi olmak. Çıplak kalmak. Aczi ve fakrı ile hiç olmak. Her anı her soluğu alem-i kebirin mahsülat fabrikalarında değerlendirilen bir aziz misafir olmak.Hiç olmakla her şey olmak.

Bir başka dilde yok olmak, helak olmak, insaniyetten sükut etmek, çöldeki sokucu, ısırıcı muzır haşerelere dönmek, bitkileri, hayvanları, şehirleri, karaları suları ifsad ede ede, sonunda insanı, insanlığı, kendini de kokuşturmak. Küflenmek, Kafka hikayesi gibi bir sabah uyanıp bir böceğe dönüşmek. Bunu da yadırgamamak hep mi böcekti yoksa sonradan mı oldu, bu dönüşüm ne zaman başladı, bilememek.

Bu çölleşmiş dünyada yürümek, yol almak, müddet-i ömrü doldurmak zorundasın. Beyhude tavla atarak da geçemez bu zaman, bir işe yaramalı, bereketlenmeli, Onu memnun edecek, Ona ayna olacak bir iş, bir hal sudur etmeli ellerinden. Görmelisin, basiretle, mülkün ardındaki melekutu. Görmelisin ikinin aslında bir olduğunu. Görmelisin aynalarla dolu odada, ışık açılmadan önceki adamın durumunu. Sen vardın. İlmi ilahide vardın. Bil ki yokluktan korkmayasın.

İnsan düşer. Düştüğünde Onu Allah'tan uzaklaştı sanır bazıları, oysa o sadece mutluluktan uzaklaşır. Allah'tan uzaklaşmak ne mümkün! Cennet de cehennem de Onun. Gözünü kapatan kendine kördür. Sizin itişiniz bir şeyi kötü kılmaz. Sizin ünvanlarınızı söküp alışınız birini mahrum etmez. Sizin övgünüz birini abad etmez. Siz kimsiniz? Hiç...

Kimse kim! Hiç işte hiç...

Kafanıza düşen bir taşa isim vermeniz gerekmez. Sizi sokan haşereleri de isimlendirmezsiniz. Olsa olsa cins isimdir onların ismi. Evdeki kediye verdiğiniz gibi Has isim vermezsiniz yoldaki engellere. İnsan sevdiklerine isim verir. Hatta bir isim yetmez, insan sevdiklerine her hale göre çeşit çeşit isim, sıfat, sevimli lakap verir.İsimleri çoğalttıkça sevgisini çoğaltır bağrında, ve sevgisi çoğaldıkça dışarıdaki varlığın içerideki zuhurları timsalleri hayalleri çoğalır. Biz sevdiğimizi çoğaltırız. Yahut yalnız sevdiğimizin bir iken çok olduğunu anlarız.

Bu yüzden bir insan çok şeydir. Bir dostu olan çok dostum var diyebilir.Dostluk dünyadaki en bereketli şeylerdendir. Sonsuza dek çoğalır...

Dünya zamanı. Yaşadığımız çağ. Bu gün. Saat hiçi gösterir. Zaman geçer ama hiç bir şey değişmez. Alt üst olmuştur dünya. Kölelik özgürlük, zalimler şövalye, çamur gül olmuştur. Böyle hiç ender hiç bir vakitte hiç bir vasfı hüneri olmayan karnı hiçle dolmuş bir adamın açlığı her şeyedir. Ve içinde bir delik var ki ne atsan dolmaz. Ne versen teselli olmaz. Kim alkışlasa tatmin bulmaz.  Hiç bir tabib işe yaramaz.

Ve her şey bazen bir şeyde tecelli ediverir. Bir teselli, bir sırt sıvazlayış bir mahçubiyet içinde söylesem mi söylemesem mi yüz kızarıklığı ile sevgi izharı, bir tebessüm, bir 'boşver arkadaş'. Bir arkadaş...
İnsana arkadaş bu dünyadan gönderilmez. Tek dünyalıların bir türlü gerçek arkadaş bulamamaları bundandır. İki dünyası olmayan arkadaş olamaz. Rabbi kendine yar olmayan kime yar olsun. Arkadaş ulvi alemlerden gönderilen bir ışıktır. Kalbinizi dolduran şey dünyalı değildir.

Bir arkadaş çölde vaha gibidir.
Hah! Buldum dediğiniz bir hakikati anlatabileceğiniz, bir müşkili çözdüğünüzdeki sevinci yansıtabileceğiniz ve gözlerinden sizi anladığını sizin gibi heyecanlandığını gördüğünüz bir ayna. Hiç ama her şey olan bir hiç.

Tükenen dünyada, tükenen insanlıkta, gökten ateş yağarken ve zalimler zulümleriyle mazlumlar ahlarıyla cehennem, ah cehennem der ve cehennemi çağırırken, elinize kıyamete yakın tutuşturulan bir fidandır arkadaş. Onu ekmelisin, emekle sulayıp büyütmelisin, vakit bulursan seyretmelisin, hatta büyümesine fırsatın olur da görebilirsen altında dinlenmelisin. O sana Mikail'den bir hediyedir...
Çölde yahut karda yetişen bitkinin ihtiyacı olan belki de bir fincan nezakettir.
Şükür ki benim böyle arkadaşlarım var.
Tecelligahlarda kendini gösteren Dost'a hamdolsun.
O bize dostluk göstermese biz Ona dost olamayız. O yolu açmasa, dinlenip su içecek vahayı yaratmasa muzır haşerelerden korumasa bu çölde yol alamayız. O Kavidir aczimize kuvvet verir, O Hadidir yolumuza rehber verir, O Rezzak-i Alim'dir, hem cismimizin hem ruhumuzun ab-ı hayatını verir.
Şükür ki O hep bizimledir.
Bize bunu hep fark edecek şuur versin.

Mona İSLAM

13 Ağustos 2013 Salı

Tadı mor kokusu mor üzümler


Hayatı ne değiştirir?
Ani sarsıntılar mı?
Uzaklara gitmek mi?

İnsanın evi neresidir?
Geride sizi bekleyen kimse yoksa, çıktığınız bir yolculuktan geri döner misiniz?
Karar vermenize yardımcı olan nedir?
Dilini bilmediğiniz bir ülkede bir semt pazarından aldığınız tadı mı kokusu mu rengi mi daha mor karar veremediğiniz üzümler mi?
Frances bir film kahramanı, bir yazar, terk edilmiş, alıp başını gitmiş, nereden başlayacağını bilmeyen bir kadın.

Kızgın Güneş sıradan bir film. Ancak içerdiği büyüleyici Toscana görüntüleriyle bile izlemeye değer.
Toscana, İtalya'da bir bölge. İnişli çıkışlı tepeleri, asırlardır tamir edilen ama asla yıkılmaya kıyılamayan evleri, üzüm bağları, irili ufaklı dereleri ile doğanın mimari ile sarmaş dolaş bir uyumla bir araya geldiği bir memleket.
Frances bir Amerikalı, ama belki de aslında o bir Toscana'lı...

Bazen hayata bir ani darbe gelir. İnsan ne yapacağını bilemez. Bazen bu bilemeyiş içinde en iyi seçenek kaçmak gibidir. Uzaklaşmak, düşünmek için değil, düşünmemek için, şoku atlatabilmek için. Böyle zamanlarda bir tura katılıp hiç tanımadığınız pek de fazla konuşmak zorunda kalmayacağınız insanlarla hep görmek isteyip ertelediğiniz bir ülkeye seyahate çıkmak iyi gelir. Bir başına bir kadın, büyüleyici güzelliği davetkar olsa da atlayıp İtalya'ya gidebilir mi? Belki...

Çatlak bir kadının önerisine kulak verip o güne dek biriktirdiği tüm parayı harcayıp harap bir evi satın alabilir mi? Olabilir...

Bazen hayatı kurtaran yeniden kuran ona tutunmanızı sağlayan bu olabilirliktir. İmkan aleminde her şey olabilir. İmkanı daraltan bizim alışkanlıklarımızdan başka bir şey değildir.

Aldığı harap evi ve bahçeyi tamir ederken kendi dünyasını da tamir eder Frances.
İşçilere yemek yapar, komşularla zeytin toplar, sağa sola geziler yapar.
Evin girişindeki musluk gibidir hali. Akmaz, bekler, ses çıkarır, ama tıkalıdır.
Yaşar, ama yaşamaz, dolaşır ama aslında hala aynı yerde durmaktadır.
Bazen yakasından silkilip atıldığınız birini bile dünyanızdan atmak kolay olmaz.
Sürekli sorar "Bunun böyle olacağını niye göremedim?"
Sorduğu müddetçe etrafını görmez. Yeniden yaşamaya başlayamaz.

Bir gün 'neden' demeyi bırakır. Aniden olur bu. Biriyle tanışır ve neden demez, olanı kabul eder. Gelene hoş geldin der, sanırım sorgulamaktan yorulmuştur.

Her gelen olayda hoş karşıladığımız aslında kendimizdir.
Neden dememek, bunun bize olabileceğini kabul etmektir.
İyi şeyler, kötü şeyler, olabilir...
Yaşam durduran 'neden'lere fazla takılmamak gerek.

Frances aşkı kaybedip merhameti bulur. Bir kediye, bir genç çocuğa aile olur, bir aşık çifte sahip çıkar.Aradığını bulamamıştır ama mutludur. Bazen ezberlenmiş şeyleri arar insan. Aslında kendisini mutlu edecek olan şey aradığından başkasıdır. Kabul olunmuş duasını fark etmesi için duasına başka bir yerden bakması gerekebilir. Bazen siz uğur böceklerini ararsınız, aramaktan yorgun düşer bir yere uzanıp kalırsınız, uyandığınızda uğur böcekleri üstünüzdedir.
Peşine düştüğünüz şey bir zan olabilir.
Mutlu olabilmek için mutluluğun geleceği yeri tayin etmeye kalkışmamalısınız.
Yağmur sizin istediğiniz zamanda, sizin istediğiniz yerde yağmaz.
Ama hazırsanız onunla buluşursunuz.
Bazı şeyler kesinlikle çabanızla emeğinizle ilgili değildir.
Hak edip etmediğinizle ilgili hiç değildir.

Mona İSLAM