İNSAN SIRLI NURLUDUR
Melekler nurdan yaratılmış insan topraktan. Amenna.
İnsanda nur yok mu yani?
Var, hatta meleklerden daha fazla.
Şöyle ki,
Biz fizikçiler optikten biliriz, ışık dalgaları girişim yaparlar, bu şu demektir:
İki dalga tepesi üstü üste aynı yönde gelirse ışık şiddeti artar, parlaklık fazlalaşır.
İki dalga tepesi zıt yönde gelirse, yani bir tepe bir çukura denk gelirse dalga söner ve ışık yokmuş gibi görünür.
Melekler birbirine aynı yönde gelen isimlerin birleşimidir. Rahmet melekleri ya da azap melekleri, ilkinde cemal ikincisinde celal isimleri üst üste gelir. Bu yüzden ışık şiddeti artar, tepeler birleşir.
Allah Camiül Ezdad'dır. İnsan ise kevn-i camidir. Yani birbirine zıt gibi gözüken isimlerin azap rahmet, öfke, lütuf, celal cemal bileşimidir. Bu dalgaların bir tepe bir çukur hallerinin birleşimine benzer. Işık yokmuş gibi görünür, ancak insana gelen ışık meleğe gelenden çoktur.
Işık isimlerdir.
İnsanda melekten çok ışık vardır.
Ancak insan sırlı nurludur.
İnsanlar içinde de bir veya birkaç isimde ileri gitmişler daha parlak, daha şaşaalı daha karizmatik görünürler, ancak dengeli bir biçimde tüm isimleri kendisinde boy verdirmiş, birkaç ağaç değil orman yetiştirmiş olanlar uzaktan öyle dikkat çekmezler. Onlar da sufilerin melamet dediği bir örtüye bürünmüştür. Onlar da sırlı nurlulardır.
Bir yerde bir rengin bir ışığın ekstra parlaması kendini göstermesi makbul değildir. Makbul olan insanın kendini değil Allahı göstermesidir ki bu tüm isimlerin dengeli bir biçimde sizde karışmasıyla olur.
O vakit insan Ayet-ül Kübradır. Kendini değil Onu gösteren bir ayet. Zaten ayet kendini değil başkasını işaretleyen şey demektir. Kendinde bir değeri yoktur, sizi alır bir başka yere taşır. İnsan büyüktür, insan parlaktır, insan nurludur, ama sadece bir ayettir. Ayet oluşu cihetiyle insandan daha parlak bir bürhan daha şaşaalı bir ayna yoktur.
31 Ocak 2013 Perşembe
30 Ocak 2013 Çarşamba
GÜZELLİK BEYAZDI
Bazıları taşları bazıları ışıkları sevdi. Bekayı kimi taşta
kimi ışıkta buldu. Taş sahipleri taşları koyunlarında sakladılar, taş oldular,
yakıtı taşlar ve insanlar olan yere doğru uzun bir yolculuğa çıktılar. Işık
dostları ise ışığa hiçbir zaman sahip olmadılar ama ışık hep onların yanında
oldu. Sabah onları uyandıran da oydu, gece üstlerini örten de o. Işık dostları
meleklere benzediler. Zira onlar hep meleklerle söyleştiler. İnsan kiminle
söyleşirse ona benzemez mi? Melekler ışıktı, ışık beyazdı. İnsan meleklerle
söyleştikçe cennet toprağı gibi beyazladı.
Allah göğü ışıklarla süsledi. Birileri için de taş oldu
yıldızlar, ateşli bir alev takıldı peşlerine, kovaladı durdu onları, yazık ki
kavruldular. Kimine nur, kimine nar düştü nasip. Herkesin gönlündekinden başka
değildi nasibi. Semayı taşlayanlar bilemediler ki semaya atılan taşlar elbet
bir gün kafalarına düşer. Birileri için ateş yaktılar, bilemediler ki ateş de
Makam-ı İbrahim’de hürmetle eğilir. Onlar ateşleri yalnız kendileri için
tutuşturdular. Gönlü aşk ateşi ile yananları arzın ateşleri tutuşturabilir mi
ki? Makam-ı İbrahim’de namaz kılanlar ateşe hoş amedi ettiler, ateş onlara
selam verdi, “rıza” insana ateşi gül bahçesi eyledi.
Yıllarını yıldızları saymakla harcamış, keşfettiği
yıldızlara adını vermiş, büyüklüklerini, ısılarını, birbirleri arasındaki
mesafeleri ölçmüş nice adem oğlu şeytan oldu. Çünkü onlar da şeyleri muhakeme
ederken şeytan metodu kullandılar. “Bu ateş, bu toprak” dediler. “Bu büyük, bu
küçük” dediler. “Bu az, bu çok.” “Bu değerli, bu değersiz.” Saydılar küçük
prensin zengin adamı gibi, meşgul edilmek istemediler. Milyon artı birde de
olsalar, ateşten taşları ne yapacaklarını bilemediler. Bir çocuğun misketleri
gibi biriktirdiler taşlarını. Taşlar yanıktı, kömür karası siyahtı.
Yakalarına bir gül
takmanın lezzetini hiç tatmamıştı onlar. Gülün yapraklarını saydılar,
renklerini söylediler, sınıflandırdılar, coğrafyalara ayırdılar, ama gülü
koklamayı unuttular. Gülü koklamayınca yüreklerini kim tutuştursun ki bu
gariplerin. Yürekleri buz tuttu, cesetleri alev aldı. Yandılar da kavrulan
tenlerini güzel sandılar. Güzellikten de nasipleri yoktu onların. Tenlerin uçup
giden hevesine kurban edip yitirdiler güzelliği.
Bir sinek uçtu girdi pencereden, merakla “bu evde kim
yaşıyor neler yapıyorlar?” diyerek. Önce televizyonun üzerine kondu, pek haz
etmedi, sonra sofraya kondu güzel taamları kokladı, odada şükür kokusu vardı,
salondaki çiçeğe kondu söyleşti onunla, dinledi ev halkının hikayesini
çiçekten. İyi insanlardı, sevgi kokuyorlardı. Son bir işi kalmıştı o da ev
sahibini uyandırmaktı, geldi vızıldadı bir çalar saat gibi. Uyandırdı kadını,
kadın güneşe “merhaba” dedi, pencereyi açtı, sineğe “hoşçakal” diyerek yolcu
etti.
Aynı sinek komşunun penceresinden içeri süzüldü bu kez. Bu
evde ağır bir koku vardı. Öfke kokuyordu ev, memnuniyetsizlik, ve ızdırap.
Üzüldü ahalisine, gidip selamlamak istedi. “Uyanın yeni güne, Allah sizin için
bir kainat daha yarattı” demek, müjde vermek diledi. Vızıldadı, savruldu.
Vızıldadı, ruhunu teslim etti. Son fikri, “Bu öfke dolu eve girmemeliydim”
oldu. Bir ruh daha yeryüzünden, biri iyi biri kötü iki haberle Rabbin katına
çıktı.
Kimi İsa(as) gibi bedeni de ruhu gibi nur olan bir nebiyi
bile taştan heykellere çevirdi, önünde selam durdu. Aşkını taşa gömdü. Kimi kır
zambaklarını seyretti, onlara şiirler yazdı, türküler söyledi, kuruduklarında
onları Neretva’nın turkuaz sularına saldı. O zambakları sevdi, zambaklar onu.
Zambak ve adam birlikte sevgiyi Rabbe bir gelin bohçası ile takdim ettiler. Hiç
kimsenin Rabbe sevgiden başka vereceği bir şey yoktu. Zambakların da, zambak
dostlarının da. Zambaklar beyazdı, adamın kalbi ise bembeyazdı.
Dostluklarını bir bayrağa işlediler insanlar ve melekler,
bir çizgi ile ayrılıyordu bayrak bir tarafı zambaklar, bir tarafı zambak
dostları. Hepsi birbirine benzemişti, temiz, onurlu, başı dik, mütevekkil.
Seven sevdiğine benzerdi. Seven sevdiğiyle beraberdi. Sonra adamlar da zambaklar gibi yattı usulca Neretva’nın bağrına.
Nehir de, zambaklar da, şehitler de ahirete götürdüler hep beraber güzelliği.
Güzellik kendini ruhuna dokunana açtı yıldızlarda ve zambaklarda. Gökte yıldız
neyse yerde zambak oydu. Güzellik beyazdı, saftı. Ruh güzel yüzünü yalnızca o
“Tek güzeli” arayanlara açtı.
Bir sineğin vızıltısı ile uyanan kadın, yıldızlara bakarken
uykuya daldı. Bir sukut indi gök yüzünden. Kocaman bembeyaz kanatları vardı
sükutun. Bir attı bu. İniverdi usulca kadının yanına. Kadın huzurun güzelliğini
seyretti. Sessizliğin cümlelerini dinledi. Konuşmadan anlaştılar bu semavi
varlıkla. Korkarak usulca dokundu atın bağrına kadın. Ilık bir mutluluk sardı
tüm benliğini. Ata ismini sormak istedi, konuşmaya ar etti. Güzelliğin ismini
sormaya hacet yoktu. O da “O güzelin” yaratıklarından biri idi olsa olsa. Kadın
“Ya Cemil” dedi. Uyandı. Vakit sabah namazı idi. Tekrarladı kadın, “güzellik
beyazdı.”
Mona İSLAM
27 Ocak 2013 Pazar
EY ÖLÜM SANA MERHABA
Bugün çok sevdiğim birinin fotoğrafını gördüm. Uzun uzun
baktım, gülümseyen yüzündeki çizgilere. Hayatın izleri, sevincin ve kederin
damgaları vardı yüzünde. O hayalimde yıllar önceki gibi kalmıştı, onun
yaşlandığını hiç düşünmemiştim. Sanki yıllar benim için akmış ama o
hatıralarımın bir yerinde zamansız bir boşlukta öylece asılı kalmıştı. Yılların
ona da değdiğini, ben farkına varamasam da, yaşamın virajlarında sürtülmekten
onun da yıprandığını neden düşünememiştim? Hangi nesne, hangi insan
bıraktığımız yerde duruyordu, kim zamanın akan nehrinde sabit kalabiliyordu ki…
Sevdiklerimizi hep genç halleriyle hatırlamak isteriz. En
çok da kendimizi. Eşimizde, arkadaşlarımızda, yaşlanma belirtilerini sezsek de,
bunu kendimize kondurmayız. Zaman bize dokunmamaktadır sanki. Olgunlaştığımızı,
hayat tecrübemizin arttığını fark ederiz ancak bunun yüzümüze de yansıdığını
hiç düşünemeyiz. Çünkü biz aynaya baktığımızda bile yüzümüzü değil, kendimizi
görürüz. Ruhumuzu, kişiliğimizi, bizi biz yapan şeyleri…
Hele de görüntü ile değil, ruhla ilgilenen insanlardansak,
güzellik kremlerine, anti aging ürünlere başvurmuyor, ayna karşısında göz
altlarımızı çekiştirmiyor, saç tellerimizi tek tek incelemiyorsak
yaşlandığımızı idrak etmemiz, birinin bize “A! Saçlarında beyazlar çıkmış” demesi suretiyle olur. Üstümüze alınmayız ilkin, sonra
şaşırırız , sonra gidip bir kez daha aynaya bakarız, kendimizi başkalarının
gözüyle görmeye çalışırız. Evet gerçek inkar edilemeyecek biçimde ortadadır.
Yaşlanmışızdır. Ölüm adım adım gelmekte, onun için bir karşılama töreni
hazırlamak gerekmektedir.
Bazen de bunu kocaman kocaman kızların, delikanlıların size
abla demesi ile fark edersiniz. Biraz bozulursunuz, sonra onların gözlerindeki
sıcaklığı, sevgiyi ve hürmeti görürsünüz. Ablalık koltuğuna önce istemeyerek,
sonra “napalım benim zamanım gelmiş” diyerek oturursunuz. Zihninizde sizin abla
, abi dediğiniz insanlar vardır, geçmişte onların üstlendikleri ve üzerinizde
icra ettikleri harikulade işlemi, bir bayrak yarışı gibi devr alırsınız. Onları
hatırlar ve taklide çalışırsınız.
Artık hafif hareketler, kikirdemeler, yersiz şakalar, argo
sözcükler zinhar çıkmamalıdır ağzınızdan. Hoş görülecek yaşı geçmişsinizdir.
Bilgece konuşmanız ya da susmanız beklenir. Bunu becerebiliyorsanız, insanlar
size daha da saygı gösterirler, ama gittikçe sizden uzaklaştıklarını fark
edersiniz. Siz çay koymaya mutfağa gittiğinizde aralarında fısıldaşıp
nişanlılarından bahseden, siz gelince haya edip susan, dertleri olunca size
gelip ağlayan insanlar vardır artık etrafınızda. Kimse size bu pozisyonu
isteyip istemediğinizi sormaz, hayat görev gömleğini giydiriverir üstüne
insanın. Yolda biri düşüp bayılınca müdahale eden bir doktor gibi müdahale
edersiniz olaylara. Kollar daima sıvanmaya hazır tetiktesinizdir. Göreve her an
çağırılabilirsiniz. Kapasiteniz varsa, istemeseniz de sorumluluk alırsınız.
Zamanla buna alışmanız mukadderdir…
Yahut kızınızın arkadaşları ile konuştuklarına şahit
olursunuz. Genç kız havalarına şimdiden girmiştir. Seçimleri, beğenileri,
kendine özgü bir tarzı vardır artık. O plan yapar, siz planlarında ona yardımcı
olursunuz. O sahneye çıkıp oynar, siz dekoru hazırlarsınız. Sizin zamanınız
geçmiştir artık. Başrol onundur. Siz ise olsa olsa bir figüran olabilirsiniz
onun için yazılmış senaryoda. Bazen onun diline uzaklaştığınızı düşünür ve size
abla diyen kızlara rica edersiniz, “bizim kızla bir konuşun lütfen” diye,
şaşırarak görürsünüz ki onlar onun kalbine sizden daha kolay yol bulmaktadır.
Yaş farkı sizi bazı şeylerden temelli emekli etmiştir artık.
Artık gençlik rehberinin menzilinden çıkalı yıllar olmuştur.
Ne fırtınalı aşklarda gözünüz vardır, ne alış verişte, giyim kuşamda. "Yok canım genç gösteriyorsun. Hadi! Sen dediğin yaşta olamazsın!" diyenlere gülüp geçersiniz. Artık görünüşle gerçeği ayırd etmeyi öğrenmiş, görüntüye değil gerçeğe yatırım yapma peşine düşmüş, kabuğu kırmış karanlık ve sıkışık dünya toprağından, geniş ve havadar ahiret meydanına çıkmaya hazırlanmış bir filiz olduğunuzu bilirsiniz. Dünya ile
aranıza mesafe girer, siz gidenlerin ardından bakmaya başlamışsınızdır artık
tutkuyla. Ağzınızda eskiden reddettiğiniz inatla tersini iddia ettiğiniz ağabeylerinizin ablalarınızın sözleri vird olur. Onların sakin ve cedele girmeyen hallerini anımsarsınız, onlara benzediğinizi fark edersiniz. Onlara dünyada mı berzahta mı olduklarına aldırmadan uzaktan bir selam verirsiniz. Selamınızı alacaklarını bilirsiniz.
Sizin de sevdanız ayrılanlaradır artık. Diyar-ı ahere göçenlere. Artık ayrılanların sayısı gelenleri aşmıştır, şairlerin dilindeki ömrün yarısına gelmiş, yokuş aşağı bir adım atmışsınızdır. İhtiyarlar
risalesini başucu kitabı yaparsınız. Onu içinize çeker, onunla sükun
bulursunuz. Ruhunuz kemale erdikçe, bu dünya gibi, bedeniniz de ona dar gelmeye
başlar. Artık yapıp ettikleriniz, seyahate çıkmadan önce yapılması gereken
hazırlıklar kabilindendir. Sorumlulukları yerine getirirsiniz, tamamlanması
gereken işleri tamamlarsınız, ardınızdan dünya elbette dönecektir, ancak siz
vazifenizi devredecek birileri buluncaya kadar işlerinizi sürdürür, kimsenin üzerinizde
hakkı kalmadan veda etmeye gayret
edersiniz hayata.
Rüyalarınız bile değişir. Sevdalı bir kuş gibi uçuverirsiniz
misal alemine her gece, “alın beni de yanınıza nolur, geri göndermeyin”
dersiniz. İşiniz vardır geri gönderilirsiniz, vazifeden kaçmak yoktur. Artık hayata ilişkin bir arzu ile tutuşmazsınız, bir emeli kovalamazsınız vazifedir her şey. "Ömür sermayesi az yapılacak işler çok" der durursunuz. Taallümle tekemmüle gönderildiğiniz bir alemde kaybedecek vakit yoktur. Oyalanacak kimse yoktur. Emir
gelinceye kadar sürgünde bilirsiniz kendinizi. Emri bir muştu gibi alır ve
atılırsınız boynuna yarinizmiş gibi Melek-ül mevtin. Siz onu severseniz, o da
sizi sever. Zaten ölümü her andığınızda, size selam veren de o değil midir?
İhtiyarlığı iyi demlenmiş halde, yudum yudum içenler onunla zaten tanış
olurlar.
“Sana muhabbetimiz vardır ey güzel melek, senin elini tutup
nereye dilersen gideriz.” Muhabbet ehli için visal o şerefli dostun kucağına
atılmakla başlar. “Sen daima hoş gelirsin,
bizi sarıp sarmalayıp ait olduğumuz yere erdirirsin. Senin temiz yüzüne
müştakız. Bu gönülde sana hep
merhaba vardır. Şahit olasın.”
Allah bizi vakti gelsin gelmesin ölüme "merhaba" diyenlerden, dünyasına onu buyur edip, onu hoşça ağırlayanlardan kılsın.
24 Ocak 2013 Perşembe
BEN VE ÖTEKİ
Bir bebek doğduğunda kendisini ve ötekini algılayamaz. Hatta
denilebilir ki kendini kainat denizinde bir damla iç içe geçmiş vahdetin bir
cüzü olarak bilir. Bu yüzden onu kundaklarız. Modernler ne derse desin,
kundaklamak çocuğa kendi varlık sınırını bildiren, ötekinin nerede başladığına
işaret eden bir araçtır. Bizzat sünnettir, Efendimiz, torunlarını
kundaklatmıştır. Mahlukatın diğer cüzlerinin tersine, insanın varlığını,
benliğini bilmesi, kendini ötekinden kainattan ayırması, o cennetvari sürur
veren vahdetten kopması, büyük bir nimettir, insan olmanın ilk ve en acılı
adımıdır. Belki de bebek annesinin bedeninden ayrıldığında, tek başına kendini
hissetmenin acısıdır ilk ağlama, kim bilir?
İnsan olmak için enemizin farkına varmak, kendimizi
başkalarından ayırmak ilk şarttır. Bu kopuş, zahiren bir şirki çağrıştırsa da,
bütünden ayrılışı netice verse de yolculuğun başlangıcıdır. Kamışın sazlıktan
koparılışı ve ney oluş öyküsüdür. Vuslata giden yolda ayrılık olmazsa olmazdır.
Ayrılık olmadan, sevgiliden koparılmadan, kimse aşkın kadrini bilemez.
Benimizi inşa ederiz yavaş yavaş, taş üstüne taş koyarız,
kendimizi tanımlarız, iktidar alanımızı belirleriz, bu alanın dışında kalanı
fark ederiz, farklı olanla savaşırız, alt etmeye hükmetmeye çalışırız,
başaramadığımızda ateşkes yaparız. Ateşkes sırasında ötekini inceleriz. Düşmanı
tanımaya çalışma gayretidir bu önceleri. Benlik için kendi dışındaki her şey
düşmandır, yabancıdır. Baktıkça ona, gözlemledikçe benzerliklerimizi fark
ederiz. Ortak noktalarımızı keşfederiz. Keşfettikçe şaşkınlık yaşarız. Empati
yapmaya başlarız. Onun sandalyesine oturur, onun gözüyle dünyaya bakarız.
Bundan hoşlanırız. Anlarız ki bu empati denen yetenekle, gerçekte olmasa bile
hayalen herkes olmak ve birden çok hayatlar yaşamak mümkündür. Bir roman
kahramanında, bir film karesinde, bizimle dertleşen bir yakınımızda, bir üçüncü
sayfa haberinde, hayalen çok hayatlar yaşarız. “Ben” iken “sen” olup “sen” in
hayat tecrübelerini ediniriz. Onun durduğu yerden kainatı okuruz. Bu sayede
olabildiğimiz sen miktarınca çok hayatlar yaşar kainatla bütünleşiriz.
Ayrıldığımız cennete geri döneriz.
Sorun tam da burada başlar, empati yapmak, “sen” olmak
keyifli ama tehlikeli bir süreçtir. Bazen insan bunu sıkça yapmaktan, sürekli
başka sandalyelerde oturmaktan, oralardan
bulunduğu odaya bakmaktan, kendi yerini kaybedebilir.Yahut en hafifi
sandalyesine döndüğünde, dışarıdan kendi evine geldiğinde, hiçbir şey ona ait
gözükmeyebilir. Kendi sorunlarına, açmazlarına , ihtiyaçlarına çözüm üretemez hale
gelir. Evini toparlayacak kadar evinde kalmamaktadır çünkü. Kutular üst üste
yığılır. Eşyalar yerleştirilmeden ortalığa bırakılır. Her yeri kalın bir toz
tabakası kaplar. Evin efendisi kapı kapı gezmektedir. Başkalarının sorunlarını
çözmeye, onların sevinçlerini paylaşmaya harcadığı vaktin onda birini, kendine
çok görmeye başlamıştır. Varoluşunu dışardan tanımlar. Kendine yabancılaşır.
Bir de bakarsınız, başkalarına son derece merhametli anlayışlı hoşgörülü olan
bu zat, kendine karşı acımasız, yargılayıcı ,umutsuz, zorlayıcı bir hale
gelmiş. Bu en iç dairede sadece kendisine yönelik bir davranış olmaktan çıkıp,
yakın halkalarda bulunan ailesine, akrabalarına, cemaatine, mensub olduğu
millete de sirayet eden, “ne kadar öteki o kadar makbul” dediği bir sürece
sürüklemiştir onu.
Ötekini düşman kabul etmek, nefret etmek, onunla savaşmak
nasıl yıpratıcı ise öteki ile özdeş hale gelmek “ben” i unutup “o” olmak da
öyle hastalıklı bir varoluş biçimidir. Bize verilen tüm kabiliyetler gibi “ben”
imizi de haddi vasatta yaradılış amacı üzere bir kıyas aleti olarak kullanmak,
başkalarını ziyaret etmek, ama daima evimize dönmek, en çok vakti “ben” imizle
geçirmek, onun penceresinden dünyaya bakmak, onun rengine bürünmek, ondaki ismi
azamı bulup çıkarmaktır vazifemiz. Empati yeteneği bize kainatta kaosa, fesada
sebebiyet vermeyelim diye verilmiştir. Daima başkası olup, ona özenip, onunla
karşılaştırıp, kendimizi küçümsemek, kendimizin kıymetini bilmemek çok büyük
insafsızlıktır.
Veda hutbesinde
efendimiz insanlara cana kıymamalarını başkalarını meşru haklarından mahrum
etmemelerini söylerken, ashabına da nefislerine zulmetmemelerini söylemiştir.
Burada “Ya Eyyuhennas” ibaresi ile
ötekine edilen düşmanlığa “ ya ashabi” hitabı ile nefse edilen zulmü işaret
etmesi manidardır. Mübarek hitabın kat kat manalarından benim acizane
anladığım, biz müminlerin başkalarına gösterdiğimiz hürmeti anlayışı,
verdiğimiz özgürlüğü, kendi nefsimize reva görmeme olasılığımızın daha güçlü
olduğudur. Yapılması gereken “ben” ve “öteki” arasında, Rahman suresinde
belirtildiği gibi, fıtraten koyulmuş mizana dokunmadan, dengeyi bozmadan
yaşamaktır. Afaki olana çokça yoğunlaşıp, kesrette dağılıp, enfüsi olana, kendi
iç sesini dinlemeye, kendinin farkına varmaya ,kendi ile baş başa kalmaya
bigane kalmamaktır.
İnsanın kendini bilmesi, ötekini tanıması, kendi ve
ötekilerin toplamından oluşan kainatı anlamlandırması, yorumlaması, onu varlık
amacını tahakkuk ettirmeye, Rabbini tanımaya yöneltir. Ancak bu sayede aşk
acısı diner, vuslat gerçekleşir. Rabb bizi kendisinden acı çekmemiz için ayırıp
bu kainata yollamamıştır, bilakis bize kendinden ayrı bir benlik vermekle bize
kendimizi, tüm ötekileri, ve Rabbimizin Zat- Şahanesini anlayabilecek bir
donanım lütfetmiştir. Bizim de ona dönüşümüz, tüm kainatı ceplerimizi
doldurmuş, ona hediye eden bir halde olmalıdır. Rabbinden çıplak olarak çıkan
insan Ona tüm kainatın halifesi sıfatıyla dönsün murad etmiştir. Zahiren bir
cüz iken bir küll olsun dilemiştir.
Bunun için de hem “ben” in hem de “öteki” nin sağlam ve sağlıklı
kalması, tahrib edilmemesi şarttır.
23 Ocak 2013 Çarşamba
DOKUNULMAZ LATİFE
Bir insanın kalbini
müeaddiden kırabilirsiniz, ama onurunu yalnızca bir kere.
İnsan sosyal bir varlık. Medeniyyun bit tab. Yalnız
yaşayamayan, mutlaka ötekine muhtaç olan. Fakrı yalnız mala, rızka, yıldıza,
çiçeğe değil, onların hepsinin mecmuuna, insana da şedid olan. Ünsiyet edecek
bir öteki bulamayınca insaniyeti dahi anlamını bulamayan. İnsan, muhabbet ve
nefret sahibi. Tıpkı bünyesinde toplanmış kainat gibi.
Miftah-ul Gayb’de(Konevi) kainatta cari iki kuvveden söz
edilir. Muhabbet ve tenafür. Diğer deyişle sevgi ve nefret. Kainatta var olan
tüm şeylere hakimdir bu iki kuvve. Her bir şeyin muhabbet ettikleri ve nefret
ettikleri bulunur. Cezb ettikleri ve def ettikleri. Dilerseniz siz bunlara
Risale diliyle kuvve-i cazibe ve kuvve-i dafia deyiverin. Lisan değişir,
hakikat değişmez. Lisanların çeşitliliği ve renkliliği de Onun ayetlerindendir.
Bunun sebebi ise birbirine zıt esma-i ilahi ile açıklanır.
Rahmet ve kahr gibi. Yükseltme ve alçaltma gibi. Bu esma sebebi ile varlıklar
farklı esma etrafında toplanırlar, zıt kutuplar oluşur. Melek ve şeytan gibi.
Zahir ve batın gibi. Mülk ve melekut gibi. Ulvi ve süfli alemler gibi. Cennet
ve cehennem gibi.Yahut bu eşya zaten o esmanın tecellisidir.
İnsan bunların orta yerinde durur. Hepsini içinde toplayan,
hepsini cem eden varlıktır insan. Cennet ve cehennem ancak ve ancak insanın
bünyesinde bu kadar birbirine yaklaşabilir. Melek ve şeytan ancak insan içinde
böyle sık saf tutabilir. Muhabbet ve nefret ancak insanda bu kadar kolay yer
değiştirebilir.
Muhabbet gibi tenafür de bir vecibedir üstelik.
Allah Musa’ya(as) dedi ki: Benim için muhabbet et, benim
için buğz et.
Sırf muhabbet de murad değildir, sırf buğz da. Ne kuvve-i
cazibe ne kuvve-i daifa kendi başına iş görebilir. İkisi de cari, ikisi de daim
çalışır olmalı. Allah’ta öyle, halifesinde de öyle olmalı. Vekil aslı
yansıtmalı. Nitekim hakkalyakin görüyoruz ki öyle…
Yalnız biline ki, nasıl esma-i ilahinin kendi içinde bir
hiyerarşisi vardır, rahmet azaba, muhabbet kahra müreccahtır, insandaki
tecellileri de öyle olmalıdır. Rahmetiniz gazabınıza, muhabbetiniz nefretinize
galebe çalmalıdır. Ya da rahmet asıl, gazap tali, muhabbet asıl nefret tali
olmalıdır. Dikkate değer bir diğer husus da rahmet ve muhabbetin sari ve
nurani, istila edici hasiyete, nefretin ise cüzi ve lokal hasiyette olması
gerektiğidir. Allah ‘rahmetim her şeyi kaplar, azabım ise dilediğime isabet
eder’ buyururken bu nokta atışına işaret buyurmaktadır. Nefret sirayet etmemelidir.
Bir insandan diğer insanlara, bir huydan diğer huylara taşmamalı, adeta bir
cerrahi müdahale gibi, bir kanserli uzvu kesip atmak gibi olmalıdır. Ancak o
zaman o nefretten dahi bir rahmet görünür. O gazaptan dahi bir muhabbet
sezilir. O noktaya olmasa da gayrında tüm varlığa duyulan bir muhabbettir bu. O
nokta o varlığın devamı için kesilir ve atılır.
Hasılı müminde tenafür dahi muhabbettendir, varlığa duyulan
muhabbetten. İnsanı harekete geçiren hep muhabbet hep muhabbet. Yaklaştıran da
uzaklaştıran da muhabbet. Tenafür olsa olsa muhabbeti ısrarla istemeyene,
reddedene, muhabbete düşmanlık edene.
Belirtmeliyiz ki, Sadreddin Konevi kainatta cari nefretten
söz ederken ‘tenafür’ tabirini kullanır. Bu tabir bir karşılıklılık içerir.
Anlaşılan odur ki muhabbet gibi nefret de karşılıklıdır. Ya da birinden ancak
sizden nefret ediyorsa nefret etme izniniz vardır. Mümin için böyledir, izin
isteyen, söz dinleyen nefis için böyledir.
Kuvve-i dafia kelimesi de incelendiğinde aynı hakikatle
karşılaşırız. Def etmek size taarruz edene, müdafa size saldırana yöneliktir.
Ayet ‘Size karşı savaşanlarla savaşın’ buyurur. Demek ne nefretin, ne kuvve-i
dafianın evveli, başlatıcısı, sebebi olmamak mühimdir.
Bir insanın kalbini kaç kere kırabilirsiniz? Herkese göre
değişir değil mi? Kanaatimce yerleşmiş olduğunuz bir kalbi sayısız kere
kırabilirsiniz. Size müsaade edilir. Müsaade eden kalptir. Ya izzet ve
şerefini…Bir insanın onurunu kaç kere kırabilirsiniz? İşte bu kişiden kişiye
değişmez. İnsan denilen varlık bozulmamışsa, hayvaniyete inkılab etmemişse,(hayvanların
onuru yoktur) bir insanın onurunu yalnızca bir kez kırabilirsiniz. Bir kez
affedilirsiniz. Sonra… İkinci denemede sizi en çok acı verebileceğiniz yerden
kalbinden söker atar. Kim? İnsan mı? Hayır. Onun Aziz olan Rabbi. Sizin kulunu
böyle kırmanıza izin vermez, sürgün ediverir.
Şerefe uzanan el, insanın en iç dairesine, harim-i ismetine,
dokunulmazına uzanan eldir. Bazı insanlar öyle pervasızdır, öyle hoyrattır ki
kalbinizi kırarlar, bu affedilebilir, tahrip kastı yoktur. Sadece
duyarsızdırlar. Ancak biri onurunuzu kıracak bir şey söylüyorsa, bunda kasıt
vardır. Bunda nefretin kıvılcımı vardır. Sizden nefret edene sevgi
besleyemezsiniz değil mi? Nefret nefreti doğurur. Mütekabiliyet esastır.
Onurunuzu hakikatte yalnız kalbinize yer etmiş olanlar kırabilirler.
Artık en affedici kalpte dahi
söylenebilecek tek söz ‘ İyi olsun ama benden uzak olsun’ sözüdür. Her
latifenin taşımak için yaratıldığı sıklet aynı değildir. Kol kilolarca yük
taşır, göz taşımaz. Kalp tonlarca ezayı taşır, izzet taşımaz. İzzet sizi ancak
bu kadar affeder.
İyi olsun, benden uzak olsun.
İzzetin affı Züntikam’dan yardım istemekten vazgeçmesidir.
Şeref insanın en değerli latifesidir. İnsana ‘La ilahe’
dedirten de bizatihi şereftir. Başka ilah edinmek şerefe terstir. Şeref denilen
latifeyi tahrip etmeden, başka bir ilah edinemezsiniz. İnsan aziz bir
varlıktır. Aziz olanın izzeti onda mütecellidir. Ondan maada kimse onu zelil
edemez. O da izzetini muhafaza eden kulunu asla zelil etmez.
Fütuhat-ı Mekkiyetin cennet bahsinde cennet ehline şöyle seslenildiği
bildirilir. ‘Şerefli efendiler olarak girin cennete’ Şeref dışarıda bırakılarak cennete girilmez.
Orada efendi olmak için burada yalnızca Ona kul olmak gerekir. Kulsanız, gayrı
sizi incitemez, şerefinize halel getiremez. Denerler, ama müsaade etmezsiniz.
Şirkin kırıcısı, tevhidin arayıcısı, efendi olmanın ve
cennete girmenin yolu şereftir de. Ya Allah’ın aziz ve şerif yarattığını zelil
ve hor kılmak isteyenin akıbeti nedir? Allah adildir. Ayette kanunu buyurur.
Günahın karşılığı ancak misli bir günahtır. Bu ayetten istihracla anladığım
şudur: Başkasını zelil kılmaya çalışan zelil olur. Birinin onurunu kıran
onursuz kalır. Hakir gören hakir bulunur. Men dakka dukka. Kim tarafından? Hak
tarafından.
Maazallah.
Öyleyse mümin kardeşinizin de, insan kardeşinizin de şeref
ve izzetine el uzatmadan, kendi şeref ve izzetinize bir bakıverin. Acaba
yerlerinde duruyorlar mı? Yoksa sizi terk edip gitmişler mi? Gitmemişlerse size
el çektirirler. Gitmişlerse dilediğinizi yapın. Zaten gittiklerini de fark
etmemişsinizdir. Sufiler der ki ‘İnsan başkasını tenkid ederken gördüğü aslında
kendi kusurudur.’ Önce kendi kusurumuza bakalım. Önce kendi terbiyemizle meşgul
olalım. Şeref kazanmak bununladır.
22 Ocak 2013 Salı
ATEŞ GÜZELDİR
“Kün” emrinden sadır olmuş ne varsa güzeldir. Bir şey ya
doğrudan ya neticeleri itibariyle güzeldir. Bazen hayır zannettiklerimiz şer,
şer zannettiklerimiz hayırdır. Haddi zatında mana-i harfi ile bakıldığında her
şey hayırdır. Mana-i ismi ile baktığınızda en güzel haller bile, sönmüş ve kendi içine çökmüş bir yıldızın kara delik olması gibi sizi de tüm evreninizi de yutan şerden koca bir
ağız olur. Nazarımıza göre eşya tebdil eder. Aynı mekana giren iki insanın aynı
eşyaya farklı bakışları farklıdır. Niyet
amelleri tebdil eden bir iksirdir. Bunlar Üstadımızdan hıfz ettiğimiz hakikat
çekirdekleridir.
Hastalık güzeldir. İnsana gerçek varlık durumundan haber
verir. Nefsin kibrini eritir. Ona odasının darlığını, bedeninin kırılganlığını,
ihtiyacının şiddetini, ellerinin boşluğunu gösterir. Böylece isabet ettiği insanı kudret
sahibine ulaştıran bir binek olur hastalık. İnsan hastalıktaki ateş sayesinde
Rabbini başında bekletecek kadar rahmete nail olur. Hadisle sabittir, Allah
hastanın baş ucunda bekler. Sevgiliyi başınızın ucuna getiren ve üzerinize
titreten her şey güzeldir. Kim hayal etmemiştir ki yatak döşek hasta olsun ve
sevgilisi onun için ağlayıp göz yaşı döksün. Size sevildiğinizi hissettirmesi
hastalık ateşinin içinden size uzatılan şefkatli bir eldir.
Hata yapmak güzeldir. En emin olduğun şeylerde dahi
şaşırmak, altüst olmak, tekrar tekrar düşünmeye gayret etmek, hak nedir ehak
hangisidir ölçüp biçmek, beynin kıvrımlarında batılı dolaştırmak, hakkı arayıp
durmak, bulunca batılın sönüşüne şahit olmak, gelinen her makamda ayağının
kayabileceğini bilmek, yanılabilirliği ile yanılmaz, kaybedebilirliği ile daima
işinde galip(Allahu galibun ala emrihi) bir Rabbi hissetmek, cehaleti ve
algısının darlığı ile kendini Mutlak
Alim’e rabt etmek, davranışları ile deneyip yanılarak, düşüp düşüp kalkarak bir
Yüce Hikmet sahibini fark etmek, hayatımızda her şeyi kontrol edememek, elimize
yüzümüze bulaştırmak, gaf yapmak, ağzından kaçırmak, sözü toparlayamamak,
meramını anlatamamak, aptallık etmek, “yine beceremedim” deyip sızlanıp ağlamak, özür dileyip kabul görmemek, içi yansa da affetmek bizi bir Rahim’in şefkatine, bir Gafur'un örtüşüne vasıl eder. Bu vuslata her şeyi berbat etsek değmez
mi?
Günah işlemek güzeldir. Nefsin aklı kendi lehinde işletmesini
izlemek, kalbin ve vicdanın ağzına bant yapıştırmasına şahit olmak, “mutlu
olacağım” telaşı ile şeytana sarılmasını görmek, şeytanın müttefiki nefsi yüz
üstü bırakıp gitmesini seyretmek, zehirli balın tadına bakmak, karın ağrısı ile
kıvranmak, cürmün ağır bedeline katlanmak, kendinden ve Rabbinden utanmak, vicdanın
“ben sana demedim mi?” sözünü işitmek, kalbin hüznüne batmak, emmareden
levvameye geçmek, pişman olmak, tevbe etmek, bir Gafur’u tanımak, “Rabbin seni
terk etmedi” hitabına mazhar olarak doğru yolda olmak için bir Hadi’ye
muhtaciyetimizi derk etmek, yüzünün karasına Rahmet nurunun vurduğunu hissetmek,
minnettar olmak, her şeyin lütuf oluşunu kabahatlerinin bilinci ile hissetmek,
O’nu takdis ile tesbih etmek güzeldir. Her kiri çıkaracak bir Kuddüs’ün varlığı
bilinince kirlenmek ve temizlenmek arzu edilen haller sınıfına dahil olurlar.
Külli ubudiyetimizin birer parçası haline gelirler.
Ayrılmak güzeldir. Bizim sandıklarımızı kaybetmek,
tırnaklarımızı geçirdiklerimizi yitirmek, fenayla can evimizden vurulmak, güvendiğimiz dalın elimizde kalışı, demirden
taştan olmadığını fark etmek, batan güneşin ardından
bakakalmak, doğacak güneşi beklemektir. “La uhibbul afiliyn” diyerek batmayacak bir güneşin peşine
düşmektir. Terk etmeyecek bir sevgiliyi aramaktır. Bir Kayyumiyet tecellisi
arzu etmektir. Bir Baki ile ahitleşmektir. Sabretmeyi öğrenmektir. Odur demeyi seven ama O değildir demeye gelince yan çizen nefsi eğitmektir. Ayrılık vuslata mukaddimedir. Zira bir yerden ayrılmak bir
başka menzile varmaya, bir kuldan ayrılmak başka bir kula ulaşmaya, dünyadan
ayrılmak ahirete yol bulmaya, nefsinden ayrılmak Rahman'a kavuşmaya habercidir.
Ayrıca ayrılık, sevdiğimizi tanımanın yoludur, zira insanda öyle kuvveler
vardır ki bir şeyin kıymetini kaybetmeden tam bilemezler. Ayrılık karanlıktan
aydınlığa bir yol açma vesilesidir. Asılları bulup yedekleri terk etmektir. Baldan
sirkeye dönülmez diyebilmektir. Daha iyisini istemektir.
Ateş güzeldir. Bize yemek pişirtir. Çayımızı demler, soba
başı sohbetlere yol verir. Aydınlığımız olur. Yolumuzu gösterir. Giysilerimizi
ütüler. Gemimizde, arabamızda, uçağımızda bizi menzilimize taşıyıverir.
Meyvelerimizi pişirir, madenlerimizi yetiştirir. Nefsimize işaret eder. Bize
ateşin tüm halleri için ibret verir. Ateş çok büyük ve külli bir nimettir. Tüm
ateşin haller de öyledir. Rabb bize de Musa’ya konuştuğu gibi ateşin içinden
konuşuverir. Ateş sadece kontrol edilmezse felaket olur. Zarar verir.Yangın çıkacak diye ateş kullanmaktan vazgeçmeyiz. Ateşe ait halleri hor görenler ateşin meleğini incirler. Tüm bu haller de o meleğin nezaretinde
gerçekleşir. Görmek isteyen gözlere ateş, güller ve balıklar gösterir. Elbette
ateşi elde de kalpte de tutmak, korumak ve onunla pişmek, olgunlaşmak, tekamül
etmek, er kişinin işidir. Risk almaktan korkmak insanı yaşamaktan alıkoyar.
“Hastalıklar niye var? İnsanlar acı çekiyor ama…” diyenler
nasıl Şafi ism-i şerifini ıskalıyorsa, “Zulümler niye var? Zavallı insancıklar”
diyenler nasıl Adil ismine kör oluyorsa, “Niçin hataya, günaha düşüyoruz,
kirleniyoruz” diyenler nasıl Gafur, Kuddüs ve Rahim isimlerini göremiyorsa,
“Mecazi Aşk niye var? Bu marazi bir durum derhal kurtulmak lazım” diyenler de
İsm-i Mütekellim ve Vedud’u öyle gözden kaçırıyorlar. Külli bir ubudiyet
şansını yitiriyorlar. İsm-i
Vedud ve İsm-i Mütekellim iç içedir. Zaten kimse sizi Allah gibi
dinleyemez, kimse sizi Allah gibi anlayamaz, kimsenin de kelamı Allah’ınki gibi
lezzet vermez. Hakikat şudur ki tüm ateşlerden ve ateş hallerden Allah konuşur,
tüm ateş sevdalıları da fark etseler de etmeseler de o ateşte tecelli eden Hakkın sevdalılarıdır. Bunu ancak ateşin içinden Rabbi ile konuşan Musa ve onun
yolundan gidenler anlayabilirler. Aklın temsilcisi sayılan Hz.Musa da Ehl-i Aşk’tı bunun için “Ya RABB
YÜZÜNÜ GÖSTER” diye niyaz etti. İstediğiniz kadar akıllı olun, istediğiniz kadar tenzih edin, Mütekellim'den bir cilve payınız olduysa Onu görmek için yanıp tutuşursunuz.
Ya Rabb bize de yüzünü göster. Dağları parçalayan şavkınla bize de tecelli et,
parçalansak da razıyız. Tüm ateşin halleri bize seninle konuşmak için vesileler
kıl. Biz yola cesaret edip çıktık, yardımına güvendik, gücümüzün fevkinde yüklere omuz verdik. Bir şey diledin kimseler dağlar taşlar lal oldu isteğinin havada kalmasına dayanamadık öne atıldık. Ben varım. Ben yaparım. Buyur, emret. Ateşe mi girilir? Dağlar mı aşılır? Uzak diyarlara mı gidilir? Zemherir mi çekilir? Dile benden ne dilersen. Lebbeyk. Bize işimizi musahhar eyle. Bizi emrinde muvaffak eyle. Çünkü bizim senin yüzünü güldürmekten başka hiç bir emelimiz yoktur. Senden bir "aferin" bize yeter. Ateşin içinden sana vasıl olmak
dileriz. Ateşin meleğine selam olsun, şahid ol Ya Rabb biz senin afakta ve
enfüste tutuşturduğun her ateşi severiz.
Mona İSLAM
21 Ocak 2013 Pazartesi
Dostlarım için şükürler olsun!
‘İnsan medeniyyun bittabdır’ derler eskiler. Yani, sosyal
bir varlık. İnsan toplum içinde yaşamalı, fıtratı da kemali de bunu icab
ettirir. Hak, halk içinde aranmalı. Yani halk içinde olmanın gayesi Hakkı
bulmak. Öyleyse halkın batınında gizli olan Hakk’a bakılacak. Bunun tek şartı
halkın, yaradılmışın içine iyice bakmak. İnsan ıskalanmamalı, zira en büyük
tecelligah insanın ta kendisi. Bu yüzden insan, sadece insanlar arasında
yaşamakla kalmamalı, dostlar da edinmeli. Dost edinmek insanın içine bakmanın kestirme
bir yolu.
Dost edinmek dilde kolay, hakikatte zor bir şey. Halil, Hz.
İbrahim’in sıfatı, Allah’a dost. İnsana dost olmadan Allah’a dost olunabilir
mi? Hiç sanmam, Hz. İbrahim önce insanlara dost. Halil, dost ve yakın demek. Yakınlık
çok dikkatle incelenmesi gereken bir durum. Yakınlıkta fiziksel olana değil
ruhsal olana işaret var. Kurbiyyet ruhların teması, iç içe geçmişliği,
birbirine benzeyişi. Ruhumuzun kainattaki meleklere, ruhlara, bilhassa insan
ruhuna temas etmesi. Dostluk kurbiyyet
biçimlerinden biri. Diğeri ise bir derece üstü, mahbubiyyet, Habib olmak, yani
sevgili. Efendimizin(sav) kurbiyyeti, insana, Allah’a.
İbn-i Arabi Füsüs-ul
Hikem’inde der ki “İlahi şeriatlar Hakka dair söyledikleri şeyleri sıradan
insanlar için sözden anlaşılan ilk anlamda söylemişlerdir. Seçkinler söz konusu
olduğunda ise hangi dil olursa olsun, dildeki kullanıma göre sözü bütün
yorumlarına söylemiştir.”
Söz söyleyen Allah, onu indirdiği dildeki her anlama ilişkin
bir katmana ayırarak, tabaka tabaka, hal hal, insan insan, zaman zaman
değişkenlik arz eden manaları içeren bir mucizevi söz olarak söylüyor. Halil de
bu sözlerden biri. Allah Hz. İbrahim’e bu isimle hitap ediyor.
Halil sözcüğü köken itibariyle “hulul” ile aynı. Bu yüzden
İbn-i Arabi onu ‘bir şeye nüfuz etmek ve yayılmak’ olarak anlamış. Bu da ‘iki
kişinin birbirinin nitelikleriyle nitelenmesi, birbirine nüfuz etmesi’ anlamı
taşıyor. Buradan anlıyoruz ki “Allah’ın Hz. İbrahim’i Halil diye isimlendirme
sebebi, ilahi Zat’ın nitelendiği bütün sıfatlara Hz. Halil İbrahim’in zatının
nüfuz etmesi ve onları kendinde barındırmasıdır.” (Füsüs-ul Hikem)
Ne hoş!
İnsanların dost olduklarını anlamanın yolu birbirlerinin
niteliklerine ne derece nüfuz ettiklerine bakmak. Birbirlerini ne derece tanıyor,
ve ne kadar seviyorlar müşahede etmek. Bir insanda bir niteliğe nüfuz edince ve
tanıyıp sevince, o niteliğin kendinizde de olmasını arzu edersiniz. Bu da sizin
gün geçtikçe adım adım ona benzemenize yol açar. Ne kadar nüfuz ederseniz o
kadar benzersiniz, ne kadar uzun zaman geçirirseniz o kadar hemhal olursunuz. O
zaman size dost denir.
Biri sizde bir başkasını ne kadar görüyor, sözünüzde,
düşünüş biçiminizde, halinizde, meşrebinizde birini ne kadar hatırlıyorsa siz
ona o kadar dostsunuz demektir. O dost bunu bazen bilir bazen bilmeyebilir. Bu
kimi zaman yaşayan, kimi zaman ölmüş bir dost için yaşanabilir. Dostunuza
benzediğiniz sürece, o uzakta da olsa sizinle yaşar, yakınınızda sayılır.
Şükürler olsun ki benim dostlarım var.
Gözlerimi üzerlerine diktiğimde ruhlarını gördüğüm, her
mimiklerinden hallerinden haberdar olduğum, rüyalarıma giren, ve hallerini,
yaralarını, devalarını gördüğüm insanlar. Acılarını derinlerde hissettiğim,
dualarımda hiç eksik etmediğim, cenneti onlarsız düşünemediğim, cennete
gittiklerinden emin de olsam, dünyada onlarsız çok ıssız kalacağım dostlarım
var.
Uzun yıllar birlikte olduğum, dünyama davet ettiğim, kendimi
açtığım ve bana nüfuz etmelerine izin verdiğim insanlar. Bunu hiçbir zaman
aleyhime kullanmadılar. Kusurlarımı şefkatle sarmaladılar ve düzeltmeye
çalıştılar. İyi vasıflarımda beni yüreklendirdiler. Uçmaktan korktuğumda
kanatlarımı, nefessiz kalırım sandığımda yüzgeçlerimi gösterdiler.
Derler ki “Dostlarını tanımak için hata yapmalısın”. Öyle ya
hala ordalarsa sana hatanda bile şefkat edebiliyorlarsa, nasihat ediyor ama
terk etmiyorlarsa onlar dosttur.
Hatta bazen nefesim kesildiğinde,yaşamın ışığı umutla
birlikte söndüğünde, bana nefes ve nur
verdiler. Aradım, sebep göstermeden ağladım teselli verdiler, arabayla
yolda kalakaldım tereddütsüz çarçabuk gelip yardım ettiler, hırçınlıkla “derse
gelmiyorum kimseyi de istemiyorum” dedim, kapıma gelip hiç çalmaksızın Evrad-ı
Nuriye bıraktılar. Babam öldü benimle sahiden ağladılar. Anneme tasa ettim,
gelip “Bir bakalım teyzemize” diyerek
annemi ziyaret ettiler. Üzerimde kötü bir şey dolaşıyor dedim, üstüme
cevşenler okuyup giydirdiler, dualardan kalkanlar yaptılar. Günahımda da
sevabımda da hep yanımdaydılar. Onlar benim ciğerimi bilirler. Zaaflarımı kabiliyetlerimi benden daha hızlı fark ederler. Beni çoğu zaan benim kendimi göremediğim yerden görürler. Aferin derler, ama iltifatlara boğup nefsimi
şımartmazlar, eleştirirler, ama kınayıp uzaklaştırmazlar. Ne kadar uzaklaşsam geri döndüğümde bana sarılacaklarını bilirim.
Birine bu kadar yakın olduğunuzda çok kerametvari haller de
yaşarsınız. Bir şeye üzülürsünüz arkadaşınız uzaktan hisseder, size telefon
eder. Bir kötü hal yaşarsınız, sizi rüyasında görür ve çareniz meleklerce ona
söylenir. O gelir size bunu iletir. O zaman dostunuz bir melek gibidir. Melekut
elçisidir. Hatta o daha iyisidir. Çünkü hiçbir meleki ruh size bir insan ruhu
gibi enis olamaz, el veremez. O dosttur.
Ona mukabele edebilmek için bir hayat azdır. Ne bu yazının içerdiği ne de en
iyi ediplerin söylediği kelimeler dosta lâyıkıyla teşekküre kâfidir. Ona ancak
sizin nâmınıza, âyetlerini biteviye taşıdığı, isimlerini bitimsiz gösterdiği
Allah teşekkür edebilir.
Dört sütun nasıl Süleymaniye’yi ayakta tutar, dört duvar
kabeyi taşır, alemde dört direk veli(evtad) vardır, dostlarım da benim
hayatımın dört temel unsuru. Kimi ateş, kimi hava,kimi toprak,kimi su. Hiç birini eksik düşünemem. Onlar
kendilerini bilirler. Muhabbetimi de…
Habib ile halilin farkını nefs-ül emirde bilmesem de,
nazarımda dört halil bir habibe müsavidir. Halil ile habib arasındaki
farklardan biri de halilin sadece ruhen, habibin hem ruhen hem bedenen yakın
olmasıdır. Hz. İbrahim’in Allah’a ruhen yakınlığı, Efendimizin ise ruh maal
cesed miracı buna işarettir.
Allah bana en çok dostların diliyle konuşur, en sıcak rahmet
tebessümleri onların dudaklarından gelir, koruluğa yaklaşan koyun gibi yolumu
şaşırınca onlar bana mutlaka bir taş atarlar, duaları üzerimdedir. Adları dilimdedir,
zatları nefsimdedir, hatıraları kalbimdedir. Onlara benzeyebilmek onurdur.
Allah onlardan tecelli eder bana. Rahmet, inayet, adalet,
hikmet parlar yüzlerinde. Hiç perdesiz bilirim, onların ardında Refk-ül Âlâ
vardır. Onlardan konuşan O’dur. Gözlerini üzerimden ayırmayan O’dur, gülümseyen
O’dur, azarlayan O’dur. Her ‘Meded Ya Hu!’ dediğimde birinin suretinde yardıma
koşan O’dur.
Şükürler olsun!
Mona İSLAM
KİM İKİNCİ BİR ŞANS İSTEMEZ Kİ…
Hayat bir yün eğirme makinesinde dokunan ip gibidir. Kaderin
çemberi döner, yün ipe dönüşür, ipince bir yol uzar, kullanabileceğiniz hale
gelir. Onu ellerinizde mahir bir yün eğirici gibi tutmazsanız kopuverir. Yine
kopan ipi birleştirmek ve ikinci bir sırayı eğirmek daha da güçtür. Ancak bunu
sebat eden mahir sanatkarlar başarabilir.
Yumurta bir Semih Kaplanoğlu filmi. Harikulade
sinematografik çekimlerle bizi Tire’ye davet ediyor Semih bey. Tirenin dokuma
tezgahlarından hayata dair aforizmalar üretiyor. Filmde tezgahta eğirilen ip
gibi, yumurta da böyle bir metafora kaynaklık etmiş. Başrol oyuncusu Nejat
İşler’in elinde rüyalarında sık sık gördüğü bir o yana bir bu yana yuvarlanan
yumurta, kahramanın savrulan ve ne yöne gittiği belirsiz hayatından başka ne
olabilir ki? Her seferinde yumurtayı elden düşürerek bir kabustan uyanır Yusuf
bey. Tire’de yetişmiş sevgili anneciğini bırakıp İstanbul’a yerleşmiş bir şair
ve bir sahaftır Yusuf. Tozlu kitap rafları arasında bir şarap şişesi eşliğinde
kaybolan hayatın dizelerini yazmaya çalışır beyhude. Ama artık ne Tire’deki o
hayat dolu ümitvar delikanlıdır o, ne de başucunda mırıl mırıl dua eden annesi
mevcuttur hayatında.
Yusuf’un Tireden gelen bir telefonla apar topar dükkanı kapatıp
yola koyulduğunu görürüz. Bu, ihmal edilen anneye, gençliğin güzel günlerine,
unutulan ahbaplara, yemyeşil bir doğaya ve kendi içine yaptığı esaslı bir
yolculuktur kahramanımızın. Yıllardır duymadığı sabah ezanında varır Tire’ye.
Yıllardır kulaklarından içeri girmemiş Yasin-i Şerif’i dinler anacığının baş
ucunda. Annesinin yüzünü açmaya cesaret edemez. Utanır, zira vefasız bir
evlattır o.
Mezarlık dönüşü eve bir enkaz halinde gelen Yusuf evde tabak
çanak sesleri işitir. Mutfakta biri vardır. Annesinin hayatından öylesine
habersiz ve bigane kalmıştır ki onun son dört yılını yetim bir akraba kızıyla
geçirdiğinin farkında bile değildir. Ayla ona annesinin bir adağı olduğundan
bahseder. Yusuf’un ne ezanla, ne kurbanla, ne annesiyle, ne de Tire ile ilgisi kalmamıştır.
Bunu yapmak istemez önce. “Ben inanmıyorum öyle şeylere” der. Kız “Bu annenizin
son isteği, bunu onun bir borcu sayın” der ve Yusuf’un vicdanına bir yol bulur.
Hayatını heba edenler her zaman ikinci bir şansa sahip
olamazlar. Bu Allah’ın sizde bir güzellik görmesi ile ancak mümkün olur.
Yüreğinizde bir pırıltı kalmışsa, vicdanınız can çekişiyor olsa da hayattaysa,
o vakit size ikinci bir şans verilebilir. Ama bunun farkına varmak için
teyakkuzda bir akla, ağlayabilen bir çift göze ihtiyaç duyarsınız. Çünkü ikinci
bir şans size kaybettiğiniz insanla değil bir başkasıyla da verilebilir. Aklını
şarap şişesinin yanında masaya bahşiş diye bırakanlar, en yakınlarının ardından
dahi ağlayacak tek damla gözyaşı bulamayanlar bu şans tam karşılarına gelse de
onu ıskalarlar.
Yusuf da tam ıskalamak üzeredir elde ettiği bu şansı.
İstanbul’da yaşayan, dostları şiirler ve şarap şişeleri olan bir adam, ortada
kalakalmış bir akraba kızını burnunun dibinde de olsa fark edemez. İnsan olan
için kolaylıkla sorulacak, “Bu kıza ne olacak şimdi? Ne yer ne içer? Okuluna
nasıl devam eder? Nerede yaşar?” gibi sorular Tireli komşuların aklına gelir de
Yusuf’un aklına gelmez. Öyle ya yabancı biridir bu kız ve yapılacak hiç bir şey
yoktur. Ama bazen bir yabancı sizin yardımınıza başka herkesten daha çok
ihtiyaç duyabilir. Yahut bir yabancıya şefkat göstermek sizin tüm yaralarınızı
iyileştirebilir. Farkına bile varmazsınız
yardım eden mi yardım edilen mi olduğunuzun.
İnsan yardım etmeye en çok kendi nefsi için muhtaçtır.
Sevgiye, alakaya, gözetime, teselliye muhtaç biri tam da yanı başınızda
durmaktadır da habersizsinizdir ondan. Onu bulmak için etrafınızdaki insanların
sadece gözlerine bakmanız yeterlidir. Gerçekten size ihtiyacı olan perişan
durumdaki bir insan sadece gözlerinden anlaşılabilir. Onun gözleri “Elimi tut!”
der gibidir. Fakat büyük metropollerde insanlar artık birbirlerinin gözlerine
bakmazlar. Onlar göz teması kurdukları insanların ruhlarından bir şeyler çalıp
götüreceğinden kaygılıdırlar. Bu yüzden uzak dururlar, güneşi arkalarına
alırlar, gözlerini kaçırır, fiyakalı güneş gözlükleri takarlar. Güneşten
gözlerini koruduklarını sanmayın, onlar kalplerini sizin gözlerinizden
korurlar. Oysa hiç kimse bir insandan gönüllüce verdikleri dışında birey alıp
götüremez.
Hayatta ikinci bir şansınız olsun istiyorsanız, insanların
gözlerine bakmaya, ve onlara gönlünüzde minicik de olsa bir yer vermeye dikkat
etmelisiniz. Korkmayın, gönül içine aldığı insan sayısı ile daralıp sıkışmaz,
bilakis sonsuza dek genişler, tıpkı muhabbetle genişleyen kainat gibi. Bir de
bakarsınız elinizdeki yumurtayı kırmamışsınız bu kez, ipliği tamir edip yeni
bir parça koparmışsınız mutluluktan.
20 Ocak 2013 Pazar
Biz kadınlar iyi
hesap yaparız.
Biz kadınlar iyi hesap kitap yaparız.
Kendi zayıflığımızı, muhtaçlığımızı, bağımlılığımızı ölçeriz
önce. Bir de bakarız, birine sormadan iş yapamaz olmuşuz, biri götürmeden bir
yere gidemez, izinsiz karar alamaz, tek başımıza ayakta kalamaz hale gelmişiz. Kendimize
acırız.
Sonra dayandığımız duvarlara, tutunduğumuz dallara bakarız.
Ne kadar sağlam, ne kadar emin olduklarını ölçeriz. Biliyorsunuz değil mi, biz
soyut şeyleri de ölçebiliriz. Hele de yıllarca laboratuvarda ölçümler yapmak,
tekrar tekrar denemek ve hata paylarını bulmak olmuşsa işimiz, aklımızı da
duygularımıza katar varlıkları öyle ölçeriz. Çok hafiftirler, dokunsanız
dağılırlar. Varlıklara acırız.
Zayıf zayıfın halinden anlar. Biz de zayıfız, dayandığımız varlıklar da. Bize de merhamet lazım onlara da. Bir ince hesap daha yaparız, Kitap ona ‘îsar’ der. Mü’min kardeşimin nefsini kendi nefsimize tercih ederiz, biz de muhtaç olsak da. Ne kadar merhamete ihtiyacımız varsa o kadar merhamet ederiz varlığa. Ne kadar muhtaçsak o kadar kollarız yanımızdakini. Biliriz ki hesap bize döner. Bu bir metafizik ilkedir, asla şaşmayan. Merhamet ettikçe merhamet olunuruz, affettikçe affediliriz,kusurları örttükçe örtülürüz, gözel gördükçe güzelleşiriz, hangi tecelligahta bilinmez ama geleni illa Hak’tan biliriz.
Biz kadınlar derin bakarız. Gözlem yaparız. Gözlemimize, duygularımızı, sezgilerimizi de katarız. Bir de aklı selime tutunabilirsek, duygularımızın ateşi uygun sıcaklığa kadar ılınır. Soğuk da olmayız ama kimseyi de yakmayız. Sıcacık bir çay gibi ısıtırız kalbimizi içine bir tutam baharat katarız, kokular çayı uzaklara taşır. Kokular melekleri çağırır. Buna basiret der bazıları. Basiret sadece akılla olmaz, duygular da gerekir eşyanın ardını görmek için. Bir nevi radyoaktif dalga, ya da onun ruhu olan soyut bir mana. Rüyada gördüğümüz göksel gözün basiret olduğunu biliriz. Biz maddeyle mananın aslında aynı şey olduğunu, bir vahidin iki yüzü bulunduğunu, hele bir de bize bir büyük adam “hem onu hem onu” demeyi öğrettiyse hemencik kavrarız.
Gözlemlediğimiz alemde iyi ve kötünün içiçe geçmişliğini
fark ederiz mesela. Önce kendimizde. Kusurlarımızı görürüz, hata ve günahlarımızı,
eksiklerimizi, uzaklıklarımızı. İyiliklerimizi de biliriz. Emeklerimizi,
fedakarlıklarımızı, merhametimizi, affımızı. Kalbimizi biliriz, bir de aklımızı. Nefs-i
natıkamızı sağımıza nefs-i hayvanimizi solumuza alırız. Sonra ötekinin de öyle
olduğunu anlarız. Ve gönül terazisiyle tartarız, iyilikleri ağır basana
kalbimizde asla yok olmayacak bir mekan bağışlarız. Kötülükleri ağır basana
ise, “Kötülük ademdir kardeşim, Allah sana hidayet versin” der, kötülüğün fani
olacağını bir gün kötünün de bizimle aynı çizgiye geleceğini, Hüda’nın O
olduğunu, tüm yolların Ona çıktığını hatırlarız.
Biz kadınlar her ayrıntıyı aklımızda tutarız. Bazılarımız bununla birinin hayatını çekilmez kılar. Bazıları bunu karşısındakinin nefesini kesmek onu kelimelerde boğmak için yapar. Şükür ki hepimiz öyle değiliz. Sevdiğimiz insanların iyi kötü tüm cümlelerini hatırlarız. Onlar unutur biz unutmayız. Bu yüzden söylem eylem tutarsızlıklarını dedektör gibi algılarız. Bu yüzden herkese ailesi gibi davranmayı öğütleyen ancak sıkıştığında ben diyenlere şaşarız. Bu yüzden kolay inciniriz ancak çabuk toparlanırız. Çünkü söylenen bir sözün ‘bir’ değil ‘çok’ olduğunu anımsarız. Her insanın perçeminden tutanın Rabb olduğunu hatırlarız sonra. Herkesin yürüyeceği bir yol, varacağı bir makam vardır. Kimse kimseyi yolundan alıkoymamalıdır. Zaten ardından yürünen Rabb olunca kim kimi yoldan çıkarabilir. Kimse bir diğerini yolundan çevirme kudretine kimse bir diğerini kontrol etme selahiyetine sahip değildir. Kimse kimsenin sahibi değildir. Ancak herkes bir diğerine emanettir, en üzücüsü emanete ihanettir iliklerimizde hissederiz. Biz yolumuz bir makasla ayrılsa da dostlara muhabbetle bakarız, cahillere de selam der geçeriz. Biliriz yolların hepsi Rahman’a çıkar. İncinmişlikler Rahman’a varınca siliniverir. Onu şimdi hatırlamak bile, incitenleri bize affettirir.
Hafızamızı diri tutanın Hafiz olduğunu biliriz mesela. Onun hatıralarımızı da bizi de koruduğunu başka bir koruyucuya muhtaç olmadığımızı, Onun dilerse başımıza meleklerden ordular dikeceğini, bir sözümüzle dostlarımızın koşup gelip dualarla niyazlarla üstümüze kalkan gereceklerini, cevşenler okuyup dokuyup bize “Bunu giy.” diyeceklerini biliriz.
Kimileri bizim merhamete ehil olmadığımızı sanır. Oysa sadece doğurduğuna sadece yakınına ancak hayvanlar merhamet eder. Onların mekanı dardır, zihni dardır, ötesini görmezler bilmezler hissetmezler. Ellerini uzattıkları kadardır merhametleri. Biz sadece kadın olmadığımızı biliriz. Biz insanız. En çok kadından şu olmaz bu olmaz denmesine güleriz. Ne olabileceğimizi ve ne olamayacağımızı biliriz. Bize Rabbin verdiğine şükreder, vermediğine melekler gibi haddimizi bilir “Bizim senin bize bildirdiğinden başka bilgimiz yoktur, Sensin Alim Sensin Hakim” deriz. Beni Âdem olmaya çalışırız. Kadınlık bizim sadece ârizi bir parçamız. Biz ism-i Rahim’den bir gölge iken, Büyük Üstadın diliyle “şefkat kahramanları” tesmiye edilmişken, nasıl olur da etrafımıza şefkatten hâli kalırız? Biz bize güveneni, verdiğimiz sözü, gösterilen özeni, edilen iltifatı, kılıç kuşanıp nefsimizle savaşmamız gerekse bile boşa çıkarmayız. Yaralanırız, yaralamayız.
Eşine merhamet etmek sadece Hatice validemize has değildir, biz onun kademinde yürüyebiliriz. Anne veya babasına analık etmek sadece Fatma validemize has değildir, biz de onun izi üzereyiz. İlim sahibi olmak sadece Aişe validemize has değildir, biz de âlim olabiliriz. Biz onların ancak ayağının tozu olacağımızı da bu ümmetin velileri arasında zikredilecek kadınlar olduğunu da biliriz. Dostluk ve sıdk sadece Hz. Ebu Bekir’e has değildir, biz de güneşli bir hafta sonu eşimiz ve çocuğumuzla gezmek varken, sesi mahzun diye, bir arkadaşımızın derdini dinlemeye, onun mağarasında onun sıkışıklığını ve karanlığını paylaşmaya koşabiliriz. Başımız derde girecek olsa bile risk alıp doğruyu söyleyebilir, sapasağlam durup olası herşeyi göğüsleyebiliriz. Biz de ne kadar yoğun ne kadar karışık olurlarsa olsunlar hislerimizle doğrunun arasını bir yün çilesini ayırır gibi ayırabiliriz. Arzularımızı ahirete tehir edebilir, sabredip bekleyebiliriz. Biz kevserin Hz. Fatma’dan bu yana durmadan aktığını hissederiz. O sonu cennete varan suda, bir damla da olsa var olmak isteriz. Evet, teşbih yanımız ağır basar, biz suretleri hayalleri severiz, ancak hangi mihrapta durursak duralım diz çöktüğümüzde hep Allaha dua ederiz. Biz iyi hesap yapar ve kendimize El- Veli’yi veli ediniriz.
Merhamet bazen tutmaktır, bazen bırakmak. Biz uçmak isteyen
bir kuşun kanatlarını kırmaya kıyamayız. Onu zorla toprağa bağlı kılamayız. Biliriz
kuşlar havada mutludur, toprakta uzun süre yaşayamazlar. Ya bir vahşi hayvan
onları yakalar, ya da göklere bakarkenki kederleri…
Bir kaba hesap yaparız. Bunun için ince hesaba gerek yoktur. Bütün dünyevi dertleri bir çuvala koyarız. Onları pazara götürüp satarız, karşılığında bir dirhem hakiki dert alırız. Daha fazlasını takatimiz çekmez. Böylece artık kimsenin karşısında ağlamayız, kimsenin elini tutmaya muhtaç olmayız, kimsenin ilgisini dilenmeyiz. Onun huzurunda ağlarız, Ona yalvarırız, Ona nazlanırız, Ona şikayet ederiz, Ona mızmızlanırız. Biz istediklerimiz ne kadar sebeplere ve imkana ters olsa da Onun kudretini iyi hesaplarız. “Hazinesi sınırsız olan için istediklerimiz nedir ki?” deriz. Ne istemekten ne ümid etmekten vaz geçeriz.
Biz kararsızlıklarımızı, yanlış seçimlerimizin doğurduğu sonuçların acısını iyi biliriz. Korkarız ama korkunun bizi olduğumuz yere mıhlamasına, yaşamamıza engel olmasına da izin veremeyiz. Her bilenin üstündeki Bilen’i fark ederiz. O Hikmet’e itimad ederiz. Ondan medetle bir yol seçer, bir içtihat ederiz. Kuşkusuz biz de mutlu olmak isteriz, ama mutluluğun bizim değil Onun cebinde olduğunu biliriz. O cömerttir Ona itimad ederiz.
Biz kadınlar babalarımızın, ağabeylerimizin,
öğretmenlerimizin sözlerini iyi dinleriz. Adeta tüm varlığımızla bir kulak
kesiliriz. Bize “nehir gibi ak” derler akarız, “kaya gibi metin ol” derler
sağlamlaşırız. Dölleyici kelam karşısında kadın kadar verimli bir toprak
bulunamaz. Şayet gerçekten aczini, muhtaçlığını, hiçliğini, günahlarını,
cehaletini biliyorsa hiç kimse bir kadın kadar edilgen olamaz. Kendini Faalun
lima yürid’in eline bırakamaz. Kulluk bütünüyle edilgen olmaktır. “Attığımda,
ben atmadım Allah attı” diyebilmektir. Kadınlar Kadir’e iyi kulluk eder, zira
ona ihtiyacını en çok zayıf olanlar bilir. Bu yüzden kudret sadece Hz.
Meryem’de değil aczini bilip dergahı ilahiye döndükleri sürece tüm kadınlar üzerinde mütecellidir. Kadınları
güçlü kılan zayıflıklarının ta kendisidir.
Bir kadın öğretmenlerini iyi dinlemişse ‘en büyük hilenin hilesizlik’ olduğunu bilir. Onun yönetmek, idare etmek, fethetmek, sahip olmak gibi dertleri yoktur. Kendini bilen kadın bunlardan çabucak sıyrılabilir. Ancak Onu vekil edininceye kadar hesap yapar, sonra, hesapların hepsini Seri-ül Hisab’a bırakır. Artık alemde hiçbir şeyle uğraşmaya hacet yoktur. Zaten mecali de kalmamıştır. Hem sonra hesap soracak ne vardır? Kimsenin kimseye hakkı geçmemiştir. Fail sadece Allah’tır. Başımıza ne geldiyse Ondandır. Ondan gelen başımıza taç, alnımıza busedir.
Biz nefsimize uygun gelene “İhsan sahibi Allah’a hamd
olsun”, nefsimize uygun gelmeyene “Her hal için Allah’a hamd olsun” demeyi
severiz. Biz her tecelliye “eyvallah” demeye gayret ederiz. Bazen unutur
yüzümüzü asarız, ama çabuk toparlarız. Bazen içimiz cız eder dudaklarımızdan
bir iniltiyle “ah” dökülür, sonra kıyamayız “yazık” deriz, vazgeçeriz. Olayların ardında Onu görüverince yüzümüz yine
güler. Öfkemiz de şikayetimiz de çarçabuk söner. Gönlün ölçüsü de tartısı da
olmaz biliriz. Sonsuz hesaplanamaz, o kadar sıkleti hiçbir kantar çekmez. Geriye
dağ gibi sevgimiz kalır. Onun yanında yaşanan imtihanlar olsa olsa çakıl
taşlarıdır. Biz herkese varsa hakkımızı helal ederiz. Ne alacaklı ne borçlu
çıkmak istemeyiz. Arınıp Kuddüs’a kavuşmayı dileriz.
“Oku kitabını bugün hesabını görmeden kendi kendine
yetersin” denilecek günde ince hesaplarda boğulmaktan korkarız. Ya hesabı
tutturamazsak o zaman ne olur halimiz? Tuttursak bile hesap yaparken Onu
görmekte gecikiriz. Bir tek buna sabrımız yoktur, Onu mümkün olduğu kadar çabuk
görmek isteriz. Onu görmek tek derdimiz.
Biz bir şeyi ancak Onu gördüysek severiz. Onu görelim de gayrı her şeye
sabrederiz. Bir kere bize bir yerden göründü mü? Sevincimizden tüm mülkümüzü
tablacıya bahşiş diye bağışlayıveririz.
Biz Allah’ı her şeyden çok severiz.
Biz kadınlar iyi hesap yaparız. Hesapsız cennete girmek için
hesabı kitabı çöpe atarız. Onu burda bir görür bir kaybederiz, ancak cennete
girersek daimi seyran edebilir daimi hayran gezebiliriz.
Bizdeki bu aşk-u şevk varken tıkladığımız kapıyı açacaktır,
emniyetle bilir, yakin ile iman ederiz.
19 Ocak 2013 Cumartesi
AFFETMEK
Son zamanlarda Kudsi Nebinin şu sözleri ne kadar da
kulaklarımda çınlıyor. “La tağdab”(öfkelenme). Fesahatine hayran kalarak
zikrediyorum bu hadisi. Aczimi itiraf ediyorum, kusurumu biliyorum. Ben çok
çabuk öfkeleniyorum. Ama neyse ki çok çabuk da affediyorum. Varlığımın
hakikatine vararak kendimi affediyorum. Önce kendimle savaşıma son veriyorum.
Öfkelenebileceğimi kabullenmekle işe başlıyorum. “Öfkelenmek beşeri bir
olaydır, fakat bilahare sakinleşmemek ve affetmemek ayıplanacak iğrenç bir harekettir”
sözüne tutunuyorum.
İnsan kendine yapılan haksızlığı nasıl affedebilir. Güvenine ihanet edilmesini, okkanın altına atılışını, düpedüz iftiraya uğrayışını, sözüne kulak tıkanışını, yumuşak karnından vuruluşunu nasıl affeder? İmam-ı Rabbaninin Mektubat’ında denildiği
gibi, “Yanlış işlerin afv edilebilmesi için, işleyenlerce bunların suç
olduğunun bilinmesi lazımdır. Bu işleri yapanların pişman olması lazımdır.
Böyle olmazsa afv etmek doğru olmaz” , diye mi düşünmelidir? Yoksa İmam bu sözleri
kamusal suçlar, yahut başkalarına yapılan zulümler için mi söylemiş.
Bilemiyorum. Özür dilenmesini ,hatanın anlaşılmasını beklemek çok yıpratıcı bir
süreç. İnsan kendi duygularını bir başkasına endekslememeli, o pişman olursa
affederim demek insanı ötekine bağlıyor. Fıtrat özgürlük istiyor, kimsenin
kayd-u şartı ile bağlı olmamak.
Affedemediğim her insanı sırtımda taşıyorum. Kalbime bir düğüm atılıyor.
Küstüğüm insanlar adedince düğümler. Çektiğimde düğümleri çözüverecek beni
serbest bırakacak bir ip olmalı. Başım ağrıyor, midem bulanıyor, yoruluyorum
kin tutmaktan. Bağrında kor ateşle yaşamak gibi kin tutmak. Kendi iyiliğim için
o ipi çekmeliyim, affetmeliyim.
Düşünüyorum Allah'ın bizi affetmesi de böyle zorlu bir süreç mi? Yoksa biz insanlar zayıf olduğumuz için mi affetmekte güçlük çekiyoruz. Zira affetmek zarar verilemez olana kolay, biz insanlar zarar görüyoruz. Görüyor muyuz? Gerçekten üstümüze fırlatılan çirkinlikler bize zarar verir mi? Ona vermiyor. Öyleyse Ona bakan yönümüzle bize de zarar veremez. Öyleyse Ona bakan yönümüzü çoğaltmak lazım, bene bakan kırılgan yönümüzü ise inceltmek, küçültmek,silmek lazım.
Affetmek bilgeliktir. Öncelikle bizi, incindiğimiz olayın
ardındaki hikmet elini görmeye zorlar. Sonra bizi inciten insana hiç bakmak
istemesek de onu iyice gözlemlemeyi, onun hakkında düşünmeyi, empati
yeteneğimizi sonuna dek kullanmayı, onunla hemhal olmayı gerektirir. Her insana
derinlemesine baktığımızda, içindeki insan-ı kamil çekirdeğini görürüz.
Kemalden çok uzak olsa da, onda tecelli eden güzel isimleri uzaktan uzağa
sezeriz. Onda arızi olan kusurları fark ederiz. O kusurlara düştüğü anı,
ardındaki sebepleri, psikolojik dinamikleri inceleriz. Bencillik yaptığında, kendini temize çıkarıp başkasını suçladığında, hiç zaafı yokmuş gibi kibirlendiğinde, insana değer vermezken aslında insan olan kendine de değer vermeyişini fark ettiğimizde onu anlarız, öncelikle kendine yazık ettiğini anlarız. Acırız. Kendi karmaşasında boğulan insanlar mutlaka başkalarını suçlamazlar, ama suçlayabilirler de. Bu kolaydır. Ona hak
vermesek de, davranışını artık kendimize izah edebiliriz. Ve insan bir şeyin
bilgisine sahipse bu onu üstün kılar. Sizi ezip geçtiğini düşündüğünüz birine karşı, ezilirken bile kötü söz söylemeyişiniz anahtardır, aslında ezilmediğinizi fark ediştir, onu
affetmenizi mümkün kılar. İnsanın yüce tarafıdır bu, bazen şaşılacak derecede en aşağılandığı pozisyonlarda zuhur eder. Allah en yüksek bir neticeyi en süfli bir sebebin eline verir.Öyle ki yapanın O olduğu bilinsin.
Goethe’nin veciz sözünü anımsarsınız hikmetin
koynunda “Hiç kimse, affettiği zaman olduğu kadar yükselemez”. Bir celal tecellisi dersiniz ve eklersiniz celal de cemaldir. İntikam isterseniz celalde kalırsınız. Affetmek celali cemale çeviren anahtardır.
Affetmek rahmettir. Onun, sizin hakkınızı sırtında
taşımaktan kurtulması, daha çabuk ayağa kalkmasına toparlanmasına yardım eder.
Üzerindeki “Ah!” ları bir azaltarak şefkat edersiniz ona. Hz İsa’nın
“Düşmanınızı sevin ” sözünü böyle anlamak gerek. Affederek ona, kendini affetme imkanı
tanırsınız, Allah’ın onu affedebileceğine dair bir umut çakarsınız gözlerine.
Size zulmederken kendisine neler yaptığını, hangi latifelerini öldürdüğünü,
kendini nasıl karanlıklara attığını, kalbine nasıl bir bıçak sapladığını
acıyarak anlarsınız. Allah’tan gelecek afv-u mağfirete ayna olmaya
çalışırsınız. Affın ışığı sizde bir kere yansımaya görsün, ondan sadece
karşınızdaki istifade etmez, siz de istifade edersiniz. Affetmenize bedel sizin
de rahmet miktarınca kusurunuz affedilir. Rahmet sonsuzdur. Rahmetle siz de
sonsuzlaşırsınız. Merhamet ederek merhamete layık olursunuz. Yanlışta olana
edilebilecek en güzel duayı edersiniz “Allah ıslah etsin” diyerek. Beni onu ve tüm müminleri. Çünkü doğru bendedir, ve yanlış ondadır kibrine düşmezsiniz. Çünkü tam doğruyu tam yanlışı, sınavdan aldığınız notu ahirete gitmeden bilemezsiniz. Böylece ona ışık
vermeyi başaramasanız da en azından
ondaki karanlığı kendinize bulaştırmazsınız. Kötülük iyilikle savılmadığı,
karanlık nurla aydınlatılmadığı , hatalar bağışlanmadığı zaman insan kötülüğün salgınından paçayı kurtaramaz.
Afv uzun, siyah kadife bir elbisedir. Önce sizin ayıplarınızı
örter. Sonra affedebildiğiniz ölçüde etekleri uzar. Rahmetin ve hikmetin her
zerresi üzerinde bir inci tanesi olur. Kendisini giyen insana deruni bir
bilgelik, tüm zamanlara, tüm sebeplere bakabilecek bir basiret, yapılan hiçbir
şeyin biz izin vermezsek bize zarar veremeyeceğine dair bir özgüven, bu
özgüvenle de varlıkla kucaklaşma,
insaniyete ilişkin umut, yoluna devam edebilmek için şevk verir.
Üzerindeki inciler eteklerinden dökülür. Döküldükçe insanlar affdan, rahmetten,
hikmetten nasiplenirler. Döküldükçe yerine yeni inciler belirir.Peşinen
ödüllendirilirsiniz her affettiğinizde bu incilerle. Üstelik bakarsınız bugün
affettikleriniz yarın yolda size katılabilir. Çok sadık birer dost olabilir.
Can çıkmadıkça hep ümit vardır. “Kalpler Allah’ın iki parmağı arasındadır,
onları dilediği gibi evirip çevirir.”
Affetmek menfaattir. Kazancı hikmet, rahmet ve mağfiret olan
bir menfaat.
17 Ocak 2013 Perşembe
HAYATIN DÜĞÜMLERİ
Düğümlere üfleyen kadın benim şimdi
Bak içim düğüm düğüm
üflemekle çözülürler belki
her şey nefesten var olur dedin ya hani
“En zor sorular, basit olanlarıdır” derler. Zira hakikat
onların ardında gizlidir. Soruların peçesini kaldırabilirseniz, yahut Mucib
(Sorulara cevap veren) perdeyi aralama izni verirse, hakikatin sade ama
büyüleyici gözlerine, su gibi duru ve okyanuslar gibi derin bakışlarına muhatap
olabilirsiniz."Ben kimim?" "Neyi istiyorum" "Sen kimsin?" İşte böyle dilde hafif gönülde ağır sorular...
Onlar hakikatin kapısını çalacaklar, açılacak mı? Bilmiyorum, ben de bekliyorum.
Onlar hakikatin kapısını çalacaklar, açılacak mı? Bilmiyorum, ben de bekliyorum.
Bilmiyorum, sadece sanıyorum. Dahası inanıyorum. Hakikat basittir. Bir şey ne kadar basitse o
denli hakikate yakın, ne denli bileşik yani eskilerin deyişi ile mürekkepse o
denli hakikatten uzak. Cümlelerimiz de öyle. Benim henüz öyle yalın, sade,
basit cümlelerim yok. Umuyorum bir gün olacak.
El an kafamda, kalbimde yığınla düğüm var, bazıları kör…
Dizlerimde küçük bir kız çocuğu gibi her odaya beraber
taşıdığım kırmızı battaniyem, kucağımda bilgisayarım, aralık
pencereden yağan karı izliyorum. Karda yürüyüş yapanların hışırtıları evde
uyuyanların mırıltıları, bilgisayarın tuşlarının tıkırtıları, komşulardan gelen
televizyon gürültüleri, tüm sesler içinde, yine hakikatim gibi yalnız bir
gecede kendimi arıyorum. Kendimi kar taneleri gibi, gökteki sıcak evimden
buralara düşmüş, üşümüş ve yabancı hissediyorum. Bu şehirde doğdum, burada
büyüdüm, ama her zaman, ve en çok da kar yağarken buraya ait olmadığımı
hissettim. Sanki hep karlı günlerde veda ettim sevdiklerime ve bir kar tanesi gibi düştüm Sevgilinin elinden buraya, gurbete. Ben aslında hiç veda etmek istemedim. Hep tam da "seviyorum" derken kayıp gittim. Ona söz verişim de böyleydi "Seni seviyorum" dedim ve bir baktım uzaklara gönderilmişim. Neden? Ne işim var burda benim? Ne bekliyorsun benden? Nereliyim ben, evim nerde benim!
Ara ırkların, bölünmüş coğrafyaların, parçalanmış ailelerin
çocukları hep benim gibi mi hissederler? Mevcudiyetim Balkanlar’dan, Bereketli
Hilal’den, Kafkaslar’dan, ve dahi Afrika’dan alınan renk renk toprakla
karılmış. Ruhen hiçbir yerli değilim. Ceseden her yerliyim. Dedem hep “nerelisin?”
denildiğinde “Osmanlı’yım” derdi. İnsanlar onun eski güzel günlere vefasından
böyle söylediğini sanırdı. Oysa o gerçekten de Osmanlı’nın tüm müslüman
unsurlarını bedeninde ve kültüründe taşırdı. Bu yüzden seçip hangisini
söyleyiversin, “Osmanlı’yım” derdi. Seçmek ve ‘şuna aidim’ demek zordur. Bazen
de siz bir yeri seçersiniz de o yer sizi seçmeyiverir. Mülteci gibi beklersiniz
kapıda.
Ben ne diyeceğim
şimdi? Osmanlı ve dahi soluğunun eriştiği tüm mekan, üzerime tüm kavimleriyle
yıkılmış gibi, ve tüm parçaları dağılırken ben de bölünmüş gibiyim.
Damarlarımda Arnavut kanı, yüzümde Arap damgası, bedenimde Habeş toprağı, celalimde
Kafkas dağları varken kendimi nerede bulacağım ben? Kendim neredeyim? Birini
seçsem oraya ait hissedebilecek miyim? Ya da benim gibi olmayanlar, bir yerde
doğup ataları da oralı olanlar bu soruya cevap verebilirler mi? Nereliyiz?
Mekansızlık hem bir imkansızlığı hem de bir imkanı
beraberinde getiriyor. Sizi yetim de kılabilir, ruhun derece-i hayatına da
geçirebilir. Beceri imkanı mümkün kılmada. Ey İnayet, meded!
Karşımda basit ve zor bir zoru, ardında bir hakikat gizli, bulabilsem
keşke…
Nereliyim sorusunu cevaplayamadan bir başka soru daha üşüten
bir kar tanesi gibi usulca düşüyor zihnime. Kime aidim? Kendime mi? Birine mi?
Bir babanın dizi dibinde büyümüşler için kolayca cevaplanabilir belki bu soru.
Benim böyle bir lüksüm yok. Belki imkansızlığım imkanın ta kendisi. İnsan
aidiyet hissi ile bir babaya yönelmeye alışmazsa, sonradan aidiyet hissi ile
bir kocaya alışması da zor oluyor. Kimi zaman ataçla tutturulmuş gibi kurulu
bağlarım, kimi zaman kalbim insanlarla düğüm düğüm. Salınıyorum basit sarkaç
gibi biteviye. İnsanlara inanıyorum
kandırılıyorum,insanlara küsüyorum yanılıyorum. Sadece kendimle değil,
öteki insanlarla da başa çıkamıyorum.
Yoksa tüm cevaplar bu köksüzlüğün ardında mı gizli?
Tutunamamalı mı insan yoksa, bağlanamamalı, elde edememeli, eksik kalmalı. ‘Bu
dünyanın kuralı bu’ diyor Aziz Sevgili. ‘Bir şeyi istersen bir şeyi verirsin.
Buna denge denir.’ Bu dünyada her şeyi
birden elde edemezsin. Bir yurt bir yuva edinemezsin. Alışamıyor musun? Uyum
sağlayamıyor musun? Alıştıkların da sana mı alışamıyorlar. Ne güzel!
Yapma! Anlamıyorum. Eziyet bu!
Bir ben miyim böyle
uyumsuz? Bir ben mi tutunamıyorum hayata? Bir tek ben mi düğüm düğüm yaşıyorum
hayatı. Bu varoluş karmaşası bir tek benim mi canımı yakıyor böyle? İnsanlar,
nasıl alışıyorlar bu dünyaya? Nasıl kalplerinin meyilleri ile vicdanlarının
tazibleri arasında kalmıyorlar. Oysa ben tam da bir ateş hattının ortasında
kaldım. Hangi taraf kurşun atsa vurulan hep ben oluyorum.
Ancak dünyaya uyum sağlayamayanlar dünyanın ötesine
varabilirler.Böyle avutuyorum kendimi. ‘Öte’, ne güzel bir söz! Mekanda kendine
yer açmak için birine ‘öteye git’ dersin ya. Dünyada yer açmak için öteye
gitmek. Ya öte diye bir yer olmasaydı, o vakit nereye gidecektik? Gitmek bile
anlamını öteden alır. İyi ki öte vardır ve sonsuzdur. İnsanın ötesi bitimsizdir.
İnsanın ötesi Allah’tır da ondan. Böyle olunca mekanda öte, Ona vusul, insanda
öteki de O oluyor. Ya ben, ben de birine öteki değil miyim? Yoksa ben de mi
O’yum? Öyle ya belki ben de birine Ondan bir dil, bir esin oluyorum. Al sana
bir düğüm daha!
KABUL ETMEK, BENDEN
VE DAHİ ÖTEKİNDEN VAZGEÇMEK NE ZOR!
İnsan eksikliğinden, kusurundan, zaaflarından, arzularından
utanmamalı. Beceremedim, unuttum ya da unutamadım, düştüm, kirlendim. Çamura
bulandım, çamur benim aslım. İnsanın eksikliği nasıl bu dünyanın eksikliğine
muvafık geliyorsa, aynen öyle de insanın nefsen doyumsuzluğu, arzularının
bitimsizliği, ruhen genişliği ve inceliği de semaya uyuyor. Melekut alemine,
göklere, cennete. İnsan ancak dilemek yönünden kemal bulabilir. Kemal duaya
bitişik. Duanın elleri cennete uzanır. Cennet yaprak yaprak dökülür dua edenin
ellerine. Dua, cenneti dünyaya davet etmektir. Cennet davete mutlaka icabet
eder. Eteklerine cennet yapraklarını
toplar insan, ve kusurları cennet
yapraklarıyla örtülür. İnsan dünyanın aynıdır. Kusurlu, eksik, çıplak. Dünyalı
çıplaktır, cennet onu giydirir. Cenneti olmayanın giysisi de yoktur. O
utanmalıdır ancak kusurlarından, tüm kusurları ortadadır.
Dünya ana, cennet baba denir, toprağı dünyadan suyu
cennetten karılı insan. Hoş!
Hayal ederken her hayal hoş, ayılırken her rüya sert bir kahve tadında.
Habeşli büyük büyük annemin ellerini tutar gibi tutuyorum
meşhur Etiopya kahvesini. Kahve, sanıldığı gibi Yemen’den değil Habeş’ten gelir
bu topraklara. Yemen’e de Habeş’ten getirilmiş. Düşünüyorum. Hayatta yapmaktan
en çok haz aldığım şey bu, düşünmek. En güzeli de kahve içerek. Kahve toprağa
benzer en çok. Kara kıtanın kara toprağı, kara insanları, kara bahtı gibi.
İçine toprak çekmek gibidir kahveden alınan her yudum. Kahve rengi , hep hor ve hakir görülen renk. İnsanın karalığını ve münbitliğini nasıl da cem eder toprak. Görünüşte soğuktur, ama size öyle şeyler verir ki anlarsınız kalbi sıcacıktır. Kahve rengi toprağın rengi. Bu yüzden kahverengini seviyorum.
Uyumak istiyorum rüyama geri dönmek. Öyle güzeldi ki hiç uyanmasam iyiydi. Uyumak depresyondur diyorlar. Uykuyu seviyorum. Uyumak
yaşamamaktır diyorlar, ben uykuda da yaşıyorum.Uyumak ölmektir diyorlar,
öyleyse ben, ölmeyi seviyorum.
Babam da öldükten sonra hiç uzun yaşayacağımı düşünmedim.
Şimdi halamın öldüğü yaştayım. Kovaladığım bir şey yok, saydığım saatler de.
Arap olmaktan mı, serseri olmaktan mı bilinmez, hiç ötelemedim ölümü. Serseri
bir yere bağlanmayandır. Dedem babama hep böyle dermiş .Yine, “ehlen ve sehlen” derler ya bizimkiler, bir de
sarılırlar üç kere. Ben de öyle sarılacağım ölüme. Babama sarılır gibi hem de.
Kim bilir belki babam da gelir ölümle. Hayal değil, kuruntu değil, rüyalarımda
sarıldım tam üç kere. Babama değil ölüme. Babama, kim bilir kaç kere…
Yazı yazar gibi
yaşıyorum hayatı. Kalemi tutan elimin üstündeki eli hissediyorum. Yazı yazmaya
yeni alışan bir çocuğun öğretmeni gibi sımsıkı kavramış elimi Rabbimin eli. Her
kelimede ölçüye edebe dikkat etmeye çalışıyorum. Anlamsız söz söylemek
istemiyorum. Kelimelerim muhatabın kalbine girmeli, ve orada bir çekirdek gibi
filizlenmeli. Ben o ağaçları görmeye gidiyorum şimdi. Şimdi ya! Az sonra,
yarın, şimdi. Ne fark eder ki, kelime hepsi. Hayat zaten kocaman bir şimdi. İnsanlara
söyleyecek sözüm yoksa gideceğim elbet. Ben konuşmadan duramam ki, konuşamazsam ve benimle konuşulmazsa orada var olamam ki. Susmak, nazarımda ölmek demek. Konuşmak sevmek demek, tıpkı bülbül gibi sevdikçe konuşurum ben. Sevmek,nazarımda hayat demek. Duymamışlar,
ne önemi var! İnsanlarla konuşmaya devam edeceğim. Allah duyacak kulaklar
yaratır elbet. Kaç kurşun yemiş, kaç yara almış sadrım, mühim mi! Ben Efendim(SAV)
gibi kördüğüm sevdaları taşıyacağım bağrımda. O sevdalarımı pahasından fazla
değere satın alır elbet.
Hatırımda Üstadımı gördüğüm rüya sadrıma şifa gibi. O ışıl
ışıl parlıyor. Bana Arapça hitap ediyor, ışık ondan göğsüme vuruyor, sadrım
ışıyor, göğsüm ısınıyor. Sair yerlerim sönük, ancak göğsüm nurunu inikas
ettiriyor. “Kalbine sevgileri ben koydum” diyor. Diz çöküyorum. Kusurum kadar
çok sevgim var. Rahmet ve af istiyorum ondan. “İnneke Afuvvun Kerimun tuhibbul
affe fa’fu anni” diyorum. Gülümsüyor. Beni seviyor. Günahlarımla kucaklıyor
beni, ışığıyla yıkıyor. Onun yanında günah akan suyun temizledikleri gibi
siliniyor. Bu sevgiler bu dünyaya sığışmıyor Ya Üstad! Onları eline veriyorum
Rahmetin bana en yakın gözesi. Al ve benim için sakla. Onları madem sen koydun
kalbime, hıfzında da yed-i emin sensin
öyleyse.
Bak! Bir mektup gibi,
bir risale gibi tüm hayatım, tek varaklık. Şimdi bilmem ki sayfanın
neresindeyim? Ummadık zamanda ummadık yerlere kıvrıla kıvrıla akıyorum nehir
gibi. Kah yer altında kah yerin üstünde. Kimi zaman yamaçların tepelerinden
bırakıyorum boşluğa gürültüyle varlığımı. Güneş vuruyor, gökkuşağı çıkarıyor
düşüşlerimde. Allah su damlacıkları gibi
yaratıyor sözcüklerimi. Nehir bir yerde biter, deniz başlar. Denizdir Sevgili.
Ona gitmek için coşkun ve taşkın akıyorum şimdi. Sevgiliye söylenecek tüm
kelimeler, özenle aşkla ve titrek ellerle yazılacak. Gözyaşlarıyla ıslanacak
mektubum.
Aşk göğsümü genişletecek, çatlatmayacak, belki sadece
acıtacak.Neyse ki acıya dayanıklıyım.Olur ya hep aradığım ve her şeyden çok istediğim hikmeti aşkta bulacağım. Umulur ki sadece yara açtığı sanılan aşkla tedavi edeceğim tüm yaralarımı. Yaksa da
merhem olacak sağımda, solumda, önümde, ardımda ve dahi üst ve altımda oluşan
fena yaralara. Cihet-i sittem nar-ı aşkla yanacak, mecâzi hakikiye, nar nura
tebdil olacak.
Anlıyorum aşk bildirecek bana kimliğimi, hikmet-i mevcudiyetimi,
Maşuk-u aslîmi. Her yazının sonu, her günün sonu, her yolun sonu Ona çıkacak,
aşka. Aşkla sarılacağım hayata, ölüme ve dahi tüm varlığa.
Dudak bükenlere şefkatle gülümseyerek. Aşk şefkati de
doğurur elbet.
Şahitsin! Halden hale yuvarlandığım bu uzak ve soğuk diyarda, izzetimde de zilletimde de, seni hiç unutmadım.
14 Ocak 2013 Pazartesi
Celal ve Cemalin Buluştuğu Yer Şeria Nehri
Şeria Nehri Nam-ı Diğer Ürdün nehri Filistin ile Ürdün’ün
arasını ayıran bir hattı çizer. Bu nehir kuzey güney doğrultusunda Ölü Deniz’e
yani Lut Gölüne dökülür. Nehir bugün İsrail işgali altındaki Golan tepelerinden
doğar. Tatlı suyu ile bölgenin tek rahmet kaynağı gibidir. Yıllardır akar durur,
ancak döküldüğü yerde yerin dibine geçirilmiş kadim kentin tuzunu bir türlü
gideremez. Sodom ve Gomorre’nin acısını
ne dindirebilir ki? Bu tarafıyla Hz. Lut’u anımsatır bu nehir, onun getirdiği
hakikati, şeriatı, rahmeti. Bu nisbette tatlıdır, bu nisbette havzanın sıcağına
aldırmaksızın asırlarca sabırla çağıldar durur. Ama nasıl Lut, kavmini bir
nebze bile hakikate döndüremediyse adı üstünde Şeria Nehri de Ölü denizi diriltemez.
Bu nehir aynı zamanda Hz. Yahya(as) ile Hz. İsa(as) ın da
karşılaştıkları yerdir. Güvenlik sebebi ile Mısır’dan ayrılan Meryem Ailesi bu
bölgeye gelir ve burada kuzenleri Yahya ile karşılaşırlar. Yahya da artık İsa
gibi babasızdır. Hz. Zekeriya bir iftira akabinde şehit edilmiştir. Bu kısa
karşılaşmada Rabden bir vergi ile birbirlerini tanırlar. Hitapları çok
ilginçtir. Hz. İsa kuzenini görünce güler, Hz. Yahya ise ona şaka yollu
çıkışır, “Niçin gülüyorsun Allah’ın gazabından emin mi oldun?”. Hz. İsa cevap
verir, “Ey Yahya sen niçin gülmüyorsun Allah’ın rahmetinden umut mu kestin?” ve
birbirlerine sarılırlar. Celali temsil eden Hz. Yahya ile Cemali temsil eden
Hz. İsa’nın kucaklaşmasıdır bu.
Hz. İsa Hz. Meryem tarafından yetiştirilmiş Tevrat eğitimi
zikir ve dualar, ahlaki terbiye kendisine bu mübarek kadın tarafından
verilmiştir. Hz. Meryem Kutsal mabedde yetişmiş ve döneminde yetişen tüm
alimleri geçecek miktarda ilim sahibi bir kadındır. Bir hattattır ve oğlunun da
hat hocasıdır. O zamanlarda en çok itibar gören işlerden biri hekimlik diğeri
ise hattatlıktır. Hz. İsa birini anasından diğerini Rabbinden öğrenecektir.
Ancak pek tabiidir ki Meryem hem anne hem baba da olsa bir kadındır ve sebepler
dairesinde bir kadın tarafından yetiştirilen bir erkek Celali değil Cemali
isimlere ayine olacaktır. Hz. İsa’da da rahmet ve cemal egemendir.
Hz. Yahya ise babasının şehadetinden sonra Kudüs’te
entrikaların göbeğinde, zorba ve zalimlerin cirit attığı bir havalide büyümüş
ve bütün bunlar kendisinde Celal isimlerinin ağır basmasına müsebbibdir.
Elbette son tahlilde Müsebbib-ül Esbab olan Allah’tır.
Hz. Yahya’nın Hz. İsa’ya bebekken dahi selam verdiği
söylenir. Bu biat büyüdüklerinde dahi devam eder ve Şeria nehrindeki bize göre
abdest Hristiyanlara göre vaftizle taçlandırılan buluşma akabinde Hz.Yahya’nın
Hz. İsa’yı müjdelemesi ve onun mesajını tebliğ etmesi ile hayatının sonuna dek
devam eder. Buradan benim nacizane anladığım şudur ki; Hz. İsa bir rasul olarak
Hz.Yahya nebiden ne kadar büyükse, İsm-i Cemal dahi İsm-i Celal’den o kadar
büyüktür. Bunun bir diğer ifadesi Rahmetin gazabı geçmiş oluşu, merhametin adaletin
önünde gidişidir ki bu herkesçe malumdur.
Yine bu iki peygamberin aynı döneme denk gelen hayat-ı
seniyyelerinde gördüğümüz bir diğer
husus da Hz. Yahya’nın ismi gibi hayata Hz.İsa’nın ise ölüme işaret
etmeleridir. Hz. Yahya’da bariz olarak Hayat unsuru, dünyanın ahkamı şeriata
uygun olarak yeniden düzenlenmesi, Musevilerin Tevrat hükümlerini hayata
geçirmeleri, Kralın zorbalıklarının hedef alınışı, fakirlerin vaziyetlerinin
düzeltilmesi var iken, Hz. İsa’nın sır olan ölümü yahut göğe ref’i gibi,
ölüleri diriltmesi, hastaların iyileştirilmesi, vurgusunun ahirete olması,
insanlara Dünya Krallığı değil Göksel Krallığı ve cenneti işaret etmesi, dünya
hayatına ilişkin alakasızlığını zühdü ile de açıkça göstermesi, Ben-i İsrail’i
dünyada rahat etmeye değil, ahirette rahat etmeye yönlendirme gayreti ile ölüm
vurgusu yapageldiği açıkça görülmektedir.
Buna karşın Hz.Yahya’nın hayatın ve kavminin içinde olduğu
duruma bakıp kaşlarını çatışı, düşünceli ve kederli tavrı, Hz. İsa’nın ölümün
elinden tutuşu ve gülümseyişi manidardır. Hayat ağlar, ölüm güler. Dünyaya
bakan göz kederlenirken ahirete bakan göz neşelenir. Celal ürpertir Cemal aşık
eder.
Bu iki nebinin bir aileden ve aynı zaman diliminde yollanışı
ise bize Celalin Cemale, Hayat’ın Ölüm’e muhtaç olduğunu anlatırken bir
taraftan da Cemal’in Celali kuşatışı gibi, sevginin korkuyu, bastın kabzı,
ölümün de hayatı kuşatması ve onu anlamlı kılması hakikatinden bahsetmekte
değil mi? Öyle ise Yahya’nın İsa’yı müjdelemesi gibi hayatımız da bize
ölümümüzü müjdeler, ve selam verir hayat ölüme, zira ölüm Efendidir. Ölüm
tamamlayandır. Yaşamak iki ayak üzerinde serbestçe dolaşmak dahi olsa ölmek
kanat takıp uçmaktır. Haddi zatında göğe çekilmedir, yücelmedir, ref’dir. Bu
sadece Hz. İsa’ya mahsus değildir, tüm İsm-i Cemal mazharı müminler kanat
büyüklükleri nispetinde semaya yükselecektir.
Mikail’in ameline anlam katan Azrail’in amelidir. Cemil olan
hayat değil ölümdür. Hayat ise dağdağasıyla en müttaki olanlar için dahi
firakın acısıyla, gurbettir, sürgündür bir Celal tecellisidir. Bu yüzden
insanların ekseriyetinin zannettiklerinin aksine Mikail’in bu evrende tecelli
eden İsm-i Cemili tesbihinden daha ziyadedir Azrail’in İsm-i Cemil zikri. Ve
hiç şüphesiz berzah bu dünyadan daha geniş, daha ferah, daha güzeldir. Dünya
Mikailin kanatları altında dursa da. Berzah alemi Azrail(as)’ın hükmü altındadır.
Bu iki meleğin ve bu iki peygamberin temas ettikleri yer Celalle Cemal arasında
Hayatla Ölüm arasında, Şeria Nehrinde bir yerdir. Nehir zahirde ne olursa olsun
batında her zaman hakikattir, su her zaman vahye işarettir. Nehir kendini bir
denize bırakır, deniz ise şüphesiz tüm isimleri cem eden diyar-ı ahere,
hassaten de mahşer meydanına remzdir, orada ise makamın Yüce Melek İsrafil’e
geçtiği görülecektir. Zira o hem hayatı hem ölümü birlikte bağrında taşıyan
celalle cemali, yok oluşla dirilişi, azap ve rahmeti cem edendir. Cem’den sonra
fark vardır ya orası da cennet ve cehennemin ayrıldığı yerdir.
Benim hayalimin takati oraya yetişmiyor.
Benim hayalimin takati oraya yetişmiyor.
10 Ocak 2013 Perşembe
AH BENİMLE BİR KONUŞSA…
Gece saat on. Sahildeyim. Ne işim var burda. Bilmiyorum…
Atıverdim kendimi sıcak ve aydınlık evden, soğuk ve karanlık
sokaklara.
Neden?
Bazen yapmak bilmenin önüne geçer. O dem şimdi.
Arabayı bir yere park etmeliyim. Ama her yer araba dolu. Bir
tek boş yer yok, dolanıyorum, dolanıyorum, tuhaf ki bu boşluk bulmak için sokak
aralarında dolanıp durmak hiç canımı sıkmıyor. Hiç acelem yok. Yetişeceğim bir
yer de. “Kafamın içi de sokaklara benziyor” diyorum kendi kendime, “bir boş yer
bulasın da bir soluk dinlenip durasın. Nerde…”
“Alemde boşluk yok” diye mırıldanıyorum inanmaya çalışarak.
Sahildeyim. Rüzgar haşin esiyor. Sanki suratıma birşeyler
haykırıyor, ne bulduysa üstüme fırlatıyor. Lodos deniz ulaşımını iptal edince,
deniz de kapkaranlık. Dalgalar ara ara büyük bir şiddetle kıyıya vuruyor.
Korkmuyorum. Sadece hayret ediyorum. Dalgalar içimdeki öfkeye ne çok benziyor.
Yerler ıslak, pantolonumun paçaları sırılsıklam oldu, olsun.
Üşüyorum, olsun. Yerlerde dalgaların fırlatıp attığı öbek öbek yosunlar. Durup
onlara bakıyorum. Yosunlarla bir ünsiyet peyda ediyorum ki sormayın. Sanki beni
de biri bu karanlık sahile, celalli bir dalga ile fırlatıp atmış. Yosun
oluyorum.
Ne yosunlara acıyorum, ne kendime. İkimizde olmamız gereken
yerde değiliz, onlar denizde ben evde.
Belki de tam olmamız gereken yerdeyiz. Yosunların nasıl
aciz, nasıl sefil, ve yere sürünerek yapışan tabiatta olduklarını görmek ancak
deniz onları fırlattığında mümkün oluyor. Beni de içimden taşan celal tecellisi
evden dışarı fırlattı ya. Ben de betona yapışmış gibiyim şimdi. Yosunları
görmeye geldim demek ki. Kendimi…
Boşluk yok anladım da gerçekten her şey olması gereken yerde
mi?
Yürüyemem daha fazla. Attım kendimi bir banka. Karanlıktakine
değil, şu sokak lambası altındakine. Biraz ışık gerek bana. İçimin karanlığına
sokağın karanlığı eşlik edince kat kat karanlıkta karabasanlar çöküyor üstüme.
Gece sokakta bir kadın, ayaklarını toplamış ellerini ceplerine sokmuş, boş boş
ötelere bakıyor. Bir şeyi kaybetmiş gibi, sanki kaybettiği denizin içinden
çıkıp gelecekmiş gibi.
Eskiden de böyle birini bekler gibi bakardım denize.
Bostancı’da iskelenin çapraz karşısında otururduk biz. Evimiz denize bakardı. O
zamanlar da böyle lodos patlardı. Sahil yolu yoktu çocukluğumda. O vakitler
lodos patladı mı neredeyse evimizin camlarına vururdu deniz. Evin önündeki
küçük yola da yosun parçaları fırlardı şimdiki gibi. Deniz sahili yutardı.
Sanki bizi de yutardı. Hepimiz deniz olurduk.
Bir de lodosa Vedat amcanın küçük balıkçı teknesinde
yakalandığımız zamanlar vardı. Vedat amca ve Nesrin teyze annemin çocukluk
arkadaşları, ikisi de eski Bostancı’lı. Vedat amca balığa çıkardı, bizi adanın
bir yerine bırakırdı. Biz yüzerdik, o balık avlardı. Bana tuttuğu balıkların
tek tek isimlerini sayardı. Dönüş yolunda bazen lodos patlardı. Sandal beşik
gibi sallanırdı. Başımızın üstünden geçerdi dalgalar. Annem beni teknenin
dibinde bir yere oturtur,ıslanmıyim diye üstüme daima sandalda bulunan bir
battaniyeyi örterdi. Ben başımı çıkarır dalgalara bakardım. Dünya deniz olurdu.
Ben hiç korkmazdım.
Belki de bu yüzden içimde her lodos patladığında Bostancı
sahiline gelirim. Artık denizden uzak evim. Ama burası benim evim. On sekiz
yaşına kadar burada bu denizin dibinde yaşadım ben. Denizi ne halde olursa
olsun severim. Varlığı ne halde olursa olsun sevmeyi denizden öğrendim.
Beklemeyi ve bir an sonra ne olacağını bilmemeyi.
Lodosu seversiniz. Ama bu dalgaların yüzünüze çarpan ve sizi
sarsan bir varlık tecellisi olduğu gerçeğini değiştirmez. Kabz halleri bast
halleri gibi sevilmez. Başka türlü bir şeydir celali sevmek. Her gelişi kavga
ve gürültü getirse de babanızı sevmek gibi. Denize bakıp babamı bekliyorum
yine. Sanki denizden gelecekmiş. Deniz içinde her şeyi verebilecek bir kudret
saklarmış. Bildik bir bekleyiş.Tanıdık bir hayal. O gelmeyecek. Onu getirmeye
denizin bile gücü yetmeyecek.
Bağırsam rahatlar mıyım?
Kimse de yok. Bir kabustan uyanır gibi bir çığlık atsam. Ses tellerimi kesmemiş
olsalar bağıracaktım. Bağıramadım. Ses tellerimi kestiler benim. Ama acı olduğu
yerde hala. Celal tecellilerinde bağırmanız gerekir. İçinizden yahut
dışınızdan. Uymalısınız kainatın patlayışına, siz de patlamalısınız lodos gibi.
Ama tek bir kanaldan tek bir yoldan bağırabilir insan. Yol kapalı, boğazım
tıkalı…
Sesim çıkmasa da içerden bağırıyorum, kimse içimden bağırma
hakkını elimden alamaz çünkü. Ben sesimi çıkaramadığım gibi hiçbir şey de
konuşmuyor. Fenalık veren sessizlik var her yerde. Fenalık veriyor, çünkü her
şey içten bir feryat ediyor. Dilsiz bir çığlık. Saç yoldurur bir hırslı keder. Sözcüklere
dökülemez.
Ona sesleniyorum içimin gürültüsünden. Konuş! Bir kelimen
bana hayat verecek. Yahut bir işaret ver. Bir alamet. Beni duyduğunu belli et! Şimdi
burdaki varlığımı sen olmasan kim bilecek? Acımı dilsiz sessiz kim hissedecek?
Çok yorgunum.
Bazen insan hayattan istifa hakkını kullanmak istiyor. Bazen
bir saat için çekip gitmek, bir saat feryat etmek, bir saat sayıp sövmek
istiyor. Yüz yılın başaramadığını bir saat başarabilir mi? İnsan acıyı zamana
yaymazsa, bir saate teksif ederse ondan çarçabuk kurtulabilir mi? Bir saatlik
hürriyetim var benim. Yalnız bir saat kendim olabilirim. Bir saat, yalnız…
Ona ‘Beni buraya niye fırlattın, niye beni burda bıraktın!’
diye haykırmak istiyorum. Satırlara saçma sapan şeyler yazma hakkını kullanıyorum.
Dilsizlerin dilidir harfler. Harfleri fırlatıyorum ben de sesimin duyulmadığı
boşluğa. Öfkeli ve yırtıcı bir hayvan olma hakkını kullanıyorum. İnsanın her varlık katmanına bürünebilmesi
güzel. Bazen yosun, bazen dalga, bazen hayvan. Şu halde akıl da hikmet de tası tarağı toplayıp
gidiyor. O zaman üşürken bile hasta olmaktan endişe etmiyorum. Ya da karanlıkta
başıma bir iş gelmesinden. Ötede çimenlerde kıvrılıp yatmış iki sokak köpeği
kadar umursuyorum fırtınayı. İçime kıvrılıyorum onlar gibi. Baş tarafıma
umursamazlığı, arkama öfkeyi alıyorum. Hiçbir taşa tekme atmıyorum. Hiçbir yeri
yumruklamaya kalkmıyorum. Öfkemin nesnesi tekmeleyebileceğim yerde değil çünkü.
Bu yüzden kimseye haksızlık etmek istemiyorum.
Kendinize öfke ile aldırmazlık arasında salınma hakkı
tanırsanız rahatlıyorsunuz.
Bu an varlık denizinde de Ona ‘ne yaparsan yap’ dediğiniz
an. Kahrı ve lütfu şey-i vahid bildiğiniz bir an. Celali cemal gördüğünüz bir
an. İsyanın Onun dizi dibinde hıçkıra hıçkıra ağlamaya döndüğü an. Hiçbir an
Ona bu kadar çok ihtiyacınız olduğunu hissetmediniz. Bu an tek. Biricik. Bu an
en fakir sizsiniz. Onun fakiri…
Ağlayıp göğsünü de yumruklasanız, o sizin sevgiliniz.
Ve o zenginliğini
açıyor. Onun göğsünde öfkeniz dinginliğe dönüşüyor. Ancak onun kavrayışı
soğurabilir öfkenizi. Sizi celalle de olsa tutmuş iyi ki bırakmıyor. Halinizi
anlamaya başlıyorsunuz.
Aslında tüm sıkıntı insanın enfüsü ile afakının
uyuşmamasından. Yerli yerinde olmayan şey de bu.
Şimdi biliyorum evden neden çıktığımı. İçim evdeki huzurlu
ortama değil, bu deniz kenarındaki karanlık ve ürkütücü ortama benziyor da
ondan. İç dışa uyum sağlayınca sorun kalmıyor. İnsan ait olduğu yere doğru
sürükleniyor. Dinginliği fark ediyorum. Dinginliğin iç ve dışın aynı olmasından
kaynaklandığını…
Bana feryadımı dindiren bir sekinet veriyor. Rüzgar bile
şimdi daha bir tatlı esiyor.
O benimle konuşuyor
ya, artık düzelir her şey.
Eve dönsem iyi olacak. Hayatı yeniden omuzlasam iyi olacak.
Şu istifa kağıdını bir dahaki patlamaya kadar yırtsam iyi
olacak.
SEVENİN İSMİ YOKTUR
Şeyh-i Ekber sevenin özelliklerini anlatırken bir yerde
“Sevenin ismi yoktur” buyurur.
Sevenin ismi yoktur, o sevdiği kendisine ne ile hitap ederse
odur. Ona nispetle ifade edilir, onun adıyla anılır. Bu yüzden ona en çok
“Allah’ın kulu” denilmesinden haz alır. O niteliklerden soyunmuştur. Sevdiğinin
niteliklerini giyinir. Bundan başka bir giysisi yoktur.
Sevdiği ona ‘cömert’ diye hitap ederse o ‘cömert’ olur.
Sevdiği ona ‘merhametli’ derse merhametlidir. Onun sözü kündür. Oldurur. Onun
nefesi olmadan o yoktur. Hiç birşeyi de yoktur. Adını anmasa yüzüne bakmasa,
onu zikretmese hiç olur.
Sevenin bir özelliği, sürekli sevdiğiyle meşgul olmaktan
kavuşma ile ayrılığı ayırt edemeyişidir. O daima sevgilisini müşahede eder. Her
yerde her şeyde onu görür.
Sevenin bir özelliği de, adap ile yükümlü olmayışıdır. Adap
ile yükümlü olan akıllıdır. Sevenin aklı yoktur, o daima hayrettedir. Öyle ise
seven kendisinden çıkan davranıştan yükümlü değildir.
Sevenin bir başka özelliği, niteliklerin iç içe girmesidir.
Seven sevgilisiyle birleşmek onun iradesine uymak ister. Ondan ayrı kalmaya
öyle dayanamaz ki, onun niteliklerini giyer, o olur. Böylece kendinde onu
görür. Özlemi bir parça teselli bulur.
Seven itiraz etmez, o sevdiğinin elinde ölü gibidir. Sufiler
derler ki iki canlı kuş birbirine bağlansa uçamaz, ancak kuşlardan biri ölü
olursa canlı kuş onu uçurur. Seven sevdiğinin kanadında bir ölüdür.
Sevenin bir vasfı, teraziden çıkmış olmasıdır. Hikmette geçerli
teraziye göre davranmak doğru düşünmeyi gerektirir. Seven ise oluşu idare
ederken bir fikre sahip değildir. Onun yegane işi sevgilisinin zikriyle
ilgilenmek, Ona yönelmektir. Böylece kendisinde hayal ifrata ulaşır. Böyle bir
insan ölçüleri bilmez.
Bunun için bir hikaye anlatırlar, bir derviş yolda giderken
bir genç kızla karşılaşır, kızın elinde bir sepet elma vardır. Kız elmaları
sevgilisine götürmektedir. Derviş sepette kaç elma olduğunu sorar. Kız taaccüp
ederek dervişe bakar. Şöyle cevap verir: “İnsan hiç sevdiğine götürdüğü
elmaları sayar mı?” Bunun üzerine derviş tesbihini koparır.
Sevenin bir alameti de kendisinden sevgilisinin aynı diye
söz etmesidir. Çünkü o sevgilisinde yok olmuştur. Başkasını görmez. Allahın
kutsi hadiste kulunun “gören gözü işiten kulağı …” olması bu kabildendir.
Seven yorgundur. O kendinden çekilip alınmıştır. Sesi
çıkmaz. Neden diye sormaz. Sevdiğinin kahrına da lütfuna da katlanır. Sevgili
ona ilgisiz kalmadıkça, kahır da lütuf da bir tecellidir, alaka kurma
biçimidir. Sevgili memnun ise seven memnundur.
Onun uykusu yoktur. Ayrı olsa gam tutar, huzurda olsa
heyecan basar. Baş gözünü yumsa hayalde seyre dalar. Kat kat rüyalarda hep ona
bakar. Sevgili onun göz bebeğine yerleşir, göz kapaklarına takılmıştır hiç çıkmaz. O göz gayrı kimseye
bakmaz.
İbnül Arabi sevgiyi üçe ayırır. Beden sevgisi yahut doğal
sevgi, bir şeyi kendi için sevmektir. Kendi istek ve arzularına ram oldukça
sevmeye devam eder. Kendi ile çelişirse sevmek nefrete inkılab eder.
İkincisi ruhsal sevgidir, bu sevdiğinin zatını sevmek, onun
niteliklerini sevmek, onu olduğu gibi kabul etmek, olduğu gibi beğenmektir.
Ruhsal sevgide kişi sevdiğinin bir tek ayrılık iradesini sevmez, ayrılık
ızdıraptır. Ancak sevdiğine güvenir, ayrılık sevgili için iyiyse seven için de
iyidir. Yeter ki sevgili iyi olsun. Seven ayrılığa katlanır.
Bir de ilahi sevgi vardır ki burada seven sevdiğinin yüzünde
ilahi tecelliyi görür. Onun niteliklerinde bir bir Onu okur. Sevdiği Allah’a
bakan bir pencere olmuştur. Pencereyi kaybetmek istemez, ama asıl sevdiğinin
Allah olduğunu bilir. Sonra kendisine sevgilinin tecelligahında talim edilen
sureti sair eşyada da görmeye başlar, belki hiç biri sevgilideki gibi temerküz
etmiş değildir, bir boz yapın parçaları gibi dağılmıştır, ama onları tek tek
toplar, Hakkın suretini seyreder. O zaman anlar, Hak tecelligahını nereye kurarsa
o ayaklarının gücü yettiğince oraya koşacaktır. Onu görmeden bir dakika
bile duramayacaktır.
Sevenin bir özelliği de perdesinin yırtılmış, gizlisinin
açığa çıkmış gizlemek bilmeyen ‘zamanın rezili’ olmasıdır. Sevgi her perdeyi
parçalayan her sırrı ilan eden bir zorbadır. Onun çığlıkları yükselir, ibret
aldığı işler ard arda gelir. Sevdiğinin yüzünü gördüğü her yere ilan nameler
asar. Sesini işittiği her an hava-i fişekler patlatır. Onun adını sadece
göklere değil, tüm varlığına yazdırır.
Seven arifi anlatırken
şöyle derler. O sevdiğiyle bir an birlikte olmak için tüm ilmini bila tereddüt
verir.Bir mürid bir kitap yazmış, şeyhine adamış, öyle çok şey yazmış ki
yazdığını pek beğenmiş, bir yere bakarken şeyhini hatırlamış, bir ah çekmiş. O
sayfa simsiyah kesilmiş. Şeyhi kitabı almış, bakmış, siyah sayfayı tutmuş,
bütün kitap bu sayfadan ibarettir buyurmuş.
Sevgiye uykusuzluk, hastalık eşlik eder. Seven konuşursa da
anlaşılmaz bir şeyler söyler. Onun dilinden yalnız sevgilisi anlar. Gamları ard
arda gelir, tasaları sürekli artar. Onun sustuğunu görenler safada sanırlar.
Ancak acı bazen şiddetini öyle arttırır ki insan dilsiz kesilir. O bir gün bile
sevdiğine “Nedir senin yüzünden bu çektiğim?” demez. Sevdiğini gücendirmez, hiç
kimse de gücendirsin istemez.
Sevdiği ona “Dilediğini seç!” diye nida etse, O “ Dilediğim
senin dilediğindir, benim bir dileğim yoktur” diye cevap verir. Sevgi, vecd,
özlem ve keder tek bir hakikattir. Bunlar otoriteleri altında bulunan kimsede
hüküm süren niteliklerdir. Seven bunlara rağmen sevmekten pişman olmaz. Belki
de gönüllü yanılan tek ateş sevginin ateşidir.
Sevgili sevenin kanına işlemiştir. Bunu anlatırken Şeyh,
Hallac’ın kanının aktığında yerde Allah yazdığını, Züleyha’nın akan kanından da
Yusuf’un adının okunduğunu söyler. Kulağa ne kadar poetik gelse de anlattığı hakikat tartışılmazdır. Sevgi sevenin kimyasını mizacını değiştiren bir iksirdir. Sevgilinin elinden içilir, içilen sevene, sevilene göre mahiyet arz eden herkese farklı kokularda renklerde sıcaklıklarda sarhoşluk derecelerinde sunulan bir içkidir. Kimini büsbütün baştan çıkarır, kimini hafif çakır keyif kılar.
Kanaatimce birini sevdiğini iddia edenin sevgisini yukarıda
sayılanlar ile ölçüp iddiasında samimi olup olmadığına bakması gerekir. Öyle
bir zamanda yaşıyoruz ki, seviyorum diyenlerin ekserisi bedensel(doğal) sevgi
ile yalnız nefsi için seviyor. Büyüklere göre bu tür sevgi hayvanlarda da
bulunuyor. Sonra bazıları, bize bu hayvani sevgiyi aşk diye tarif edip, bizi
ondan sakındırıyorlar. Ne yapsınlar bu zamanda bundan mebzul miktarda var, ve
en çok onların gürültüsü geliyor. Ruhani ve ilahi sevgiyi ise mumla aramak icab
ediyor.
Ancak mumla da olsa, karanlıkta da olsa böyle bir sevgi
aramaya, peşinden bir ömür koşmaya değer.
Hele bir de o sizi gelip bulduysa.
Kovanınız yağma olsun!
Fütuhat-ı Mekkiye 8. Cilt, Sevenlerin Nitelikleri, bir kısmı
alıntıdır, bir kısmı okuduklarımdan benim payıma düşenler, anladıklarım,
hissettiklerim.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)