31 Ocak 2013 Perşembe

İNSAN SIRLI NURLUDUR



Melekler nurdan yaratılmış insan topraktan. Amenna.
İnsanda nur yok mu yani?
Var, hatta meleklerden daha fazla.

Şöyle ki,
Biz fizikçiler optikten biliriz, ışık dalgaları girişim yaparlar, bu şu demektir:
İki dalga tepesi üstü üste aynı yönde gelirse ışık şiddeti artar, parlaklık fazlalaşır.
İki dalga tepesi zıt yönde gelirse, yani bir tepe bir çukura denk gelirse dalga söner ve ışık yokmuş gibi görünür.

Melekler birbirine aynı yönde gelen isimlerin birleşimidir. Rahmet melekleri ya da azap melekleri, ilkinde cemal ikincisinde celal isimleri üst üste gelir. Bu yüzden ışık şiddeti artar, tepeler birleşir.
Allah Camiül Ezdad'dır. İnsan ise kevn-i camidir. Yani birbirine zıt gibi gözüken isimlerin azap rahmet, öfke, lütuf, celal cemal bileşimidir. Bu dalgaların bir tepe bir çukur hallerinin birleşimine benzer. Işık yokmuş gibi görünür, ancak insana gelen ışık meleğe gelenden çoktur.

Işık isimlerdir.
İnsanda melekten çok ışık vardır.
Ancak insan sırlı nurludur.

İnsanlar içinde de bir veya birkaç isimde ileri gitmişler daha parlak, daha şaşaalı daha karizmatik görünürler, ancak dengeli bir biçimde tüm isimleri kendisinde boy verdirmiş, birkaç ağaç değil orman yetiştirmiş olanlar uzaktan öyle dikkat çekmezler. Onlar da sufilerin melamet dediği bir örtüye bürünmüştür. Onlar da sırlı nurlulardır.

Bir yerde bir rengin bir ışığın ekstra parlaması kendini göstermesi makbul değildir. Makbul olan insanın kendini değil Allahı göstermesidir ki bu tüm isimlerin dengeli bir biçimde sizde karışmasıyla olur.
O vakit insan Ayet-ül Kübradır. Kendini değil Onu gösteren bir ayet. Zaten ayet kendini değil başkasını işaretleyen şey demektir. Kendinde bir değeri yoktur, sizi alır bir başka yere taşır. İnsan büyüktür, insan parlaktır, insan nurludur, ama sadece bir ayettir. Ayet oluşu cihetiyle insandan daha parlak bir bürhan daha şaşaalı bir ayna yoktur.

30 Ocak 2013 Çarşamba


GÜZELLİK BEYAZDI

Bazıları taşları bazıları ışıkları sevdi. Bekayı kimi taşta kimi ışıkta buldu. Taş sahipleri taşları koyunlarında sakladılar, taş oldular, yakıtı taşlar ve insanlar olan yere doğru uzun bir yolculuğa çıktılar. Işık dostları ise ışığa hiçbir zaman sahip olmadılar ama ışık hep onların yanında oldu. Sabah onları uyandıran da oydu, gece üstlerini örten de o. Işık dostları meleklere benzediler. Zira onlar hep meleklerle söyleştiler. İnsan kiminle söyleşirse ona benzemez mi? Melekler ışıktı, ışık beyazdı. İnsan meleklerle söyleştikçe cennet toprağı gibi beyazladı.

Allah göğü ışıklarla süsledi. Birileri için de taş oldu yıldızlar, ateşli bir alev takıldı peşlerine, kovaladı durdu onları, yazık ki kavruldular. Kimine nur, kimine nar düştü nasip. Herkesin gönlündekinden başka değildi nasibi. Semayı taşlayanlar bilemediler ki semaya atılan taşlar elbet bir gün kafalarına düşer. Birileri için ateş yaktılar, bilemediler ki ateş de Makam-ı İbrahim’de hürmetle eğilir. Onlar ateşleri yalnız kendileri için tutuşturdular. Gönlü aşk ateşi ile yananları arzın ateşleri tutuşturabilir mi ki? Makam-ı İbrahim’de namaz kılanlar ateşe hoş amedi ettiler, ateş onlara selam verdi, “rıza” insana ateşi gül bahçesi eyledi.

Yıllarını yıldızları saymakla harcamış, keşfettiği yıldızlara adını vermiş, büyüklüklerini, ısılarını, birbirleri arasındaki mesafeleri ölçmüş nice adem oğlu şeytan oldu. Çünkü onlar da şeyleri muhakeme ederken şeytan metodu kullandılar. “Bu ateş, bu toprak” dediler. “Bu büyük, bu küçük” dediler. “Bu az, bu çok.” “Bu değerli, bu değersiz.” Saydılar küçük prensin zengin adamı gibi, meşgul edilmek istemediler. Milyon artı birde de olsalar, ateşten taşları ne yapacaklarını bilemediler. Bir çocuğun misketleri gibi biriktirdiler taşlarını. Taşlar yanıktı, kömür karası siyahtı.

 Yakalarına bir gül takmanın lezzetini hiç tatmamıştı onlar. Gülün yapraklarını saydılar, renklerini söylediler, sınıflandırdılar, coğrafyalara ayırdılar, ama gülü koklamayı unuttular. Gülü koklamayınca yüreklerini kim tutuştursun ki bu gariplerin. Yürekleri buz tuttu, cesetleri alev aldı. Yandılar da kavrulan tenlerini güzel sandılar. Güzellikten de nasipleri yoktu onların. Tenlerin uçup giden hevesine kurban edip yitirdiler güzelliği.

Bir sinek uçtu girdi pencereden, merakla “bu evde kim yaşıyor neler yapıyorlar?” diyerek. Önce televizyonun üzerine kondu, pek haz etmedi, sonra sofraya kondu güzel taamları kokladı, odada şükür kokusu vardı, salondaki çiçeğe kondu söyleşti onunla, dinledi ev halkının hikayesini çiçekten. İyi insanlardı, sevgi kokuyorlardı. Son bir işi kalmıştı o da ev sahibini uyandırmaktı, geldi vızıldadı bir çalar saat gibi. Uyandırdı kadını, kadın güneşe “merhaba” dedi, pencereyi açtı, sineğe “hoşçakal” diyerek yolcu etti.

Aynı sinek komşunun penceresinden içeri süzüldü bu kez. Bu evde ağır bir koku vardı. Öfke kokuyordu ev, memnuniyetsizlik, ve ızdırap. Üzüldü ahalisine, gidip selamlamak istedi. “Uyanın yeni güne, Allah sizin için bir kainat daha yarattı” demek, müjde vermek diledi. Vızıldadı, savruldu. Vızıldadı, ruhunu teslim etti. Son fikri, “Bu öfke dolu eve girmemeliydim” oldu. Bir ruh daha yeryüzünden, biri iyi biri kötü iki haberle Rabbin katına çıktı.




Kimi İsa(as) gibi bedeni de ruhu gibi nur olan bir nebiyi bile taştan heykellere çevirdi, önünde selam durdu. Aşkını taşa gömdü. Kimi kır zambaklarını seyretti, onlara şiirler yazdı, türküler söyledi, kuruduklarında onları Neretva’nın turkuaz sularına saldı. O zambakları sevdi, zambaklar onu. Zambak ve adam birlikte sevgiyi Rabbe bir gelin bohçası ile takdim ettiler. Hiç kimsenin Rabbe sevgiden başka vereceği bir şey yoktu. Zambakların da, zambak dostlarının da. Zambaklar beyazdı, adamın kalbi ise bembeyazdı.

Dostluklarını bir bayrağa işlediler insanlar ve melekler, bir çizgi ile ayrılıyordu bayrak bir tarafı zambaklar, bir tarafı zambak dostları. Hepsi birbirine benzemişti, temiz, onurlu, başı dik, mütevekkil. Seven sevdiğine benzerdi. Seven sevdiğiyle beraberdi. Sonra adamlar da  zambaklar gibi yattı usulca Neretva’nın bağrına. Nehir de, zambaklar da, şehitler de ahirete götürdüler hep beraber güzelliği. Güzellik kendini ruhuna dokunana açtı yıldızlarda ve zambaklarda. Gökte yıldız neyse yerde zambak oydu. Güzellik beyazdı, saftı. Ruh güzel yüzünü yalnızca o “Tek güzeli”  arayanlara açtı.

Bir sineğin vızıltısı ile uyanan kadın, yıldızlara bakarken uykuya daldı. Bir sukut indi gök yüzünden. Kocaman bembeyaz kanatları vardı sükutun. Bir attı bu. İniverdi usulca kadının yanına. Kadın huzurun güzelliğini seyretti. Sessizliğin cümlelerini dinledi. Konuşmadan anlaştılar bu semavi varlıkla. Korkarak usulca dokundu atın bağrına kadın. Ilık bir mutluluk sardı tüm benliğini. Ata ismini sormak istedi, konuşmaya ar etti. Güzelliğin ismini sormaya hacet yoktu. O da “O güzelin” yaratıklarından biri idi olsa olsa. Kadın “Ya Cemil” dedi. Uyandı. Vakit sabah namazı idi. Tekrarladı kadın, “güzellik beyazdı.”

Mona İSLAM

27 Ocak 2013 Pazar


EY ÖLÜM SANA MERHABA

Bugün çok sevdiğim birinin fotoğrafını gördüm. Uzun uzun baktım, gülümseyen yüzündeki çizgilere. Hayatın izleri, sevincin ve kederin damgaları vardı yüzünde. O hayalimde yıllar önceki gibi kalmıştı, onun yaşlandığını hiç düşünmemiştim. Sanki yıllar benim için akmış ama o hatıralarımın bir yerinde zamansız bir boşlukta öylece asılı kalmıştı. Yılların ona da değdiğini, ben farkına varamasam da, yaşamın virajlarında sürtülmekten onun da yıprandığını neden düşünememiştim? Hangi nesne, hangi insan bıraktığımız yerde duruyordu, kim zamanın akan nehrinde sabit kalabiliyordu ki…

Sevdiklerimizi hep genç halleriyle hatırlamak isteriz. En çok da kendimizi. Eşimizde, arkadaşlarımızda, yaşlanma belirtilerini sezsek de, bunu kendimize kondurmayız. Zaman bize dokunmamaktadır sanki. Olgunlaştığımızı, hayat tecrübemizin arttığını fark ederiz ancak bunun yüzümüze de yansıdığını hiç düşünemeyiz. Çünkü biz aynaya baktığımızda bile yüzümüzü değil, kendimizi görürüz. Ruhumuzu, kişiliğimizi, bizi biz yapan şeyleri…

Hele de görüntü ile değil, ruhla ilgilenen insanlardansak, güzellik kremlerine, anti aging ürünlere başvurmuyor, ayna karşısında göz altlarımızı çekiştirmiyor, saç tellerimizi tek tek incelemiyorsak yaşlandığımızı idrak etmemiz, birinin bize “A! Saçlarında beyazlar çıkmış” demesi suretiyle olur. Üstümüze alınmayız ilkin, sonra şaşırırız , sonra gidip bir kez daha aynaya bakarız, kendimizi başkalarının gözüyle görmeye çalışırız. Evet gerçek inkar edilemeyecek biçimde ortadadır. Yaşlanmışızdır. Ölüm adım adım gelmekte, onun için bir karşılama töreni hazırlamak gerekmektedir.

Bazen de bunu kocaman kocaman kızların, delikanlıların size abla demesi ile fark edersiniz. Biraz bozulursunuz, sonra onların gözlerindeki sıcaklığı, sevgiyi ve hürmeti görürsünüz. Ablalık koltuğuna önce istemeyerek, sonra “napalım benim zamanım gelmiş” diyerek oturursunuz. Zihninizde sizin abla , abi dediğiniz insanlar vardır, geçmişte onların üstlendikleri ve üzerinizde icra ettikleri harikulade işlemi, bir bayrak yarışı gibi devr alırsınız. Onları hatırlar ve taklide çalışırsınız.

Artık hafif hareketler, kikirdemeler, yersiz şakalar, argo sözcükler zinhar çıkmamalıdır ağzınızdan. Hoş görülecek yaşı geçmişsinizdir. Bilgece konuşmanız ya da susmanız beklenir. Bunu becerebiliyorsanız, insanlar size daha da saygı gösterirler, ama gittikçe sizden uzaklaştıklarını fark edersiniz. Siz çay koymaya mutfağa gittiğinizde aralarında fısıldaşıp nişanlılarından bahseden, siz gelince haya edip susan, dertleri olunca size gelip ağlayan insanlar vardır artık etrafınızda. Kimse size bu pozisyonu isteyip istemediğinizi sormaz, hayat görev gömleğini giydiriverir üstüne insanın. Yolda biri düşüp bayılınca müdahale eden bir doktor gibi müdahale edersiniz olaylara. Kollar daima sıvanmaya hazır tetiktesinizdir. Göreve her an çağırılabilirsiniz. Kapasiteniz varsa, istemeseniz de sorumluluk alırsınız. Zamanla buna alışmanız mukadderdir…

Yahut kızınızın arkadaşları ile konuştuklarına şahit olursunuz. Genç kız havalarına şimdiden girmiştir. Seçimleri, beğenileri, kendine özgü bir tarzı vardır artık. O plan yapar, siz planlarında ona yardımcı olursunuz. O sahneye çıkıp oynar, siz dekoru hazırlarsınız. Sizin zamanınız geçmiştir artık. Başrol onundur. Siz ise olsa olsa bir figüran olabilirsiniz onun için yazılmış senaryoda. Bazen onun diline uzaklaştığınızı düşünür ve size abla diyen kızlara rica edersiniz, “bizim kızla bir konuşun lütfen” diye, şaşırarak görürsünüz ki onlar onun kalbine sizden daha kolay yol bulmaktadır. Yaş farkı sizi bazı şeylerden temelli emekli etmiştir artık.


Artık gençlik rehberinin menzilinden çıkalı yıllar olmuştur. Ne fırtınalı aşklarda gözünüz vardır, ne alış verişte, giyim kuşamda. "Yok canım genç gösteriyorsun. Hadi! Sen dediğin yaşta olamazsın!" diyenlere gülüp geçersiniz. Artık görünüşle gerçeği ayırd etmeyi öğrenmiş, görüntüye değil gerçeğe yatırım yapma peşine düşmüş, kabuğu kırmış karanlık ve sıkışık dünya toprağından, geniş ve havadar ahiret meydanına çıkmaya hazırlanmış bir filiz olduğunuzu bilirsiniz.  Dünya ile aranıza mesafe girer, siz gidenlerin ardından bakmaya başlamışsınızdır artık tutkuyla. Ağzınızda eskiden reddettiğiniz inatla tersini iddia ettiğiniz ağabeylerinizin ablalarınızın sözleri vird olur. Onların sakin ve cedele girmeyen hallerini anımsarsınız, onlara benzediğinizi fark edersiniz. Onlara dünyada mı berzahta mı olduklarına aldırmadan uzaktan bir selam verirsiniz. Selamınızı alacaklarını bilirsiniz.

Sizin de sevdanız ayrılanlaradır artık. Diyar-ı ahere göçenlere. Artık ayrılanların sayısı gelenleri aşmıştır, şairlerin dilindeki ömrün yarısına gelmiş, yokuş aşağı bir adım atmışsınızdır. İhtiyarlar risalesini başucu kitabı yaparsınız. Onu içinize çeker, onunla sükun bulursunuz. Ruhunuz kemale erdikçe, bu dünya gibi, bedeniniz de ona dar gelmeye başlar. Artık yapıp ettikleriniz, seyahate çıkmadan önce yapılması gereken hazırlıklar kabilindendir. Sorumlulukları yerine getirirsiniz, tamamlanması gereken işleri tamamlarsınız, ardınızdan dünya elbette dönecektir, ancak siz vazifenizi devredecek birileri buluncaya kadar işlerinizi sürdürür, kimsenin üzerinizde hakkı  kalmadan veda etmeye gayret edersiniz hayata.

Rüyalarınız bile değişir. Sevdalı bir kuş gibi uçuverirsiniz misal alemine her gece, “alın beni de yanınıza nolur, geri göndermeyin” dersiniz. İşiniz vardır geri gönderilirsiniz, vazifeden kaçmak yoktur. Artık hayata ilişkin bir arzu ile tutuşmazsınız, bir emeli kovalamazsınız vazifedir her şey. "Ömür sermayesi az yapılacak işler çok" der durursunuz. Taallümle tekemmüle gönderildiğiniz bir alemde kaybedecek vakit yoktur. Oyalanacak kimse yoktur. Emir gelinceye kadar sürgünde bilirsiniz kendinizi. Emri bir muştu gibi alır ve atılırsınız boynuna yarinizmiş gibi Melek-ül mevtin. Siz onu severseniz, o da sizi sever. Zaten ölümü her andığınızda, size selam veren de o değil midir? İhtiyarlığı iyi demlenmiş halde, yudum yudum içenler onunla zaten tanış olurlar.

“Sana muhabbetimiz vardır ey güzel melek, senin elini tutup nereye dilersen gideriz.” Muhabbet ehli için visal o şerefli dostun kucağına atılmakla başlar.  “Sen daima hoş gelirsin, bizi sarıp sarmalayıp ait olduğumuz yere erdirirsin. Senin temiz yüzüne müştakız. Bu gönülde sana  hep merhaba  vardır. Şahit olasın.”

Allah bizi vakti gelsin gelmesin ölüme "merhaba" diyenlerden, dünyasına onu buyur edip, onu hoşça ağırlayanlardan kılsın. 


24 Ocak 2013 Perşembe


BEN VE ÖTEKİ

Bir bebek doğduğunda kendisini ve ötekini algılayamaz. Hatta denilebilir ki kendini kainat denizinde bir damla iç içe geçmiş vahdetin bir cüzü olarak bilir. Bu yüzden onu kundaklarız. Modernler ne derse desin, kundaklamak çocuğa kendi varlık sınırını bildiren, ötekinin nerede başladığına işaret eden bir araçtır. Bizzat sünnettir, Efendimiz, torunlarını kundaklatmıştır. Mahlukatın diğer cüzlerinin tersine, insanın varlığını, benliğini bilmesi, kendini ötekinden kainattan ayırması, o cennetvari sürur veren vahdetten kopması, büyük bir nimettir, insan olmanın ilk ve en acılı adımıdır. Belki de bebek annesinin bedeninden ayrıldığında, tek başına kendini hissetmenin acısıdır ilk ağlama, kim bilir?

İnsan olmak için enemizin farkına varmak, kendimizi başkalarından ayırmak ilk şarttır. Bu kopuş, zahiren bir şirki çağrıştırsa da, bütünden ayrılışı netice verse de yolculuğun başlangıcıdır. Kamışın sazlıktan koparılışı ve ney oluş öyküsüdür. Vuslata giden yolda ayrılık olmazsa olmazdır. Ayrılık olmadan, sevgiliden koparılmadan, kimse aşkın kadrini bilemez.

Benimizi inşa ederiz yavaş yavaş, taş üstüne taş koyarız, kendimizi tanımlarız, iktidar alanımızı belirleriz, bu alanın dışında kalanı fark ederiz, farklı olanla savaşırız, alt etmeye hükmetmeye çalışırız, başaramadığımızda ateşkes yaparız. Ateşkes sırasında ötekini inceleriz. Düşmanı tanımaya çalışma gayretidir bu önceleri. Benlik için kendi dışındaki her şey düşmandır, yabancıdır. Baktıkça ona, gözlemledikçe benzerliklerimizi fark ederiz. Ortak noktalarımızı keşfederiz. Keşfettikçe şaşkınlık yaşarız. Empati yapmaya başlarız. Onun sandalyesine oturur, onun gözüyle dünyaya bakarız. Bundan hoşlanırız. Anlarız ki bu empati denen yetenekle, gerçekte olmasa bile hayalen herkes olmak ve birden çok hayatlar yaşamak mümkündür. Bir roman kahramanında, bir film karesinde, bizimle dertleşen bir yakınımızda, bir üçüncü sayfa haberinde, hayalen çok hayatlar yaşarız. “Ben” iken “sen” olup “sen” in hayat tecrübelerini ediniriz. Onun durduğu yerden kainatı okuruz. Bu sayede olabildiğimiz sen miktarınca çok hayatlar yaşar kainatla bütünleşiriz. Ayrıldığımız cennete geri döneriz.

Sorun tam da burada başlar, empati yapmak, “sen” olmak keyifli ama tehlikeli bir süreçtir. Bazen insan bunu sıkça yapmaktan, sürekli başka sandalyelerde oturmaktan, oralardan  bulunduğu odaya bakmaktan, kendi yerini kaybedebilir.Yahut en hafifi sandalyesine döndüğünde, dışarıdan kendi evine geldiğinde, hiçbir şey ona ait gözükmeyebilir. Kendi sorunlarına, açmazlarına , ihtiyaçlarına çözüm üretemez hale gelir. Evini toparlayacak kadar evinde kalmamaktadır çünkü. Kutular üst üste yığılır. Eşyalar yerleştirilmeden ortalığa bırakılır. Her yeri kalın bir toz tabakası kaplar. Evin efendisi kapı kapı gezmektedir. Başkalarının sorunlarını çözmeye, onların sevinçlerini paylaşmaya harcadığı vaktin onda birini, kendine çok görmeye başlamıştır. Varoluşunu dışardan tanımlar. Kendine yabancılaşır. Bir de bakarsınız, başkalarına son derece merhametli anlayışlı hoşgörülü olan bu zat, kendine karşı acımasız, yargılayıcı ,umutsuz, zorlayıcı bir hale gelmiş. Bu en iç dairede sadece kendisine yönelik bir davranış olmaktan çıkıp, yakın halkalarda bulunan ailesine, akrabalarına, cemaatine, mensub olduğu millete de sirayet eden, “ne kadar öteki o kadar makbul” dediği bir sürece sürüklemiştir onu.

Ötekini düşman kabul etmek, nefret etmek, onunla savaşmak nasıl yıpratıcı ise öteki ile özdeş hale gelmek “ben” i unutup “o” olmak da öyle hastalıklı bir varoluş biçimidir. Bize verilen tüm kabiliyetler gibi “ben” imizi de haddi vasatta yaradılış amacı üzere bir kıyas aleti olarak kullanmak, başkalarını ziyaret etmek, ama daima evimize dönmek, en çok vakti “ben” imizle geçirmek, onun penceresinden dünyaya bakmak, onun rengine bürünmek, ondaki ismi azamı bulup çıkarmaktır vazifemiz. Empati yeteneği bize kainatta kaosa, fesada sebebiyet vermeyelim diye verilmiştir. Daima başkası olup, ona özenip, onunla karşılaştırıp, kendimizi küçümsemek, kendimizin kıymetini bilmemek çok büyük insafsızlıktır.

 Veda hutbesinde efendimiz insanlara cana kıymamalarını başkalarını meşru haklarından mahrum etmemelerini söylerken, ashabına da nefislerine zulmetmemelerini söylemiştir. Burada “Ya  Eyyuhennas” ibaresi ile ötekine edilen düşmanlığa “ ya ashabi” hitabı ile nefse edilen zulmü işaret etmesi manidardır. Mübarek hitabın kat kat manalarından benim acizane anladığım, biz müminlerin başkalarına gösterdiğimiz hürmeti anlayışı, verdiğimiz özgürlüğü, kendi nefsimize reva görmeme olasılığımızın daha güçlü olduğudur. Yapılması gereken “ben” ve “öteki” arasında, Rahman suresinde belirtildiği gibi, fıtraten koyulmuş mizana dokunmadan, dengeyi bozmadan yaşamaktır. Afaki olana çokça yoğunlaşıp, kesrette dağılıp, enfüsi olana, kendi iç sesini dinlemeye, kendinin farkına varmaya ,kendi ile baş başa kalmaya bigane kalmamaktır.

İnsanın kendini bilmesi, ötekini tanıması, kendi ve ötekilerin toplamından oluşan kainatı anlamlandırması, yorumlaması, onu varlık amacını tahakkuk ettirmeye, Rabbini tanımaya yöneltir. Ancak bu sayede aşk acısı diner, vuslat gerçekleşir. Rabb bizi kendisinden acı çekmemiz için ayırıp bu kainata yollamamıştır, bilakis bize kendinden ayrı bir benlik vermekle bize kendimizi, tüm ötekileri, ve Rabbimizin Zat- Şahanesini anlayabilecek bir donanım lütfetmiştir. Bizim de ona dönüşümüz, tüm kainatı ceplerimizi doldurmuş, ona hediye eden bir halde olmalıdır. Rabbinden çıplak olarak çıkan insan Ona tüm kainatın halifesi sıfatıyla dönsün murad etmiştir. Zahiren bir cüz iken bir küll olsun dilemiştir.  Bunun için de hem “ben” in hem de “öteki” nin sağlam ve sağlıklı kalması, tahrib edilmemesi şarttır.



23 Ocak 2013 Çarşamba


DOKUNULMAZ LATİFE

Bir insanın kalbini müeaddiden kırabilirsiniz, ama onurunu yalnızca bir kere.


İnsan sosyal bir varlık. Medeniyyun bit tab. Yalnız yaşayamayan, mutlaka ötekine muhtaç olan. Fakrı yalnız mala, rızka, yıldıza, çiçeğe değil, onların hepsinin mecmuuna, insana da şedid olan. Ünsiyet edecek bir öteki bulamayınca insaniyeti dahi anlamını bulamayan. İnsan, muhabbet ve nefret sahibi. Tıpkı bünyesinde toplanmış kainat gibi.

Miftah-ul Gayb’de(Konevi) kainatta cari iki kuvveden söz edilir. Muhabbet ve tenafür. Diğer deyişle sevgi ve nefret. Kainatta var olan tüm şeylere hakimdir bu iki kuvve. Her bir şeyin muhabbet ettikleri ve nefret ettikleri bulunur. Cezb ettikleri ve def ettikleri. Dilerseniz siz bunlara Risale diliyle kuvve-i cazibe ve kuvve-i dafia deyiverin. Lisan değişir, hakikat değişmez. Lisanların çeşitliliği ve renkliliği de Onun ayetlerindendir.

Bunun sebebi ise birbirine zıt esma-i ilahi ile açıklanır. Rahmet ve kahr gibi. Yükseltme ve alçaltma gibi. Bu esma sebebi ile varlıklar farklı esma etrafında toplanırlar, zıt kutuplar oluşur. Melek ve şeytan gibi. Zahir ve batın gibi. Mülk ve melekut gibi. Ulvi ve süfli alemler gibi. Cennet ve cehennem gibi.Yahut bu eşya zaten o esmanın tecellisidir.

İnsan bunların orta yerinde durur. Hepsini içinde toplayan, hepsini cem eden varlıktır insan. Cennet ve cehennem ancak ve ancak insanın bünyesinde bu kadar birbirine yaklaşabilir. Melek ve şeytan ancak insan içinde böyle sık saf tutabilir. Muhabbet ve nefret ancak insanda bu kadar kolay yer değiştirebilir.
Muhabbet gibi tenafür de bir vecibedir üstelik.

Allah Musa’ya(as) dedi ki: Benim için muhabbet et, benim için buğz et.

Sırf muhabbet de murad değildir, sırf buğz da. Ne kuvve-i cazibe ne kuvve-i daifa kendi başına iş görebilir. İkisi de cari, ikisi de daim çalışır olmalı. Allah’ta öyle, halifesinde de öyle olmalı. Vekil aslı yansıtmalı. Nitekim hakkalyakin görüyoruz ki öyle…

Yalnız biline ki, nasıl esma-i ilahinin kendi içinde bir hiyerarşisi vardır, rahmet azaba, muhabbet kahra müreccahtır, insandaki tecellileri de öyle olmalıdır. Rahmetiniz gazabınıza, muhabbetiniz nefretinize galebe çalmalıdır. Ya da rahmet asıl, gazap tali, muhabbet asıl nefret tali olmalıdır. Dikkate değer bir diğer husus da rahmet ve muhabbetin sari ve nurani, istila edici hasiyete, nefretin ise cüzi ve lokal hasiyette olması gerektiğidir. Allah ‘rahmetim her şeyi kaplar, azabım ise dilediğime isabet eder’ buyururken bu nokta atışına işaret buyurmaktadır. Nefret sirayet etmemelidir. Bir insandan diğer insanlara, bir huydan diğer huylara taşmamalı, adeta bir cerrahi müdahale gibi, bir kanserli uzvu kesip atmak gibi olmalıdır. Ancak o zaman o nefretten dahi bir rahmet görünür. O gazaptan dahi bir muhabbet sezilir. O noktaya olmasa da gayrında tüm varlığa duyulan bir muhabbettir bu. O nokta o varlığın devamı için kesilir ve atılır.

Hasılı müminde tenafür dahi muhabbettendir, varlığa duyulan muhabbetten. İnsanı harekete geçiren hep muhabbet hep muhabbet. Yaklaştıran da uzaklaştıran da muhabbet. Tenafür olsa olsa muhabbeti ısrarla istemeyene, reddedene, muhabbete düşmanlık edene.

Belirtmeliyiz ki, Sadreddin Konevi kainatta cari nefretten söz ederken ‘tenafür’ tabirini kullanır. Bu tabir bir karşılıklılık içerir. Anlaşılan odur ki muhabbet gibi nefret de karşılıklıdır. Ya da birinden ancak sizden nefret ediyorsa nefret etme izniniz vardır. Mümin için böyledir, izin isteyen, söz dinleyen nefis için böyledir.
Kuvve-i dafia kelimesi de incelendiğinde aynı hakikatle karşılaşırız. Def etmek size taarruz edene, müdafa size saldırana yöneliktir. Ayet ‘Size karşı savaşanlarla savaşın’ buyurur. Demek ne nefretin, ne kuvve-i dafianın evveli, başlatıcısı, sebebi olmamak mühimdir.

Bir insanın kalbini kaç kere kırabilirsiniz? Herkese göre değişir değil mi? Kanaatimce yerleşmiş olduğunuz bir kalbi sayısız kere kırabilirsiniz. Size müsaade edilir. Müsaade eden kalptir. Ya izzet ve şerefini…Bir insanın onurunu kaç kere kırabilirsiniz? İşte bu kişiden kişiye değişmez. İnsan denilen varlık bozulmamışsa, hayvaniyete inkılab etmemişse,(hayvanların onuru yoktur) bir insanın onurunu yalnızca bir kez kırabilirsiniz. Bir kez affedilirsiniz. Sonra… İkinci denemede sizi en çok acı verebileceğiniz yerden kalbinden söker atar. Kim? İnsan mı? Hayır. Onun Aziz olan Rabbi. Sizin kulunu böyle kırmanıza izin vermez, sürgün ediverir.

Şerefe uzanan el, insanın en iç dairesine, harim-i ismetine, dokunulmazına uzanan eldir. Bazı insanlar öyle pervasızdır, öyle hoyrattır ki kalbinizi kırarlar, bu affedilebilir, tahrip kastı yoktur. Sadece duyarsızdırlar. Ancak biri onurunuzu kıracak bir şey söylüyorsa, bunda kasıt vardır. Bunda nefretin kıvılcımı vardır. Sizden nefret edene sevgi besleyemezsiniz değil mi? Nefret nefreti doğurur. Mütekabiliyet esastır.

Onurunuzu hakikatte yalnız kalbinize yer etmiş olanlar kırabilirler.  Artık en affedici kalpte dahi söylenebilecek tek söz ‘ İyi olsun ama benden uzak olsun’ sözüdür. Her latifenin taşımak için yaratıldığı sıklet aynı değildir. Kol kilolarca yük taşır, göz taşımaz. Kalp tonlarca ezayı taşır, izzet taşımaz. İzzet sizi ancak bu kadar affeder.

İyi olsun, benden uzak olsun.

İzzetin affı Züntikam’dan yardım istemekten vazgeçmesidir.

Şeref insanın en değerli latifesidir. İnsana ‘La ilahe’ dedirten de bizatihi şereftir. Başka ilah edinmek şerefe terstir. Şeref denilen latifeyi tahrip etmeden, başka bir ilah edinemezsiniz. İnsan aziz bir varlıktır. Aziz olanın izzeti onda mütecellidir. Ondan maada kimse onu zelil edemez. O da izzetini muhafaza eden kulunu asla zelil etmez.

Fütuhat-ı Mekkiyetin cennet bahsinde cennet ehline şöyle seslenildiği bildirilir. ‘Şerefli efendiler olarak girin cennete’  Şeref dışarıda bırakılarak cennete girilmez. Orada efendi olmak için burada yalnızca Ona kul olmak gerekir. Kulsanız, gayrı sizi incitemez, şerefinize halel getiremez. Denerler, ama müsaade etmezsiniz.
Şirkin kırıcısı, tevhidin arayıcısı, efendi olmanın ve cennete girmenin yolu şereftir de. Ya Allah’ın aziz ve şerif yarattığını zelil ve hor kılmak isteyenin akıbeti nedir? Allah adildir. Ayette kanunu buyurur. Günahın karşılığı ancak misli bir günahtır. Bu ayetten istihracla anladığım şudur: Başkasını zelil kılmaya çalışan zelil olur. Birinin onurunu kıran onursuz kalır. Hakir gören hakir bulunur. Men dakka dukka. Kim tarafından? Hak tarafından. 

Maazallah.

Öyleyse mümin kardeşinizin de, insan kardeşinizin de şeref ve izzetine el uzatmadan, kendi şeref ve izzetinize bir bakıverin. Acaba yerlerinde duruyorlar mı? Yoksa sizi terk edip gitmişler mi? Gitmemişlerse size el çektirirler. Gitmişlerse dilediğinizi yapın. Zaten gittiklerini de fark etmemişsinizdir. Sufiler der ki ‘İnsan başkasını tenkid ederken gördüğü aslında kendi kusurudur.’ Önce kendi kusurumuza bakalım. Önce kendi terbiyemizle meşgul olalım. Şeref kazanmak bununladır.


22 Ocak 2013 Salı


ATEŞ GÜZELDİR

“Kün” emrinden sadır olmuş ne varsa güzeldir. Bir şey ya doğrudan ya neticeleri itibariyle güzeldir. Bazen hayır zannettiklerimiz şer, şer zannettiklerimiz hayırdır. Haddi zatında mana-i harfi ile bakıldığında her şey hayırdır. Mana-i ismi ile baktığınızda en güzel haller bile, sönmüş ve kendi içine çökmüş bir yıldızın kara delik olması gibi sizi de tüm evreninizi de yutan şerden koca bir ağız olur. Nazarımıza göre eşya tebdil eder. Aynı mekana giren iki insanın aynı eşyaya farklı bakışları farklıdır. Niyet amelleri tebdil eden bir iksirdir. Bunlar Üstadımızdan hıfz ettiğimiz hakikat çekirdekleridir.

Hastalık güzeldir. İnsana gerçek varlık durumundan haber verir. Nefsin kibrini eritir. Ona odasının darlığını, bedeninin kırılganlığını, ihtiyacının şiddetini, ellerinin boşluğunu  gösterir. Böylece isabet ettiği insanı kudret sahibine ulaştıran bir binek olur hastalık. İnsan hastalıktaki ateş sayesinde Rabbini başında bekletecek kadar rahmete nail olur. Hadisle sabittir, Allah hastanın baş ucunda bekler. Sevgiliyi başınızın ucuna getiren ve üzerinize titreten her şey güzeldir. Kim hayal etmemiştir ki yatak döşek hasta olsun ve sevgilisi onun için ağlayıp göz yaşı döksün. Size sevildiğinizi hissettirmesi hastalık ateşinin içinden size uzatılan şefkatli bir eldir.

Hata yapmak güzeldir. En emin olduğun şeylerde dahi şaşırmak, altüst olmak, tekrar tekrar düşünmeye gayret etmek, hak nedir ehak hangisidir ölçüp biçmek, beynin kıvrımlarında batılı dolaştırmak, hakkı arayıp durmak, bulunca batılın sönüşüne şahit olmak, gelinen her makamda ayağının kayabileceğini bilmek, yanılabilirliği ile yanılmaz, kaybedebilirliği ile daima işinde galip(Allahu galibun ala emrihi) bir Rabbi hissetmek, cehaleti ve algısının darlığı  ile kendini Mutlak Alim’e rabt etmek, davranışları ile deneyip yanılarak, düşüp düşüp kalkarak bir Yüce Hikmet sahibini fark etmek, hayatımızda her şeyi kontrol edememek, elimize yüzümüze bulaştırmak, gaf yapmak, ağzından kaçırmak, sözü toparlayamamak, meramını anlatamamak, aptallık etmek, “yine beceremedim” deyip sızlanıp ağlamak, özür dileyip kabul görmemek, içi yansa da affetmek bizi bir Rahim’in şefkatine, bir Gafur'un örtüşüne vasıl eder. Bu vuslata her şeyi berbat etsek değmez mi?

Günah işlemek güzeldir. Nefsin aklı kendi lehinde işletmesini izlemek, kalbin ve vicdanın ağzına bant yapıştırmasına şahit olmak, “mutlu olacağım” telaşı ile şeytana sarılmasını görmek, şeytanın müttefiki nefsi yüz üstü bırakıp gitmesini seyretmek, zehirli balın tadına bakmak, karın ağrısı ile kıvranmak, cürmün ağır bedeline katlanmak, kendinden ve Rabbinden utanmak, vicdanın “ben sana demedim mi?” sözünü işitmek, kalbin hüznüne batmak, emmareden levvameye geçmek, pişman olmak, tevbe etmek, bir Gafur’u tanımak, “Rabbin seni terk etmedi” hitabına mazhar olarak doğru yolda olmak için bir Hadi’ye muhtaciyetimizi derk etmek, yüzünün karasına Rahmet nurunun vurduğunu hissetmek, minnettar olmak, her şeyin lütuf oluşunu kabahatlerinin bilinci ile hissetmek, O’nu takdis ile tesbih etmek güzeldir. Her kiri çıkaracak bir Kuddüs’ün varlığı bilinince kirlenmek ve temizlenmek arzu edilen haller sınıfına dahil olurlar. Külli ubudiyetimizin birer parçası haline gelirler.

Ayrılmak güzeldir. Bizim sandıklarımızı kaybetmek, tırnaklarımızı geçirdiklerimizi yitirmek, fenayla can evimizden vurulmak, güvendiğimiz dalın elimizde kalışı, demirden taştan olmadığını fark etmek, batan güneşin ardından bakakalmak, doğacak güneşi beklemektir. “La uhibbul afiliyn”  diyerek batmayacak bir güneşin peşine düşmektir. Terk etmeyecek bir sevgiliyi aramaktır. Bir Kayyumiyet tecellisi arzu etmektir. Bir Baki ile ahitleşmektir. Sabretmeyi öğrenmektir. Odur demeyi seven ama O değildir demeye gelince yan çizen nefsi eğitmektir. Ayrılık vuslata mukaddimedir. Zira bir yerden ayrılmak bir başka menzile varmaya, bir kuldan ayrılmak başka bir kula ulaşmaya, dünyadan ayrılmak ahirete yol bulmaya, nefsinden ayrılmak Rahman'a kavuşmaya habercidir. Ayrıca ayrılık, sevdiğimizi tanımanın yoludur, zira insanda öyle kuvveler vardır ki bir şeyin kıymetini kaybetmeden tam bilemezler. Ayrılık karanlıktan aydınlığa bir yol açma vesilesidir. Asılları bulup yedekleri terk etmektir. Baldan sirkeye dönülmez diyebilmektir. Daha iyisini istemektir.


Ateş güzeldir. Bize yemek pişirtir. Çayımızı demler, soba başı sohbetlere yol verir. Aydınlığımız olur. Yolumuzu gösterir. Giysilerimizi ütüler. Gemimizde, arabamızda, uçağımızda bizi menzilimize taşıyıverir. Meyvelerimizi pişirir, madenlerimizi yetiştirir. Nefsimize işaret eder. Bize ateşin tüm halleri için ibret verir. Ateş çok büyük ve külli bir nimettir. Tüm ateşin haller de öyledir. Rabb bize de Musa’ya konuştuğu gibi ateşin içinden konuşuverir. Ateş sadece kontrol edilmezse felaket olur. Zarar verir.Yangın çıkacak diye ateş kullanmaktan vazgeçmeyiz. Ateşe ait halleri hor görenler ateşin meleğini incirler.   Tüm bu haller de o meleğin nezaretinde gerçekleşir. Görmek isteyen gözlere ateş, güller ve balıklar gösterir. Elbette ateşi elde de kalpte de tutmak, korumak ve onunla pişmek, olgunlaşmak, tekamül etmek, er kişinin işidir. Risk almaktan korkmak insanı yaşamaktan alıkoyar.

“Hastalıklar niye var? İnsanlar acı çekiyor ama…” diyenler nasıl Şafi ism-i şerifini ıskalıyorsa, “Zulümler niye var? Zavallı insancıklar” diyenler nasıl Adil ismine kör oluyorsa, “Niçin hataya, günaha düşüyoruz, kirleniyoruz” diyenler nasıl Gafur, Kuddüs ve Rahim isimlerini göremiyorsa, “Mecazi Aşk niye var? Bu marazi bir durum derhal kurtulmak lazım” diyenler de İsm-i Mütekellim ve Vedud’u öyle gözden kaçırıyorlar. Külli bir ubudiyet şansını yitiriyorlar.  İsm-i Vedud ve İsm-i Mütekellim iç içedir.  Zaten kimse sizi Allah gibi dinleyemez, kimse sizi Allah gibi anlayamaz, kimsenin de kelamı Allah’ınki gibi lezzet vermez. Hakikat şudur ki tüm ateşlerden ve ateş hallerden Allah konuşur, tüm ateş sevdalıları da fark etseler de etmeseler de o ateşte tecelli eden Hakkın sevdalılarıdır. Bunu ancak ateşin içinden Rabbi ile konuşan Musa ve onun yolundan gidenler anlayabilirler. Aklın temsilcisi sayılan Hz.Musa da Ehl-i Aşk’tı bunun için “Ya RABB YÜZÜNÜ GÖSTER” diye niyaz etti. İstediğiniz kadar akıllı olun, istediğiniz kadar tenzih edin, Mütekellim'den bir cilve payınız olduysa Onu görmek için yanıp tutuşursunuz.

 Ya Rabb bize de yüzünü göster. Dağları parçalayan şavkınla bize de tecelli et, parçalansak da razıyız. Tüm ateşin halleri bize seninle konuşmak için vesileler kıl. Biz yola cesaret edip çıktık, yardımına güvendik, gücümüzün fevkinde yüklere omuz verdik. Bir şey diledin kimseler dağlar taşlar lal oldu isteğinin havada kalmasına dayanamadık öne atıldık. Ben varım. Ben yaparım. Buyur, emret. Ateşe mi girilir? Dağlar mı aşılır? Uzak diyarlara mı gidilir? Zemherir mi çekilir? Dile benden ne dilersen. Lebbeyk. Bize işimizi musahhar eyle. Bizi emrinde muvaffak eyle. Çünkü bizim senin yüzünü güldürmekten başka hiç bir emelimiz yoktur. Senden bir "aferin" bize yeter. Ateşin içinden sana vasıl olmak dileriz. Ateşin meleğine selam olsun, şahid ol Ya Rabb biz senin afakta ve enfüste tutuşturduğun her ateşi severiz.


Mona İSLAM  

21 Ocak 2013 Pazartesi


Dostlarım için şükürler olsun!

‘İnsan medeniyyun bittabdır’ derler eskiler. Yani, sosyal bir varlık. İnsan toplum içinde yaşamalı, fıtratı da kemali de bunu icab ettirir. Hak, halk içinde aranmalı. Yani halk içinde olmanın gayesi Hakkı bulmak. Öyleyse halkın batınında gizli olan Hakk’a bakılacak. Bunun tek şartı halkın, yaradılmışın içine iyice bakmak. İnsan ıskalanmamalı, zira en büyük tecelligah insanın ta kendisi. Bu yüzden insan, sadece insanlar arasında yaşamakla kalmamalı, dostlar da edinmeli. Dost edinmek insanın içine bakmanın kestirme bir yolu.
Dost edinmek dilde kolay, hakikatte zor bir şey. Halil, Hz. İbrahim’in sıfatı, Allah’a dost. İnsana dost olmadan Allah’a dost olunabilir mi? Hiç sanmam, Hz. İbrahim önce insanlara dost. Halil, dost ve yakın demek. Yakınlık çok dikkatle incelenmesi gereken bir durum. Yakınlıkta fiziksel olana değil ruhsal olana işaret var. Kurbiyyet ruhların teması, iç içe geçmişliği, birbirine benzeyişi. Ruhumuzun kainattaki meleklere, ruhlara, bilhassa insan ruhuna temas etmesi.  Dostluk kurbiyyet biçimlerinden biri. Diğeri ise bir derece üstü, mahbubiyyet, Habib olmak, yani sevgili. Efendimizin(sav) kurbiyyeti, insana, Allah’a.

 İbn-i Arabi Füsüs-ul Hikem’inde der ki “İlahi şeriatlar Hakka dair söyledikleri şeyleri sıradan insanlar için sözden anlaşılan ilk anlamda söylemişlerdir. Seçkinler söz konusu olduğunda ise hangi dil olursa olsun, dildeki kullanıma göre sözü bütün yorumlarına söylemiştir.”

Söz söyleyen Allah, onu indirdiği dildeki her anlama ilişkin bir katmana ayırarak, tabaka tabaka, hal hal, insan insan, zaman zaman değişkenlik arz eden manaları içeren bir mucizevi söz olarak söylüyor. Halil de bu sözlerden biri. Allah Hz. İbrahim’e bu isimle hitap ediyor.

Halil sözcüğü köken itibariyle “hulul” ile aynı. Bu yüzden İbn-i Arabi onu ‘bir şeye nüfuz etmek ve yayılmak’ olarak anlamış. Bu da ‘iki kişinin birbirinin nitelikleriyle nitelenmesi, birbirine nüfuz etmesi’ anlamı taşıyor. Buradan anlıyoruz ki “Allah’ın Hz. İbrahim’i Halil diye isimlendirme sebebi, ilahi Zat’ın nitelendiği bütün sıfatlara Hz. Halil İbrahim’in zatının nüfuz etmesi ve onları kendinde barındırmasıdır.”  (Füsüs-ul Hikem)

Ne hoş!

İnsanların dost olduklarını anlamanın yolu birbirlerinin niteliklerine ne derece nüfuz ettiklerine bakmak. Birbirlerini ne derece tanıyor, ve ne kadar seviyorlar müşahede etmek. Bir insanda bir niteliğe nüfuz edince ve tanıyıp sevince, o niteliğin kendinizde de olmasını arzu edersiniz. Bu da sizin gün geçtikçe adım adım ona benzemenize yol açar. Ne kadar nüfuz ederseniz o kadar benzersiniz, ne kadar uzun zaman geçirirseniz o kadar hemhal olursunuz. O zaman size dost denir.

Biri sizde bir başkasını ne kadar görüyor, sözünüzde, düşünüş biçiminizde, halinizde, meşrebinizde birini ne kadar hatırlıyorsa siz ona o kadar dostsunuz demektir. O dost bunu bazen bilir bazen bilmeyebilir. Bu kimi zaman yaşayan, kimi zaman ölmüş bir dost için yaşanabilir. Dostunuza benzediğiniz sürece, o uzakta da olsa sizinle yaşar, yakınınızda sayılır.

Şükürler olsun ki benim dostlarım var.

Gözlerimi üzerlerine diktiğimde ruhlarını gördüğüm, her mimiklerinden hallerinden haberdar olduğum, rüyalarıma giren, ve hallerini, yaralarını, devalarını gördüğüm insanlar. Acılarını derinlerde hissettiğim, dualarımda hiç eksik etmediğim, cenneti onlarsız düşünemediğim, cennete gittiklerinden emin de olsam, dünyada onlarsız çok ıssız kalacağım dostlarım var.

Uzun yıllar birlikte olduğum, dünyama davet ettiğim, kendimi açtığım ve bana nüfuz etmelerine izin verdiğim insanlar. Bunu hiçbir zaman aleyhime kullanmadılar. Kusurlarımı şefkatle sarmaladılar ve düzeltmeye çalıştılar. İyi vasıflarımda beni yüreklendirdiler. Uçmaktan korktuğumda kanatlarımı, nefessiz kalırım sandığımda yüzgeçlerimi gösterdiler.

Derler ki “Dostlarını tanımak için hata yapmalısın”. Öyle ya hala ordalarsa sana hatanda bile şefkat edebiliyorlarsa, nasihat ediyor ama terk etmiyorlarsa onlar dosttur.

Hatta bazen nefesim kesildiğinde,yaşamın ışığı umutla birlikte söndüğünde, bana nefes ve nur  verdiler. Aradım, sebep göstermeden ağladım teselli verdiler, arabayla yolda kalakaldım tereddütsüz çarçabuk gelip yardım ettiler, hırçınlıkla “derse gelmiyorum kimseyi de istemiyorum” dedim, kapıma gelip hiç çalmaksızın Evrad-ı Nuriye bıraktılar. Babam öldü benimle sahiden ağladılar. Anneme tasa ettim, gelip “Bir bakalım teyzemize” diyerek  annemi ziyaret ettiler. Üzerimde kötü bir şey dolaşıyor dedim, üstüme cevşenler okuyup giydirdiler, dualardan kalkanlar yaptılar. Günahımda da sevabımda da hep yanımdaydılar. Onlar benim ciğerimi bilirler. Zaaflarımı kabiliyetlerimi benden daha hızlı fark ederler. Beni çoğu zaan benim kendimi göremediğim yerden görürler. Aferin derler, ama iltifatlara boğup nefsimi şımartmazlar, eleştirirler, ama kınayıp uzaklaştırmazlar. Ne kadar uzaklaşsam geri döndüğümde bana sarılacaklarını bilirim.

Birine bu kadar yakın olduğunuzda çok kerametvari haller de yaşarsınız. Bir şeye üzülürsünüz arkadaşınız uzaktan hisseder, size telefon eder. Bir kötü hal yaşarsınız, sizi rüyasında görür ve çareniz meleklerce ona söylenir. O gelir size bunu iletir. O zaman dostunuz bir melek gibidir. Melekut elçisidir. Hatta o daha iyisidir. Çünkü hiçbir meleki ruh size bir insan ruhu gibi enis olamaz, el veremez.  O dosttur. Ona mukabele edebilmek için bir hayat azdır. Ne bu yazının içerdiği ne de en iyi ediplerin söylediği kelimeler dosta lâyıkıyla teşekküre kâfidir. Ona ancak sizin nâmınıza, âyetlerini biteviye taşıdığı, isimlerini bitimsiz gösterdiği Allah teşekkür edebilir.

Dört sütun nasıl Süleymaniye’yi ayakta tutar, dört duvar kabeyi taşır, alemde dört direk veli(evtad) vardır, dostlarım da benim hayatımın dört temel unsuru. Kimi ateş, kimi hava,kimi  toprak,kimi  su. Hiç birini eksik düşünemem. Onlar kendilerini bilirler. Muhabbetimi de…

Habib ile halilin farkını nefs-ül emirde bilmesem de, nazarımda dört halil bir habibe müsavidir. Halil ile habib arasındaki farklardan biri de halilin sadece ruhen, habibin hem ruhen hem bedenen yakın olmasıdır. Hz. İbrahim’in Allah’a ruhen yakınlığı, Efendimizin ise ruh maal cesed miracı buna işarettir.

Allah bana en çok dostların diliyle konuşur, en sıcak rahmet tebessümleri onların dudaklarından gelir, koruluğa yaklaşan koyun gibi yolumu şaşırınca onlar bana mutlaka bir taş atarlar, duaları üzerimdedir. Adları dilimdedir, zatları nefsimdedir, hatıraları kalbimdedir. Onlara benzeyebilmek onurdur.

Allah onlardan tecelli eder bana. Rahmet, inayet, adalet, hikmet parlar yüzlerinde. Hiç perdesiz bilirim, onların ardında Refk-ül Âlâ vardır. Onlardan konuşan O’dur. Gözlerini üzerimden ayırmayan O’dur, gülümseyen O’dur, azarlayan O’dur. Her ‘Meded Ya Hu!’ dediğimde birinin suretinde yardıma koşan O’dur.
Şükürler olsun!

Mona İSLAM 

KİM İKİNCİ BİR ŞANS İSTEMEZ Kİ…

Hayat bir yün eğirme makinesinde dokunan ip gibidir. Kaderin çemberi döner, yün ipe dönüşür, ipince bir yol uzar, kullanabileceğiniz hale gelir. Onu ellerinizde mahir bir yün eğirici gibi tutmazsanız kopuverir. Yine kopan ipi birleştirmek ve ikinci bir sırayı eğirmek daha da güçtür. Ancak bunu sebat eden mahir sanatkarlar başarabilir.

Yumurta bir Semih Kaplanoğlu filmi. Harikulade sinematografik çekimlerle bizi Tire’ye davet ediyor Semih bey. Tirenin dokuma tezgahlarından hayata dair aforizmalar üretiyor. Filmde tezgahta eğirilen ip gibi, yumurta da böyle bir metafora kaynaklık etmiş. Başrol oyuncusu Nejat İşler’in elinde rüyalarında sık sık gördüğü bir o yana bir bu yana yuvarlanan yumurta, kahramanın savrulan ve ne yöne gittiği belirsiz hayatından başka ne olabilir ki? Her seferinde yumurtayı elden düşürerek bir kabustan uyanır Yusuf bey. Tire’de yetişmiş sevgili anneciğini bırakıp İstanbul’a yerleşmiş bir şair ve bir sahaftır Yusuf. Tozlu kitap rafları arasında bir şarap şişesi eşliğinde kaybolan hayatın dizelerini yazmaya çalışır beyhude. Ama artık ne Tire’deki o hayat dolu ümitvar delikanlıdır o, ne de başucunda mırıl mırıl dua eden annesi mevcuttur hayatında.

Yusuf’un Tireden gelen bir telefonla apar topar dükkanı kapatıp yola koyulduğunu görürüz. Bu, ihmal edilen anneye, gençliğin güzel günlerine, unutulan ahbaplara, yemyeşil bir doğaya ve kendi içine yaptığı esaslı bir yolculuktur kahramanımızın. Yıllardır duymadığı sabah ezanında varır Tire’ye. Yıllardır kulaklarından içeri girmemiş Yasin-i Şerif’i dinler anacığının baş ucunda. Annesinin yüzünü açmaya cesaret edemez. Utanır, zira vefasız bir evlattır o.

Mezarlık dönüşü eve bir enkaz halinde gelen Yusuf evde tabak çanak sesleri işitir. Mutfakta biri vardır. Annesinin hayatından öylesine habersiz ve bigane kalmıştır ki onun son dört yılını yetim bir akraba kızıyla geçirdiğinin farkında bile değildir. Ayla ona annesinin bir adağı olduğundan bahseder. Yusuf’un ne ezanla, ne kurbanla, ne annesiyle, ne de Tire ile ilgisi kalmamıştır. Bunu yapmak istemez önce. “Ben inanmıyorum öyle şeylere” der. Kız “Bu annenizin son isteği, bunu onun bir borcu sayın” der ve Yusuf’un vicdanına bir yol bulur.

Hayatını heba edenler her zaman ikinci bir şansa sahip olamazlar. Bu Allah’ın sizde bir güzellik görmesi ile ancak mümkün olur. Yüreğinizde bir pırıltı kalmışsa, vicdanınız can çekişiyor olsa da hayattaysa, o vakit size ikinci bir şans verilebilir. Ama bunun farkına varmak için teyakkuzda bir akla, ağlayabilen bir çift göze ihtiyaç duyarsınız. Çünkü ikinci bir şans size kaybettiğiniz insanla değil bir başkasıyla da verilebilir. Aklını şarap şişesinin yanında masaya bahşiş diye bırakanlar, en yakınlarının ardından dahi ağlayacak tek damla gözyaşı bulamayanlar bu şans tam karşılarına gelse de onu ıskalarlar.

Yusuf da tam ıskalamak üzeredir elde ettiği bu şansı. İstanbul’da yaşayan, dostları şiirler ve şarap şişeleri olan bir adam, ortada kalakalmış bir akraba kızını burnunun dibinde de olsa fark edemez. İnsan olan için kolaylıkla sorulacak, “Bu kıza ne olacak şimdi? Ne yer ne içer? Okuluna nasıl devam eder? Nerede yaşar?” gibi sorular Tireli komşuların aklına gelir de Yusuf’un aklına gelmez. Öyle ya yabancı biridir bu kız ve yapılacak hiç bir şey yoktur. Ama bazen bir yabancı sizin yardımınıza başka herkesten daha çok ihtiyaç duyabilir. Yahut bir yabancıya şefkat göstermek sizin tüm yaralarınızı iyileştirebilir. Farkına bile varmazsınız  yardım eden mi yardım edilen mi olduğunuzun.

İnsan yardım etmeye en çok kendi nefsi için muhtaçtır. Sevgiye, alakaya, gözetime, teselliye muhtaç biri tam da yanı başınızda durmaktadır da habersizsinizdir ondan. Onu bulmak için etrafınızdaki insanların sadece gözlerine bakmanız yeterlidir. Gerçekten size ihtiyacı olan perişan durumdaki bir insan sadece gözlerinden anlaşılabilir. Onun gözleri “Elimi tut!” der gibidir. Fakat büyük metropollerde insanlar artık birbirlerinin gözlerine bakmazlar. Onlar göz teması kurdukları insanların ruhlarından bir şeyler çalıp götüreceğinden kaygılıdırlar. Bu yüzden uzak dururlar, güneşi arkalarına alırlar, gözlerini kaçırır, fiyakalı güneş gözlükleri takarlar. Güneşten gözlerini koruduklarını sanmayın, onlar kalplerini sizin gözlerinizden korurlar. Oysa hiç kimse bir insandan gönüllüce verdikleri dışında birey alıp götüremez.

Hayatta ikinci bir şansınız olsun istiyorsanız, insanların gözlerine bakmaya, ve onlara gönlünüzde minicik de olsa bir yer vermeye dikkat etmelisiniz. Korkmayın, gönül içine aldığı insan sayısı ile daralıp sıkışmaz, bilakis sonsuza dek genişler, tıpkı muhabbetle genişleyen kainat gibi. Bir de bakarsınız elinizdeki yumurtayı kırmamışsınız bu kez, ipliği tamir edip yeni bir parça koparmışsınız mutluluktan.


20 Ocak 2013 Pazar


Biz kadınlar iyi hesap yaparız.


Biz kadınlar iyi hesap kitap yaparız.
Kendi zayıflığımızı, muhtaçlığımızı, bağımlılığımızı ölçeriz önce. Bir de bakarız, birine sormadan iş yapamaz olmuşuz, biri götürmeden bir yere gidemez, izinsiz karar alamaz, tek başımıza ayakta kalamaz hale gelmişiz. Kendimize acırız.

Sonra dayandığımız duvarlara, tutunduğumuz dallara bakarız. Ne kadar sağlam, ne kadar emin olduklarını ölçeriz. Biliyorsunuz değil mi, biz soyut şeyleri de ölçebiliriz. Hele de yıllarca laboratuvarda ölçümler yapmak, tekrar tekrar denemek ve hata paylarını bulmak olmuşsa işimiz, aklımızı da duygularımıza katar varlıkları öyle ölçeriz. Çok hafiftirler, dokunsanız dağılırlar. Varlıklara acırız.

Zayıf zayıfın halinden anlar. Biz de zayıfız, dayandığımız varlıklar da. Bize de merhamet lazım onlara da. Bir ince hesap daha yaparız, Kitap ona ‘îsar’ der. Mü’min kardeşimin nefsini kendi nefsimize tercih ederiz,  biz de muhtaç olsak da. Ne kadar merhamete ihtiyacımız varsa o kadar merhamet ederiz varlığa. Ne kadar muhtaçsak o kadar kollarız yanımızdakini. Biliriz ki hesap bize döner. Bu bir metafizik ilkedir, asla şaşmayan. Merhamet ettikçe merhamet olunuruz, affettikçe affediliriz,kusurları örttükçe örtülürüz, gözel gördükçe güzelleşiriz, hangi tecelligahta bilinmez ama geleni illa Hak’tan biliriz.

Biz kadınlar derin bakarız. Gözlem yaparız. Gözlemimize, duygularımızı, sezgilerimizi de katarız. Bir de aklı selime tutunabilirsek, duygularımızın ateşi uygun sıcaklığa kadar ılınır. Soğuk da olmayız ama kimseyi de yakmayız. Sıcacık bir çay gibi ısıtırız kalbimizi içine bir tutam baharat katarız, kokular çayı uzaklara taşır. Kokular melekleri çağırır. Buna basiret der bazıları. Basiret sadece akılla olmaz, duygular da gerekir eşyanın ardını görmek için. Bir nevi radyoaktif dalga, ya da onun ruhu olan soyut bir mana. Rüyada gördüğümüz göksel gözün basiret olduğunu biliriz. Biz maddeyle mananın aslında aynı şey olduğunu, bir vahidin iki yüzü bulunduğunu, hele bir de bize bir büyük adam “hem onu hem onu” demeyi öğrettiyse hemencik kavrarız.
Gözlemlediğimiz alemde iyi ve kötünün içiçe geçmişliğini fark ederiz mesela. Önce kendimizde. Kusurlarımızı görürüz, hata ve günahlarımızı, eksiklerimizi, uzaklıklarımızı. İyiliklerimizi de biliriz. Emeklerimizi, fedakarlıklarımızı, merhametimizi, affımızı.  Kalbimizi biliriz, bir de aklımızı. Nefs-i natıkamızı sağımıza nefs-i hayvanimizi solumuza alırız. Sonra ötekinin de öyle olduğunu anlarız. Ve gönül terazisiyle tartarız, iyilikleri ağır basana kalbimizde asla yok olmayacak bir mekan bağışlarız. Kötülükleri ağır basana ise, “Kötülük ademdir kardeşim, Allah sana hidayet versin” der, kötülüğün fani olacağını bir gün kötünün de bizimle aynı çizgiye geleceğini, Hüda’nın O olduğunu, tüm yolların Ona çıktığını hatırlarız.

Biz kadınlar her ayrıntıyı aklımızda tutarız. Bazılarımız bununla birinin hayatını çekilmez kılar. Bazıları bunu karşısındakinin nefesini kesmek onu kelimelerde boğmak için yapar. Şükür ki hepimiz öyle değiliz. Sevdiğimiz insanların iyi kötü tüm cümlelerini hatırlarız. Onlar unutur biz unutmayız. Bu yüzden söylem eylem tutarsızlıklarını dedektör gibi algılarız. Bu yüzden herkese ailesi gibi davranmayı öğütleyen ancak sıkıştığında ben diyenlere şaşarız. Bu yüzden kolay  inciniriz ancak çabuk toparlanırız. Çünkü söylenen bir sözün ‘bir’ değil ‘çok’ olduğunu anımsarız. Her insanın perçeminden tutanın Rabb olduğunu hatırlarız sonra. Herkesin yürüyeceği bir yol, varacağı bir makam vardır. Kimse kimseyi yolundan alıkoymamalıdır. Zaten ardından yürünen Rabb olunca kim kimi yoldan çıkarabilir. Kimse bir diğerini yolundan çevirme kudretine kimse bir diğerini kontrol etme selahiyetine sahip değildir. Kimse kimsenin sahibi değildir. Ancak herkes bir diğerine emanettir, en üzücüsü emanete ihanettir iliklerimizde hissederiz. Biz yolumuz bir makasla ayrılsa da dostlara muhabbetle bakarız, cahillere de selam der geçeriz. Biliriz yolların hepsi Rahman’a çıkar. İncinmişlikler Rahman’a varınca siliniverir. Onu şimdi hatırlamak bile, incitenleri bize affettirir.

Hafızamızı diri tutanın Hafiz olduğunu biliriz mesela. Onun hatıralarımızı da bizi de koruduğunu başka bir koruyucuya muhtaç olmadığımızı, Onun dilerse başımıza meleklerden ordular dikeceğini, bir sözümüzle dostlarımızın koşup gelip dualarla niyazlarla üstümüze kalkan gereceklerini, cevşenler okuyup dokuyup bize “Bunu giy.” diyeceklerini biliriz.

Kimileri bizim merhamete ehil olmadığımızı sanır. Oysa sadece doğurduğuna sadece yakınına ancak hayvanlar merhamet eder.  Onların mekanı dardır, zihni dardır, ötesini görmezler bilmezler hissetmezler. Ellerini uzattıkları kadardır merhametleri.  Biz sadece kadın olmadığımızı biliriz. Biz insanız. En çok kadından şu olmaz bu olmaz denmesine güleriz.  Ne olabileceğimizi ve ne olamayacağımızı biliriz. Bize Rabbin verdiğine şükreder, vermediğine melekler gibi haddimizi bilir “Bizim senin bize bildirdiğinden başka bilgimiz yoktur, Sensin Alim Sensin Hakim” deriz. Beni Âdem olmaya çalışırız. Kadınlık bizim sadece ârizi bir parçamız. Biz ism-i Rahim’den bir gölge iken, Büyük Üstadın diliyle “şefkat kahramanları” tesmiye edilmişken, nasıl olur da etrafımıza şefkatten hâli kalırız? Biz bize güveneni, verdiğimiz sözü, gösterilen özeni, edilen iltifatı, kılıç kuşanıp nefsimizle  savaşmamız gerekse bile boşa çıkarmayız. Yaralanırız, yaralamayız.

Eşine merhamet etmek sadece Hatice validemize has değildir, biz onun kademinde yürüyebiliriz. Anne veya babasına analık etmek sadece Fatma validemize has değildir, biz de onun izi üzereyiz. İlim sahibi olmak sadece Aişe validemize has değildir, biz de âlim olabiliriz. Biz onların ancak ayağının tozu olacağımızı da bu ümmetin velileri arasında zikredilecek kadınlar olduğunu da biliriz. Dostluk ve sıdk sadece Hz. Ebu Bekir’e has değildir, biz de güneşli bir hafta sonu eşimiz ve çocuğumuzla gezmek varken, sesi mahzun diye, bir arkadaşımızın derdini dinlemeye, onun mağarasında onun sıkışıklığını ve karanlığını paylaşmaya koşabiliriz.  Başımız derde girecek olsa bile risk alıp doğruyu söyleyebilir, sapasağlam durup olası herşeyi göğüsleyebiliriz. Biz de ne kadar yoğun ne kadar karışık olurlarsa olsunlar  hislerimizle doğrunun arasını bir yün çilesini ayırır gibi  ayırabiliriz. Arzularımızı ahirete tehir edebilir, sabredip bekleyebiliriz. Biz kevserin Hz. Fatma’dan bu yana durmadan aktığını hissederiz. O sonu cennete varan suda, bir damla da olsa var olmak isteriz. Evet, teşbih yanımız ağır basar, biz suretleri hayalleri severiz, ancak hangi mihrapta durursak duralım diz çöktüğümüzde hep Allaha dua ederiz.  Biz iyi hesap yapar ve kendimize El- Veli’yi veli ediniriz.
Merhamet bazen tutmaktır, bazen bırakmak. Biz uçmak isteyen bir kuşun kanatlarını kırmaya kıyamayız. Onu zorla toprağa bağlı kılamayız. Biliriz kuşlar havada mutludur, toprakta uzun süre yaşayamazlar. Ya bir vahşi hayvan onları yakalar, ya da göklere bakarkenki kederleri…

Bir kaba hesap yaparız. Bunun için ince hesaba gerek yoktur. Bütün dünyevi dertleri bir çuvala koyarız. Onları pazara götürüp satarız, karşılığında bir dirhem hakiki dert alırız. Daha fazlasını takatimiz çekmez.  Böylece artık kimsenin karşısında ağlamayız, kimsenin elini tutmaya muhtaç olmayız, kimsenin ilgisini dilenmeyiz. Onun huzurunda ağlarız, Ona yalvarırız, Ona nazlanırız, Ona şikayet ederiz, Ona mızmızlanırız. Biz istediklerimiz ne kadar sebeplere ve imkana ters olsa da Onun kudretini iyi hesaplarız. “Hazinesi sınırsız olan için istediklerimiz nedir ki?” deriz. Ne istemekten ne ümid etmekten vaz geçeriz.

Biz kararsızlıklarımızı, yanlış seçimlerimizin doğurduğu sonuçların acısını iyi biliriz. Korkarız ama korkunun bizi olduğumuz yere mıhlamasına, yaşamamıza engel olmasına da izin veremeyiz. Her bilenin üstündeki Bilen’i fark ederiz. O Hikmet’e itimad ederiz. Ondan medetle bir yol seçer, bir içtihat ederiz.  Kuşkusuz biz de mutlu olmak isteriz, ama mutluluğun bizim değil Onun cebinde olduğunu biliriz. O cömerttir Ona itimad ederiz.
Biz kadınlar babalarımızın, ağabeylerimizin, öğretmenlerimizin sözlerini iyi dinleriz. Adeta tüm varlığımızla bir kulak kesiliriz. Bize “nehir gibi ak” derler akarız, “kaya gibi metin ol” derler sağlamlaşırız. Dölleyici kelam karşısında kadın kadar verimli bir toprak bulunamaz. Şayet gerçekten aczini, muhtaçlığını, hiçliğini, günahlarını, cehaletini biliyorsa hiç kimse bir kadın kadar edilgen olamaz. Kendini Faalun lima yürid’in eline bırakamaz. Kulluk bütünüyle edilgen olmaktır. “Attığımda, ben atmadım Allah attı” diyebilmektir. Kadınlar Kadir’e iyi kulluk eder, zira ona ihtiyacını en çok zayıf olanlar bilir. Bu yüzden kudret sadece Hz. Meryem’de değil aczini bilip dergahı ilahiye döndükleri sürece tüm  kadınlar üzerinde mütecellidir. Kadınları güçlü kılan zayıflıklarının ta kendisidir.

Bir kadın öğretmenlerini iyi dinlemişse ‘en büyük hilenin hilesizlik’ olduğunu bilir. Onun yönetmek, idare etmek, fethetmek, sahip olmak gibi dertleri yoktur. Kendini bilen kadın bunlardan çabucak sıyrılabilir. Ancak Onu vekil edininceye kadar hesap yapar, sonra, hesapların hepsini Seri-ül Hisab’a bırakır. Artık alemde hiçbir şeyle uğraşmaya hacet yoktur. Zaten mecali de kalmamıştır. Hem sonra hesap soracak ne vardır? Kimsenin kimseye hakkı geçmemiştir. Fail sadece Allah’tır. Başımıza ne geldiyse Ondandır. Ondan gelen başımıza taç, alnımıza busedir.

Biz nefsimize uygun gelene “İhsan sahibi Allah’a hamd olsun”, nefsimize uygun gelmeyene “Her hal için Allah’a hamd olsun” demeyi severiz. Biz her tecelliye “eyvallah” demeye gayret ederiz. Bazen unutur yüzümüzü asarız, ama çabuk toparlarız. Bazen içimiz cız eder dudaklarımızdan bir iniltiyle “ah” dökülür, sonra kıyamayız “yazık” deriz, vazgeçeriz.  Olayların ardında Onu görüverince yüzümüz yine güler. Öfkemiz de şikayetimiz de çarçabuk söner. Gönlün ölçüsü de tartısı da olmaz biliriz. Sonsuz hesaplanamaz, o kadar sıkleti hiçbir kantar çekmez. Geriye dağ gibi sevgimiz kalır. Onun yanında yaşanan imtihanlar olsa olsa çakıl taşlarıdır. Biz herkese varsa hakkımızı helal ederiz. Ne alacaklı ne borçlu çıkmak istemeyiz. Arınıp Kuddüs’a kavuşmayı dileriz.

“Oku kitabını bugün hesabını görmeden kendi kendine yetersin” denilecek günde ince hesaplarda boğulmaktan korkarız. Ya hesabı tutturamazsak o zaman ne olur halimiz? Tuttursak bile hesap yaparken Onu görmekte gecikiriz. Bir tek buna sabrımız yoktur, Onu mümkün olduğu kadar çabuk görmek isteriz.  Onu görmek tek derdimiz. Biz bir şeyi ancak Onu gördüysek severiz. Onu görelim de gayrı her şeye sabrederiz. Bir kere bize bir yerden göründü mü? Sevincimizden tüm mülkümüzü tablacıya bahşiş diye bağışlayıveririz.
Biz Allah’ı her şeyden çok severiz.

Biz kadınlar iyi hesap yaparız. Hesapsız cennete girmek için hesabı kitabı çöpe atarız. Onu burda bir görür bir kaybederiz, ancak cennete girersek daimi seyran edebilir daimi hayran gezebiliriz.
Bizdeki bu aşk-u şevk varken tıkladığımız kapıyı açacaktır, emniyetle bilir, yakin ile iman ederiz.

19 Ocak 2013 Cumartesi


AFFETMEK

Son zamanlarda Kudsi Nebinin şu sözleri ne kadar da kulaklarımda çınlıyor. “La tağdab”(öfkelenme). Fesahatine hayran kalarak zikrediyorum bu hadisi. Aczimi itiraf ediyorum, kusurumu biliyorum. Ben çok çabuk öfkeleniyorum. Ama neyse ki çok çabuk da affediyorum. Varlığımın hakikatine vararak kendimi affediyorum. Önce kendimle savaşıma son veriyorum. Öfkelenebileceğimi kabullenmekle işe başlıyorum. “Öfkelenmek beşeri bir olaydır, fakat bilahare sakinleşmemek ve affetmemek ayıplanacak iğrenç bir harekettir” sözüne tutunuyorum.

İnsan kendine yapılan haksızlığı nasıl affedebilir.  Güvenine ihanet edilmesini, okkanın altına atılışını, düpedüz iftiraya uğrayışını, sözüne kulak tıkanışını, yumuşak karnından vuruluşunu nasıl affeder? İmam-ı Rabbaninin Mektubat’ında denildiği gibi, “Yanlış işlerin afv edilebilmesi için, işleyenlerce bunların suç olduğunun bilinmesi lazımdır. Bu işleri yapanların pişman olması lazımdır. Böyle olmazsa afv etmek doğru olmaz” , diye mi düşünmelidir? Yoksa İmam bu sözleri kamusal suçlar, yahut başkalarına yapılan zulümler için mi söylemiş. Bilemiyorum. Özür dilenmesini ,hatanın anlaşılmasını beklemek çok yıpratıcı bir süreç. İnsan kendi duygularını bir başkasına endekslememeli, o pişman olursa affederim demek insanı ötekine bağlıyor. Fıtrat özgürlük istiyor, kimsenin kayd-u şartı ile bağlı olmamak.  Affedemediğim her insanı sırtımda taşıyorum. Kalbime bir düğüm atılıyor. Küstüğüm insanlar adedince düğümler. Çektiğimde düğümleri çözüverecek beni serbest bırakacak bir ip olmalı. Başım ağrıyor, midem bulanıyor, yoruluyorum kin tutmaktan. Bağrında kor ateşle yaşamak gibi kin tutmak. Kendi iyiliğim için o ipi çekmeliyim, affetmeliyim.

Düşünüyorum Allah'ın bizi affetmesi de böyle zorlu bir süreç mi? Yoksa biz insanlar zayıf olduğumuz için mi affetmekte güçlük çekiyoruz. Zira affetmek zarar verilemez olana kolay, biz insanlar zarar görüyoruz. Görüyor muyuz? Gerçekten üstümüze fırlatılan çirkinlikler bize zarar verir mi? Ona vermiyor. Öyleyse Ona bakan yönümüzle bize de zarar veremez. Öyleyse Ona bakan yönümüzü çoğaltmak lazım, bene bakan kırılgan yönümüzü ise inceltmek, küçültmek,silmek lazım.

Affetmek bilgeliktir. Öncelikle bizi, incindiğimiz olayın ardındaki hikmet elini görmeye zorlar. Sonra bizi inciten insana hiç bakmak istemesek de onu iyice gözlemlemeyi, onun hakkında düşünmeyi, empati yeteneğimizi sonuna dek kullanmayı, onunla hemhal olmayı gerektirir. Her insana derinlemesine baktığımızda, içindeki insan-ı kamil çekirdeğini görürüz. Kemalden çok uzak olsa da, onda tecelli eden güzel isimleri uzaktan uzağa sezeriz. Onda arızi olan kusurları fark ederiz. O kusurlara düştüğü anı, ardındaki sebepleri, psikolojik dinamikleri inceleriz. Bencillik yaptığında, kendini temize çıkarıp başkasını suçladığında, hiç zaafı yokmuş gibi kibirlendiğinde, insana değer vermezken aslında insan olan kendine de değer vermeyişini fark ettiğimizde onu anlarız, öncelikle kendine yazık ettiğini anlarız. Acırız. Kendi karmaşasında boğulan insanlar mutlaka başkalarını suçlamazlar, ama suçlayabilirler de. Bu kolaydır. Ona hak vermesek de, davranışını artık kendimize izah edebiliriz. Ve insan bir şeyin bilgisine sahipse bu onu üstün kılar. Sizi ezip geçtiğini  düşündüğünüz birine karşı, ezilirken bile kötü söz söylemeyişiniz anahtardır, aslında ezilmediğinizi fark ediştir, onu affetmenizi mümkün kılar. İnsanın yüce tarafıdır bu, bazen şaşılacak derecede en aşağılandığı pozisyonlarda zuhur eder. Allah en yüksek bir neticeyi en süfli bir sebebin eline verir.Öyle ki yapanın O olduğu bilinsin.

 Goethe’nin veciz sözünü anımsarsınız hikmetin koynunda “Hiç kimse, affettiği zaman olduğu kadar yükselemez”. Bir celal tecellisi dersiniz ve eklersiniz celal de cemaldir. İntikam isterseniz celalde kalırsınız. Affetmek celali cemale çeviren anahtardır.

Affetmek rahmettir. Onun, sizin hakkınızı sırtında taşımaktan kurtulması, daha çabuk ayağa kalkmasına toparlanmasına yardım eder. Üzerindeki “Ah!” ları bir azaltarak şefkat edersiniz ona. Hz İsa’nın “Düşmanınızı sevin ” sözünü böyle anlamak gerek.  Affederek ona, kendini affetme imkanı tanırsınız, Allah’ın onu affedebileceğine dair bir umut çakarsınız gözlerine. Size zulmederken kendisine neler yaptığını, hangi latifelerini öldürdüğünü, kendini nasıl karanlıklara attığını, kalbine nasıl bir bıçak sapladığını acıyarak anlarsınız. Allah’tan gelecek afv-u mağfirete ayna olmaya çalışırsınız. Affın ışığı sizde bir kere yansımaya görsün, ondan sadece karşınızdaki istifade etmez, siz de istifade edersiniz. Affetmenize bedel sizin de rahmet miktarınca kusurunuz affedilir. Rahmet sonsuzdur. Rahmetle siz de sonsuzlaşırsınız. Merhamet ederek merhamete layık olursunuz. Yanlışta olana edilebilecek en güzel duayı edersiniz “Allah ıslah etsin” diyerek. Beni onu ve tüm müminleri. Çünkü doğru bendedir, ve yanlış ondadır kibrine düşmezsiniz. Çünkü tam doğruyu tam yanlışı, sınavdan aldığınız notu ahirete gitmeden bilemezsiniz. Böylece ona ışık vermeyi  başaramasanız da en azından ondaki karanlığı kendinize bulaştırmazsınız. Kötülük iyilikle savılmadığı, karanlık nurla aydınlatılmadığı , hatalar bağışlanmadığı zaman insan kötülüğün salgınından paçayı kurtaramaz.

Afv uzun, siyah kadife bir elbisedir. Önce sizin ayıplarınızı örter. Sonra affedebildiğiniz ölçüde etekleri uzar. Rahmetin ve hikmetin her zerresi üzerinde bir inci tanesi olur. Kendisini giyen insana deruni bir bilgelik, tüm zamanlara, tüm sebeplere bakabilecek bir basiret, yapılan hiçbir şeyin biz izin vermezsek bize zarar veremeyeceğine dair bir özgüven, bu özgüvenle de varlıkla kucaklaşma,  insaniyete ilişkin umut, yoluna devam edebilmek için şevk verir. Üzerindeki inciler eteklerinden dökülür. Döküldükçe insanlar affdan, rahmetten, hikmetten nasiplenirler. Döküldükçe yerine yeni inciler belirir.Peşinen ödüllendirilirsiniz her affettiğinizde bu incilerle. Üstelik bakarsınız bugün affettikleriniz yarın yolda size katılabilir. Çok sadık birer dost olabilir. Can çıkmadıkça hep ümit vardır. “Kalpler Allah’ın iki parmağı arasındadır, onları dilediği gibi evirip çevirir.”

Affetmek menfaattir. Kazancı hikmet, rahmet ve mağfiret olan bir menfaat.

17 Ocak 2013 Perşembe



HAYATIN  DÜĞÜMLERİ

Düğümlere üfleyen kadın benim şimdi
Bak içim düğüm düğüm
üflemekle çözülürler belki
her şey nefesten var olur dedin ya hani



“En zor sorular, basit olanlarıdır” derler. Zira hakikat onların ardında gizlidir. Soruların peçesini kaldırabilirseniz, yahut Mucib (Sorulara cevap veren) perdeyi aralama izni verirse, hakikatin sade ama büyüleyici gözlerine, su gibi duru ve okyanuslar gibi derin bakışlarına muhatap olabilirsiniz."Ben kimim?" "Neyi istiyorum" "Sen kimsin?"  İşte böyle dilde hafif gönülde ağır sorular...

Onlar hakikatin kapısını çalacaklar, açılacak mı? Bilmiyorum, ben de bekliyorum.

Bilmiyorum, sadece sanıyorum. Dahası inanıyorum.  Hakikat basittir. Bir şey ne kadar basitse o denli hakikate yakın, ne denli bileşik yani eskilerin deyişi ile mürekkepse o denli hakikatten uzak. Cümlelerimiz de öyle. Benim henüz öyle yalın, sade, basit cümlelerim yok. Umuyorum bir gün olacak.  El an kafamda, kalbimde yığınla düğüm var, bazıları kör…

Dizlerimde küçük bir kız çocuğu gibi her odaya beraber taşıdığım kırmızı battaniyem, kucağımda bilgisayarım, aralık pencereden yağan karı izliyorum. Karda yürüyüş yapanların hışırtıları evde uyuyanların mırıltıları, bilgisayarın tuşlarının tıkırtıları, komşulardan gelen televizyon gürültüleri, tüm sesler içinde, yine hakikatim gibi yalnız bir gecede kendimi arıyorum. Kendimi kar taneleri gibi, gökteki sıcak evimden buralara düşmüş, üşümüş ve yabancı hissediyorum. Bu şehirde doğdum, burada büyüdüm, ama her zaman, ve en çok da kar yağarken buraya ait olmadığımı hissettim. Sanki hep karlı günlerde veda ettim sevdiklerime ve bir kar tanesi gibi düştüm Sevgilinin elinden buraya, gurbete. Ben aslında hiç veda etmek istemedim. Hep tam da "seviyorum" derken kayıp gittim. Ona söz verişim de böyleydi "Seni seviyorum" dedim ve bir baktım uzaklara gönderilmişim. Neden? Ne işim var burda benim? Ne bekliyorsun benden? Nereliyim ben, evim nerde benim!

Ara ırkların, bölünmüş coğrafyaların, parçalanmış ailelerin çocukları hep benim gibi mi hissederler? Mevcudiyetim Balkanlar’dan, Bereketli Hilal’den, Kafkaslar’dan, ve dahi Afrika’dan alınan renk renk toprakla karılmış. Ruhen hiçbir yerli değilim. Ceseden her yerliyim. Dedem hep “nerelisin?” denildiğinde “Osmanlı’yım” derdi. İnsanlar onun eski güzel günlere vefasından böyle söylediğini sanırdı. Oysa o gerçekten de Osmanlı’nın tüm müslüman unsurlarını bedeninde ve kültüründe taşırdı. Bu yüzden seçip hangisini söyleyiversin, “Osmanlı’yım” derdi. Seçmek ve ‘şuna aidim’ demek zordur. Bazen de siz bir yeri seçersiniz de o yer sizi seçmeyiverir. Mülteci gibi beklersiniz kapıda.

 Ben ne diyeceğim şimdi? Osmanlı ve dahi soluğunun eriştiği tüm mekan, üzerime tüm kavimleriyle yıkılmış gibi, ve tüm parçaları dağılırken ben de bölünmüş gibiyim. Damarlarımda Arnavut kanı, yüzümde Arap damgası, bedenimde Habeş toprağı, celalimde Kafkas dağları varken kendimi nerede bulacağım ben? Kendim neredeyim? Birini seçsem oraya ait hissedebilecek miyim? Ya da benim gibi olmayanlar, bir yerde doğup ataları da oralı olanlar bu soruya cevap verebilirler mi? Nereliyiz?

Mekansızlık hem bir imkansızlığı hem de bir imkanı beraberinde getiriyor. Sizi yetim de kılabilir, ruhun derece-i hayatına da geçirebilir. Beceri imkanı mümkün kılmada. Ey İnayet, meded!

Karşımda basit ve zor bir zoru, ardında bir hakikat gizli, bulabilsem keşke…

Nereliyim sorusunu cevaplayamadan bir başka soru daha üşüten bir kar tanesi gibi usulca düşüyor zihnime. Kime aidim? Kendime mi? Birine mi? Bir babanın dizi dibinde büyümüşler için kolayca cevaplanabilir belki bu soru. Benim böyle bir lüksüm yok. Belki imkansızlığım imkanın ta kendisi. İnsan aidiyet hissi ile bir babaya yönelmeye alışmazsa, sonradan aidiyet hissi ile bir kocaya alışması da zor oluyor. Kimi zaman ataçla tutturulmuş gibi kurulu bağlarım, kimi zaman kalbim insanlarla düğüm düğüm. Salınıyorum basit sarkaç gibi biteviye. İnsanlara inanıyorum  kandırılıyorum,insanlara küsüyorum yanılıyorum. Sadece kendimle değil, öteki insanlarla da başa çıkamıyorum.

Yoksa tüm cevaplar bu köksüzlüğün ardında mı gizli? Tutunamamalı mı insan yoksa, bağlanamamalı, elde edememeli, eksik kalmalı. ‘Bu dünyanın kuralı bu’ diyor Aziz Sevgili. ‘Bir şeyi istersen bir şeyi verirsin. Buna denge denir.’  Bu dünyada her şeyi birden elde edemezsin. Bir yurt bir yuva edinemezsin. Alışamıyor musun? Uyum sağlayamıyor musun? Alıştıkların da sana mı alışamıyorlar. Ne güzel!

Yapma! Anlamıyorum. Eziyet bu! 

 Bir ben miyim böyle uyumsuz? Bir ben mi tutunamıyorum hayata? Bir tek ben mi düğüm düğüm yaşıyorum hayatı. Bu varoluş karmaşası bir tek benim mi canımı yakıyor böyle? İnsanlar, nasıl alışıyorlar bu dünyaya? Nasıl kalplerinin meyilleri ile vicdanlarının tazibleri arasında kalmıyorlar. Oysa ben tam da bir ateş hattının ortasında kaldım. Hangi taraf kurşun atsa vurulan hep ben oluyorum.

Ancak dünyaya uyum sağlayamayanlar dünyanın ötesine varabilirler.Böyle avutuyorum kendimi. ‘Öte’, ne güzel bir söz! Mekanda kendine yer açmak için birine ‘öteye git’ dersin ya. Dünyada yer açmak için öteye gitmek. Ya öte diye bir yer olmasaydı, o vakit nereye gidecektik? Gitmek bile anlamını öteden alır. İyi ki öte vardır ve sonsuzdur. İnsanın ötesi bitimsizdir. İnsanın ötesi Allah’tır da ondan. Böyle olunca mekanda öte, Ona vusul, insanda öteki de O oluyor. Ya ben, ben de birine öteki değil miyim? Yoksa ben de mi O’yum? Öyle ya belki ben de birine Ondan bir dil, bir esin oluyorum. Al sana bir düğüm daha!

 KABUL ETMEK, BENDEN VE DAHİ ÖTEKİNDEN VAZGEÇMEK NE ZOR!

İnsan eksikliğinden, kusurundan, zaaflarından, arzularından utanmamalı. Beceremedim, unuttum ya da unutamadım, düştüm, kirlendim. Çamura bulandım, çamur benim aslım. İnsanın eksikliği nasıl bu dünyanın eksikliğine muvafık geliyorsa, aynen öyle de insanın nefsen doyumsuzluğu, arzularının bitimsizliği, ruhen genişliği ve inceliği de semaya uyuyor. Melekut alemine, göklere, cennete. İnsan ancak dilemek yönünden kemal bulabilir. Kemal duaya bitişik. Duanın elleri cennete uzanır. Cennet yaprak yaprak dökülür dua edenin ellerine. Dua, cenneti dünyaya davet etmektir. Cennet davete mutlaka icabet eder.  Eteklerine cennet yapraklarını toplar insan, ve  kusurları cennet yapraklarıyla örtülür. İnsan dünyanın aynıdır. Kusurlu, eksik, çıplak. Dünyalı çıplaktır, cennet onu giydirir. Cenneti olmayanın giysisi de yoktur. O utanmalıdır ancak kusurlarından, tüm kusurları ortadadır.

Dünya ana, cennet baba denir, toprağı dünyadan suyu cennetten karılı insan. Hoş!
Hayal ederken her hayal hoş, ayılırken her rüya sert bir kahve tadında.

Habeşli büyük büyük annemin ellerini tutar gibi tutuyorum meşhur Etiopya kahvesini. Kahve, sanıldığı gibi Yemen’den değil Habeş’ten gelir bu topraklara. Yemen’e de Habeş’ten getirilmiş. Düşünüyorum. Hayatta yapmaktan en çok haz aldığım şey bu, düşünmek. En güzeli de kahve içerek. Kahve toprağa benzer en çok. Kara kıtanın kara toprağı, kara insanları, kara bahtı gibi. İçine toprak çekmek gibidir kahveden alınan her yudum.  Kahve rengi , hep hor ve hakir görülen renk. İnsanın karalığını ve münbitliğini nasıl da cem eder toprak. Görünüşte soğuktur, ama size öyle şeyler verir ki anlarsınız kalbi sıcacıktır. Kahve rengi toprağın rengi. Bu yüzden kahverengini seviyorum.

Uyumak istiyorum rüyama geri dönmek. Öyle güzeldi ki hiç uyanmasam iyiydi. Uyumak depresyondur diyorlar. Uykuyu seviyorum. Uyumak yaşamamaktır diyorlar, ben uykuda da yaşıyorum.Uyumak ölmektir diyorlar, öyleyse ben, ölmeyi seviyorum.

Babam da öldükten sonra hiç uzun yaşayacağımı düşünmedim. Şimdi halamın öldüğü yaştayım. Kovaladığım bir şey yok, saydığım saatler de. Arap olmaktan mı, serseri olmaktan mı bilinmez, hiç ötelemedim ölümü. Serseri bir yere bağlanmayandır. Dedem babama hep böyle dermiş .Yine,  “ehlen ve sehlen” derler ya bizimkiler, bir de sarılırlar üç kere. Ben de öyle sarılacağım ölüme. Babama sarılır gibi hem de. Kim bilir belki babam da gelir ölümle. Hayal değil, kuruntu değil, rüyalarımda sarıldım tam üç kere. Babama değil ölüme. Babama, kim bilir kaç kere…

 Yazı yazar gibi yaşıyorum hayatı. Kalemi tutan elimin üstündeki eli hissediyorum. Yazı yazmaya yeni alışan bir çocuğun öğretmeni gibi sımsıkı kavramış elimi Rabbimin eli. Her kelimede ölçüye edebe dikkat etmeye çalışıyorum. Anlamsız söz söylemek istemiyorum. Kelimelerim muhatabın kalbine girmeli, ve orada bir çekirdek gibi filizlenmeli. Ben o ağaçları görmeye gidiyorum şimdi. Şimdi ya! Az sonra, yarın, şimdi. Ne fark eder ki, kelime hepsi.  Hayat zaten kocaman bir şimdi. İnsanlara söyleyecek sözüm yoksa gideceğim elbet. Ben konuşmadan duramam ki, konuşamazsam ve benimle konuşulmazsa orada var olamam ki.  Susmak, nazarımda ölmek demek. Konuşmak sevmek demek, tıpkı bülbül gibi sevdikçe konuşurum ben. Sevmek,nazarımda hayat demek. Duymamışlar, ne önemi var! İnsanlarla konuşmaya devam edeceğim. Allah duyacak kulaklar yaratır elbet. Kaç kurşun yemiş, kaç yara almış sadrım, mühim mi! Ben Efendim(SAV) gibi kördüğüm sevdaları taşıyacağım bağrımda. O sevdalarımı pahasından fazla değere satın alır elbet.

Hatırımda Üstadımı gördüğüm rüya sadrıma şifa gibi. O ışıl ışıl parlıyor. Bana Arapça hitap ediyor, ışık ondan göğsüme vuruyor, sadrım ışıyor, göğsüm ısınıyor. Sair yerlerim sönük, ancak göğsüm nurunu inikas ettiriyor. “Kalbine sevgileri ben koydum” diyor. Diz çöküyorum. Kusurum kadar çok sevgim var. Rahmet ve af istiyorum ondan. “İnneke Afuvvun Kerimun tuhibbul affe fa’fu anni” diyorum. Gülümsüyor. Beni seviyor. Günahlarımla kucaklıyor beni, ışığıyla yıkıyor. Onun yanında günah akan suyun temizledikleri gibi siliniyor. Bu sevgiler bu dünyaya sığışmıyor Ya Üstad! Onları eline veriyorum Rahmetin bana en yakın gözesi. Al ve benim için sakla. Onları madem sen koydun kalbime, hıfzında  da yed-i emin sensin öyleyse.

 Bak! Bir mektup gibi, bir risale gibi tüm hayatım, tek varaklık. Şimdi bilmem ki sayfanın neresindeyim? Ummadık zamanda ummadık yerlere kıvrıla kıvrıla akıyorum nehir gibi. Kah yer altında kah yerin üstünde. Kimi zaman yamaçların tepelerinden bırakıyorum boşluğa gürültüyle varlığımı. Güneş vuruyor, gökkuşağı çıkarıyor düşüşlerimde.  Allah su damlacıkları gibi yaratıyor sözcüklerimi. Nehir bir yerde biter, deniz başlar. Denizdir Sevgili. Ona gitmek için coşkun ve taşkın akıyorum şimdi. Sevgiliye söylenecek tüm kelimeler, özenle aşkla ve titrek ellerle yazılacak. Gözyaşlarıyla ıslanacak mektubum.

Aşk göğsümü genişletecek, çatlatmayacak, belki sadece acıtacak.Neyse ki acıya dayanıklıyım.Olur ya hep aradığım ve her şeyden çok istediğim hikmeti aşkta bulacağım. Umulur ki sadece yara açtığı sanılan aşkla tedavi edeceğim tüm yaralarımı. Yaksa da merhem olacak sağımda, solumda, önümde, ardımda ve dahi üst ve altımda oluşan fena yaralara. Cihet-i sittem nar-ı aşkla yanacak, mecâzi hakikiye, nar nura tebdil olacak.
Anlıyorum aşk bildirecek bana kimliğimi, hikmet-i mevcudiyetimi, Maşuk-u aslîmi. Her yazının sonu, her günün sonu, her yolun sonu Ona çıkacak, aşka. Aşkla sarılacağım hayata, ölüme ve dahi tüm varlığa.
Dudak bükenlere şefkatle gülümseyerek. Aşk şefkati de doğurur elbet.

Şahitsin! Halden hale yuvarlandığım bu uzak ve soğuk diyarda, izzetimde de zilletimde de, seni hiç unutmadım.

  

14 Ocak 2013 Pazartesi


Celal ve Cemalin Buluştuğu Yer Şeria Nehri

Şeria Nehri Nam-ı Diğer Ürdün nehri Filistin ile Ürdün’ün arasını ayıran bir hattı çizer. Bu nehir kuzey güney doğrultusunda Ölü Deniz’e yani Lut Gölüne dökülür. Nehir bugün İsrail işgali altındaki Golan tepelerinden doğar. Tatlı suyu ile bölgenin tek rahmet kaynağı gibidir. Yıllardır akar durur, ancak döküldüğü yerde yerin dibine geçirilmiş kadim kentin tuzunu bir türlü gideremez. Sodom ve Gomorre’nin  acısını ne dindirebilir ki? Bu tarafıyla Hz. Lut’u anımsatır bu nehir, onun getirdiği hakikati, şeriatı, rahmeti. Bu nisbette tatlıdır, bu nisbette havzanın sıcağına aldırmaksızın asırlarca sabırla çağıldar durur. Ama nasıl Lut, kavmini bir nebze bile hakikate döndüremediyse adı üstünde Şeria Nehri de Ölü denizi diriltemez.

Bu nehir aynı zamanda Hz. Yahya(as) ile Hz. İsa(as) ın da karşılaştıkları yerdir. Güvenlik sebebi ile Mısır’dan ayrılan Meryem Ailesi bu bölgeye gelir ve burada kuzenleri Yahya ile karşılaşırlar. Yahya da artık İsa gibi babasızdır. Hz. Zekeriya bir iftira akabinde şehit edilmiştir. Bu kısa karşılaşmada Rabden bir vergi ile birbirlerini tanırlar. Hitapları çok ilginçtir. Hz. İsa kuzenini görünce güler, Hz. Yahya ise ona şaka yollu çıkışır, “Niçin gülüyorsun Allah’ın gazabından emin mi oldun?”. Hz. İsa cevap verir, “Ey Yahya sen niçin gülmüyorsun Allah’ın rahmetinden umut mu kestin?” ve birbirlerine sarılırlar. Celali temsil eden Hz. Yahya ile Cemali temsil eden Hz. İsa’nın kucaklaşmasıdır bu.

Hz. İsa Hz. Meryem tarafından yetiştirilmiş Tevrat eğitimi zikir ve dualar, ahlaki terbiye kendisine bu mübarek kadın tarafından verilmiştir. Hz. Meryem Kutsal mabedde yetişmiş ve döneminde yetişen tüm alimleri geçecek miktarda ilim sahibi bir kadındır. Bir hattattır ve oğlunun da hat hocasıdır. O zamanlarda en çok itibar gören işlerden biri hekimlik diğeri ise hattatlıktır. Hz. İsa birini anasından diğerini Rabbinden öğrenecektir. Ancak pek tabiidir ki Meryem hem anne hem baba da olsa bir kadındır ve sebepler dairesinde bir kadın tarafından yetiştirilen bir erkek Celali değil Cemali isimlere ayine olacaktır. Hz. İsa’da da rahmet ve cemal egemendir.

Hz. Yahya ise babasının şehadetinden sonra Kudüs’te entrikaların göbeğinde, zorba ve zalimlerin cirit attığı bir havalide büyümüş ve bütün bunlar kendisinde Celal isimlerinin ağır basmasına müsebbibdir. Elbette son tahlilde Müsebbib-ül Esbab olan Allah’tır.
Hz. Yahya’nın Hz. İsa’ya bebekken dahi selam verdiği söylenir. Bu biat büyüdüklerinde dahi devam eder ve Şeria nehrindeki bize göre abdest Hristiyanlara göre vaftizle taçlandırılan buluşma akabinde Hz.Yahya’nın Hz. İsa’yı müjdelemesi ve onun mesajını tebliğ etmesi ile hayatının sonuna dek devam eder. Buradan benim nacizane anladığım şudur ki; Hz. İsa bir rasul olarak Hz.Yahya nebiden ne kadar büyükse, İsm-i Cemal dahi İsm-i Celal’den o kadar büyüktür. Bunun bir diğer ifadesi Rahmetin gazabı geçmiş oluşu, merhametin adaletin önünde gidişidir ki bu herkesçe malumdur.

Yine bu iki peygamberin aynı döneme denk gelen hayat-ı seniyyelerinde  gördüğümüz bir diğer husus da Hz. Yahya’nın ismi gibi hayata Hz.İsa’nın ise ölüme işaret etmeleridir. Hz. Yahya’da bariz olarak Hayat unsuru, dünyanın ahkamı şeriata uygun olarak yeniden düzenlenmesi, Musevilerin Tevrat hükümlerini hayata geçirmeleri, Kralın zorbalıklarının hedef alınışı, fakirlerin vaziyetlerinin düzeltilmesi var iken, Hz. İsa’nın sır olan ölümü yahut göğe ref’i gibi, ölüleri diriltmesi, hastaların iyileştirilmesi, vurgusunun ahirete olması, insanlara Dünya Krallığı değil Göksel Krallığı ve cenneti işaret etmesi, dünya hayatına ilişkin alakasızlığını zühdü ile de açıkça göstermesi, Ben-i İsrail’i dünyada rahat etmeye değil, ahirette rahat etmeye yönlendirme gayreti ile ölüm vurgusu yapageldiği açıkça görülmektedir.

Buna karşın Hz.Yahya’nın hayatın ve kavminin içinde olduğu duruma bakıp kaşlarını çatışı, düşünceli ve kederli tavrı, Hz. İsa’nın ölümün elinden tutuşu ve gülümseyişi manidardır. Hayat ağlar, ölüm güler. Dünyaya bakan göz kederlenirken ahirete bakan göz neşelenir. Celal ürpertir Cemal aşık eder.

Bu iki nebinin bir aileden ve aynı zaman diliminde yollanışı ise bize Celalin Cemale, Hayat’ın Ölüm’e muhtaç olduğunu anlatırken bir taraftan da Cemal’in Celali kuşatışı gibi, sevginin korkuyu, bastın kabzı, ölümün de hayatı kuşatması ve onu anlamlı kılması hakikatinden bahsetmekte değil mi? Öyle ise Yahya’nın İsa’yı müjdelemesi gibi hayatımız da bize ölümümüzü müjdeler, ve selam verir hayat ölüme, zira ölüm Efendidir. Ölüm tamamlayandır. Yaşamak iki ayak üzerinde serbestçe dolaşmak dahi olsa ölmek kanat takıp uçmaktır. Haddi zatında göğe çekilmedir, yücelmedir, ref’dir. Bu sadece Hz. İsa’ya mahsus değildir, tüm İsm-i Cemal mazharı müminler kanat büyüklükleri nispetinde semaya yükselecektir.

Mikail’in ameline anlam katan Azrail’in amelidir. Cemil olan hayat değil ölümdür. Hayat ise dağdağasıyla en müttaki olanlar için dahi firakın acısıyla, gurbettir, sürgündür bir Celal tecellisidir. Bu yüzden insanların ekseriyetinin zannettiklerinin aksine Mikail’in bu evrende tecelli eden İsm-i Cemili tesbihinden daha ziyadedir Azrail’in İsm-i Cemil zikri. Ve hiç şüphesiz berzah bu dünyadan daha geniş, daha ferah, daha güzeldir. Dünya Mikailin kanatları altında dursa da. Berzah alemi Azrail(as)’ın hükmü altındadır. Bu iki meleğin ve bu iki peygamberin temas ettikleri yer Celalle Cemal arasında Hayatla Ölüm arasında, Şeria Nehrinde bir yerdir. Nehir zahirde ne olursa olsun batında her zaman hakikattir, su her zaman vahye işarettir. Nehir kendini bir denize bırakır, deniz ise şüphesiz tüm isimleri cem eden diyar-ı ahere, hassaten de mahşer meydanına remzdir, orada ise makamın Yüce Melek İsrafil’e geçtiği görülecektir. Zira o hem hayatı hem ölümü birlikte bağrında taşıyan celalle cemali, yok oluşla dirilişi, azap ve rahmeti cem edendir. Cem’den sonra fark vardır ya orası da cennet ve cehennemin ayrıldığı yerdir.

 Benim hayalimin takati oraya yetişmiyor.


10 Ocak 2013 Perşembe


AH  BENİMLE  BİR KONUŞSA…


Gece saat on. Sahildeyim. Ne işim var burda. Bilmiyorum…
Atıverdim kendimi sıcak ve aydınlık evden, soğuk ve karanlık sokaklara.
Neden?
Bazen yapmak bilmenin önüne geçer. O dem şimdi.

Arabayı bir yere park etmeliyim. Ama her yer araba dolu. Bir tek boş yer yok, dolanıyorum, dolanıyorum, tuhaf ki bu boşluk bulmak için sokak aralarında dolanıp durmak hiç canımı sıkmıyor. Hiç acelem yok. Yetişeceğim bir yer de. “Kafamın içi de sokaklara benziyor” diyorum kendi kendime, “bir boş yer bulasın da bir soluk dinlenip durasın. Nerde…”

“Alemde boşluk yok” diye mırıldanıyorum inanmaya çalışarak.
Sahildeyim. Rüzgar haşin esiyor. Sanki suratıma birşeyler haykırıyor, ne bulduysa üstüme fırlatıyor. Lodos deniz ulaşımını iptal edince, deniz de kapkaranlık. Dalgalar ara ara büyük bir şiddetle kıyıya vuruyor. Korkmuyorum. Sadece hayret ediyorum. Dalgalar içimdeki öfkeye ne çok benziyor.
Yerler ıslak, pantolonumun paçaları sırılsıklam oldu, olsun. Üşüyorum, olsun. Yerlerde dalgaların fırlatıp attığı öbek öbek yosunlar. Durup onlara bakıyorum. Yosunlarla bir ünsiyet peyda ediyorum ki sormayın. Sanki beni de biri bu karanlık sahile, celalli bir dalga ile fırlatıp atmış. Yosun oluyorum.

Ne yosunlara acıyorum, ne kendime. İkimizde olmamız gereken yerde değiliz, onlar denizde ben evde.
Belki de tam olmamız gereken yerdeyiz. Yosunların nasıl aciz, nasıl sefil, ve yere sürünerek yapışan tabiatta olduklarını görmek ancak deniz onları fırlattığında mümkün oluyor. Beni de içimden taşan celal tecellisi evden dışarı fırlattı ya. Ben de betona yapışmış gibiyim şimdi. Yosunları görmeye geldim demek ki. Kendimi…
Boşluk yok anladım da gerçekten her şey olması gereken yerde mi?

Yürüyemem daha fazla. Attım kendimi bir banka. Karanlıktakine değil, şu sokak lambası altındakine. Biraz ışık gerek bana. İçimin karanlığına sokağın karanlığı eşlik edince kat kat karanlıkta karabasanlar çöküyor üstüme. Gece sokakta bir kadın, ayaklarını toplamış ellerini ceplerine sokmuş, boş boş ötelere bakıyor. Bir şeyi kaybetmiş gibi, sanki kaybettiği denizin içinden çıkıp gelecekmiş gibi.

Eskiden de böyle birini bekler gibi bakardım denize. Bostancı’da iskelenin çapraz karşısında otururduk biz. Evimiz denize bakardı. O zamanlar da böyle lodos patlardı. Sahil yolu yoktu çocukluğumda. O vakitler lodos patladı mı neredeyse evimizin camlarına vururdu deniz. Evin önündeki küçük yola da yosun parçaları fırlardı şimdiki gibi. Deniz sahili yutardı. Sanki bizi de yutardı. Hepimiz deniz olurduk.

Bir de lodosa Vedat amcanın küçük balıkçı teknesinde yakalandığımız zamanlar vardı. Vedat amca ve Nesrin teyze annemin çocukluk arkadaşları, ikisi de eski Bostancı’lı. Vedat amca balığa çıkardı, bizi adanın bir yerine bırakırdı. Biz yüzerdik, o balık avlardı. Bana tuttuğu balıkların tek tek isimlerini sayardı. Dönüş yolunda bazen lodos patlardı. Sandal beşik gibi sallanırdı. Başımızın üstünden geçerdi dalgalar. Annem beni teknenin dibinde bir yere oturtur,ıslanmıyim diye üstüme daima sandalda bulunan bir battaniyeyi örterdi. Ben başımı çıkarır dalgalara bakardım. Dünya deniz olurdu. Ben hiç korkmazdım.

Belki de bu yüzden içimde her lodos patladığında Bostancı sahiline gelirim. Artık denizden uzak evim. Ama burası benim evim. On sekiz yaşına kadar burada bu denizin dibinde yaşadım ben. Denizi ne halde olursa olsun severim. Varlığı ne halde olursa olsun sevmeyi denizden öğrendim. Beklemeyi ve bir an sonra ne olacağını bilmemeyi.

Lodosu seversiniz. Ama bu dalgaların yüzünüze çarpan ve sizi sarsan bir varlık tecellisi olduğu gerçeğini değiştirmez. Kabz halleri bast halleri gibi sevilmez. Başka türlü bir şeydir celali sevmek. Her gelişi kavga ve gürültü getirse de babanızı sevmek gibi. Denize bakıp babamı bekliyorum yine. Sanki denizden gelecekmiş. Deniz içinde her şeyi verebilecek bir kudret saklarmış. Bildik bir bekleyiş.Tanıdık bir hayal. O gelmeyecek. Onu getirmeye denizin bile gücü yetmeyecek.

Bağırsam rahatlar mıyım? Kimse de yok. Bir kabustan uyanır gibi bir çığlık atsam. Ses tellerimi kesmemiş olsalar bağıracaktım. Bağıramadım. Ses tellerimi kestiler benim. Ama acı olduğu yerde hala. Celal tecellilerinde bağırmanız gerekir. İçinizden yahut dışınızdan. Uymalısınız kainatın patlayışına, siz de patlamalısınız lodos gibi. Ama tek bir kanaldan tek bir yoldan bağırabilir insan. Yol kapalı, boğazım tıkalı…
Sesim çıkmasa da içerden bağırıyorum, kimse içimden bağırma hakkını elimden alamaz çünkü. Ben sesimi çıkaramadığım gibi hiçbir şey de konuşmuyor. Fenalık veren sessizlik var her yerde. Fenalık veriyor, çünkü her şey içten bir feryat ediyor. Dilsiz bir çığlık. Saç yoldurur bir hırslı keder. Sözcüklere dökülemez.
Ona sesleniyorum içimin gürültüsünden. Konuş! Bir kelimen bana hayat verecek. Yahut bir işaret ver. Bir alamet. Beni duyduğunu belli et! Şimdi burdaki varlığımı sen olmasan kim bilecek? Acımı dilsiz sessiz kim hissedecek?

Çok yorgunum.
Bazen insan hayattan istifa hakkını kullanmak istiyor. Bazen bir saat için çekip gitmek, bir saat feryat etmek, bir saat sayıp sövmek istiyor. Yüz yılın başaramadığını bir saat başarabilir mi? İnsan acıyı zamana yaymazsa, bir saate teksif ederse ondan çarçabuk kurtulabilir mi? Bir saatlik hürriyetim var benim. Yalnız bir saat kendim olabilirim. Bir saat, yalnız…

Ona ‘Beni buraya niye fırlattın, niye beni burda bıraktın!’ diye haykırmak istiyorum. Satırlara saçma sapan şeyler yazma hakkını kullanıyorum. Dilsizlerin dilidir harfler. Harfleri fırlatıyorum ben de sesimin duyulmadığı boşluğa. Öfkeli ve yırtıcı bir hayvan olma hakkını kullanıyorum.  İnsanın her varlık katmanına bürünebilmesi güzel. Bazen yosun, bazen dalga, bazen hayvan. Şu halde  akıl da hikmet de tası tarağı toplayıp gidiyor. O zaman üşürken bile hasta olmaktan endişe etmiyorum. Ya da karanlıkta başıma bir iş gelmesinden. Ötede çimenlerde kıvrılıp yatmış iki sokak köpeği kadar umursuyorum fırtınayı. İçime kıvrılıyorum onlar gibi. Baş tarafıma umursamazlığı, arkama öfkeyi alıyorum. Hiçbir taşa tekme atmıyorum. Hiçbir yeri yumruklamaya kalkmıyorum. Öfkemin nesnesi tekmeleyebileceğim yerde değil çünkü. Bu yüzden kimseye haksızlık etmek istemiyorum.

Kendinize öfke ile aldırmazlık arasında salınma hakkı tanırsanız rahatlıyorsunuz.
Bu an varlık denizinde de Ona ‘ne yaparsan yap’ dediğiniz an. Kahrı ve lütfu şey-i vahid bildiğiniz bir an. Celali cemal gördüğünüz bir an. İsyanın Onun dizi dibinde hıçkıra hıçkıra ağlamaya döndüğü an. Hiçbir an Ona bu kadar çok ihtiyacınız olduğunu hissetmediniz. Bu an tek. Biricik. Bu an en fakir sizsiniz. Onun fakiri…
Ağlayıp göğsünü de yumruklasanız, o sizin sevgiliniz.

Ve o  zenginliğini açıyor. Onun göğsünde öfkeniz dinginliğe dönüşüyor. Ancak onun kavrayışı soğurabilir öfkenizi. Sizi celalle de olsa tutmuş iyi ki bırakmıyor. Halinizi anlamaya başlıyorsunuz.
Aslında tüm sıkıntı insanın enfüsü ile afakının uyuşmamasından. Yerli yerinde olmayan şey de bu.
Şimdi biliyorum evden neden çıktığımı. İçim evdeki huzurlu ortama değil, bu deniz kenarındaki karanlık ve ürkütücü ortama benziyor da ondan. İç dışa uyum sağlayınca sorun kalmıyor. İnsan ait olduğu yere doğru sürükleniyor. Dinginliği fark ediyorum. Dinginliğin iç ve dışın aynı olmasından kaynaklandığını…
Bana feryadımı dindiren bir sekinet veriyor. Rüzgar bile şimdi daha bir tatlı esiyor.
 O benimle konuşuyor ya, artık düzelir her şey.
Eve dönsem iyi olacak. Hayatı yeniden omuzlasam iyi olacak.
Şu istifa kağıdını bir dahaki patlamaya kadar yırtsam iyi olacak.


SEVENİN İSMİ YOKTUR

Şeyh-i Ekber sevenin özelliklerini anlatırken bir yerde “Sevenin ismi yoktur” buyurur.
Sevenin ismi yoktur, o sevdiği kendisine ne ile hitap ederse odur. Ona nispetle ifade edilir, onun adıyla anılır. Bu yüzden ona en çok “Allah’ın kulu” denilmesinden haz alır. O niteliklerden soyunmuştur. Sevdiğinin niteliklerini giyinir. Bundan başka bir giysisi yoktur.
Sevdiği ona ‘cömert’ diye hitap ederse o ‘cömert’ olur. Sevdiği ona ‘merhametli’ derse merhametlidir. Onun sözü kündür. Oldurur. Onun nefesi olmadan o yoktur. Hiç birşeyi de yoktur. Adını anmasa yüzüne bakmasa, onu zikretmese hiç olur.

Sevenin bir özelliği, sürekli sevdiğiyle meşgul olmaktan kavuşma ile ayrılığı ayırt edemeyişidir. O daima sevgilisini müşahede eder. Her yerde her şeyde onu görür.

Sevenin bir özelliği de, adap ile yükümlü olmayışıdır. Adap ile yükümlü olan akıllıdır. Sevenin aklı yoktur, o daima hayrettedir. Öyle ise seven kendisinden çıkan davranıştan yükümlü değildir.
Sevenin bir başka özelliği, niteliklerin iç içe girmesidir. Seven sevgilisiyle birleşmek onun iradesine uymak ister. Ondan ayrı kalmaya öyle dayanamaz ki, onun niteliklerini giyer, o olur. Böylece kendinde onu görür. Özlemi bir parça teselli bulur.

Seven itiraz etmez, o sevdiğinin elinde ölü gibidir. Sufiler derler ki iki canlı kuş birbirine bağlansa uçamaz, ancak kuşlardan biri ölü olursa canlı kuş onu uçurur. Seven sevdiğinin kanadında bir ölüdür.
Sevenin bir vasfı,  teraziden çıkmış olmasıdır. Hikmette geçerli teraziye göre davranmak doğru düşünmeyi gerektirir. Seven ise oluşu idare ederken bir fikre sahip değildir. Onun yegane işi sevgilisinin zikriyle ilgilenmek, Ona yönelmektir. Böylece kendisinde hayal ifrata ulaşır. Böyle bir insan ölçüleri bilmez.
Bunun için bir hikaye anlatırlar, bir derviş yolda giderken bir genç kızla karşılaşır, kızın elinde bir sepet elma vardır. Kız elmaları sevgilisine götürmektedir. Derviş sepette kaç elma olduğunu sorar. Kız taaccüp ederek dervişe bakar. Şöyle cevap verir: “İnsan hiç sevdiğine götürdüğü elmaları sayar mı?” Bunun üzerine derviş tesbihini koparır.

Sevenin bir alameti de kendisinden sevgilisinin aynı diye söz etmesidir. Çünkü o sevgilisinde yok olmuştur. Başkasını görmez. Allahın kutsi hadiste kulunun “gören gözü işiten kulağı …” olması bu kabildendir.
Seven yorgundur. O kendinden çekilip alınmıştır. Sesi çıkmaz. Neden diye sormaz. Sevdiğinin kahrına da lütfuna da katlanır. Sevgili ona ilgisiz kalmadıkça, kahır da lütuf da bir tecellidir, alaka kurma biçimidir. Sevgili memnun ise seven memnundur.

Onun uykusu yoktur. Ayrı olsa gam tutar, huzurda olsa heyecan basar. Baş gözünü yumsa hayalde seyre dalar. Kat kat rüyalarda hep ona bakar. Sevgili onun göz bebeğine yerleşir, göz kapaklarına takılmıştır hiç çıkmaz. O göz gayrı kimseye bakmaz.

İbnül Arabi sevgiyi üçe ayırır. Beden sevgisi yahut doğal sevgi, bir şeyi kendi için sevmektir. Kendi istek ve arzularına ram oldukça sevmeye devam eder. Kendi ile çelişirse sevmek nefrete inkılab eder.
İkincisi ruhsal sevgidir, bu sevdiğinin zatını sevmek, onun niteliklerini sevmek, onu olduğu gibi kabul etmek, olduğu gibi beğenmektir. Ruhsal sevgide kişi sevdiğinin bir tek ayrılık iradesini sevmez, ayrılık ızdıraptır. Ancak sevdiğine güvenir, ayrılık sevgili için iyiyse seven için de iyidir. Yeter ki sevgili iyi olsun. Seven ayrılığa katlanır.

Bir de ilahi sevgi vardır ki burada seven sevdiğinin yüzünde ilahi tecelliyi görür. Onun niteliklerinde bir bir Onu okur. Sevdiği Allah’a bakan bir pencere olmuştur. Pencereyi kaybetmek istemez, ama asıl sevdiğinin Allah olduğunu bilir. Sonra kendisine sevgilinin tecelligahında talim edilen sureti sair eşyada da görmeye başlar, belki hiç biri sevgilideki gibi temerküz etmiş değildir, bir boz yapın parçaları gibi dağılmıştır, ama onları tek tek toplar, Hakkın suretini seyreder. O zaman anlar, Hak tecelligahını nereye kurarsa o ayaklarının gücü yettiğince oraya koşacaktır. Onu görmeden bir dakika bile  duramayacaktır.

Sevenin bir özelliği de perdesinin yırtılmış, gizlisinin açığa çıkmış gizlemek bilmeyen ‘zamanın rezili’ olmasıdır. Sevgi her perdeyi parçalayan her sırrı ilan eden bir zorbadır. Onun çığlıkları yükselir, ibret aldığı işler ard arda gelir. Sevdiğinin yüzünü gördüğü her yere ilan nameler asar. Sesini işittiği her an hava-i fişekler patlatır. Onun adını sadece göklere değil, tüm varlığına yazdırır.
Seven arifi  anlatırken şöyle derler. O sevdiğiyle bir an birlikte olmak için tüm ilmini bila tereddüt verir.Bir mürid bir kitap yazmış, şeyhine adamış, öyle çok şey yazmış ki yazdığını pek beğenmiş, bir yere bakarken şeyhini hatırlamış, bir ah çekmiş. O sayfa simsiyah kesilmiş. Şeyhi kitabı almış, bakmış, siyah sayfayı tutmuş, bütün kitap bu sayfadan ibarettir buyurmuş.

Sevgiye uykusuzluk, hastalık eşlik eder. Seven konuşursa da anlaşılmaz bir şeyler söyler. Onun dilinden yalnız sevgilisi anlar. Gamları ard arda gelir, tasaları sürekli artar. Onun sustuğunu görenler safada sanırlar. Ancak acı bazen şiddetini öyle arttırır ki insan dilsiz kesilir. O bir gün bile sevdiğine “Nedir senin yüzünden bu çektiğim?” demez. Sevdiğini gücendirmez, hiç kimse de gücendirsin istemez.
Sevdiği ona “Dilediğini seç!” diye nida etse, O “ Dilediğim senin dilediğindir, benim bir dileğim yoktur” diye cevap verir. Sevgi, vecd, özlem ve keder tek bir hakikattir. Bunlar otoriteleri altında bulunan kimsede hüküm süren niteliklerdir. Seven bunlara rağmen sevmekten pişman olmaz. Belki de gönüllü yanılan tek ateş sevginin ateşidir.

Sevgili sevenin kanına işlemiştir. Bunu anlatırken Şeyh, Hallac’ın kanının aktığında yerde Allah yazdığını, Züleyha’nın akan kanından da Yusuf’un adının okunduğunu söyler. Kulağa ne kadar poetik gelse de anlattığı hakikat tartışılmazdır. Sevgi sevenin kimyasını mizacını değiştiren bir iksirdir. Sevgilinin elinden içilir, içilen sevene, sevilene göre mahiyet arz eden herkese farklı kokularda renklerde sıcaklıklarda sarhoşluk derecelerinde sunulan bir içkidir. Kimini büsbütün baştan çıkarır, kimini hafif çakır keyif kılar.

Kanaatimce birini sevdiğini iddia edenin sevgisini yukarıda sayılanlar ile ölçüp iddiasında samimi olup olmadığına bakması gerekir. Öyle bir zamanda yaşıyoruz ki, seviyorum diyenlerin ekserisi bedensel(doğal) sevgi ile yalnız nefsi için seviyor. Büyüklere göre bu tür sevgi hayvanlarda da bulunuyor. Sonra bazıları, bize bu hayvani sevgiyi aşk diye tarif edip, bizi ondan sakındırıyorlar. Ne yapsınlar bu zamanda bundan mebzul miktarda var, ve en çok onların gürültüsü geliyor. Ruhani ve ilahi sevgiyi ise mumla aramak icab ediyor.
Ancak mumla da olsa, karanlıkta da olsa böyle bir sevgi aramaya, peşinden bir ömür koşmaya değer.
Hele bir de o sizi gelip bulduysa.

Kovanınız yağma olsun!

Fütuhat-ı Mekkiye 8. Cilt, Sevenlerin Nitelikleri, bir kısmı alıntıdır, bir kısmı okuduklarımdan benim payıma düşenler, anladıklarım, hissettiklerim.