28 Şubat 2013 Perşembe


HAYATLA ÖLÜM ARASINDA BİR ÇİZGİ : NİL


Uzaklara gitmek ölmek gibidir.

Bulunduğun şehirden çıkıp başka şehirlere dilini bilmediğin başka coğrafyalara gitmek bana her zaman ölmüşüm hissi verir.Yaşam koşulları içerisinde olmazsa olmaz zannettiğiniz şeyler burada anlamsızlaşır.

Yatağınızdan başka yerde uyuyamayan huysuz nefsiniz burada homurdanmaktan vazgeçer. Üzerinize giydiğiniz kıyafet örtme ve ısıtma işlevi görüyormuş, sizin kimliğinizin imajınızın bir göstergesi değilmiş anlarsınız. Adını bilmediğiniz hatta telaffuz edemediğiniz yemekler yersiniz. Memlekette burun kıvırdığınız şeyler orada size tatlı gelir. Nimeti fark edersiniz. Dört beş günlük seyahatte ne yediğinizin bir önemi yoktur. Maksat doymak ve hastalanmamaktır. Yeme içmeyle, televizyonla, internet sörfüyle zaman kaybetmez kaldığınız otelin kaç yıldızlı olduğuna aldırmazsınız. Çünkü oraya gece geç saatte gider, sabah erkenden dışarı fırlarsınız.

Gezilecek görülecek yerler vardır. Dinlenecek hikayeler vardır. Alınacak ibretler vardır. Takip edilecek tarih izleri vardır. Sizin maksadınız budur, orada bulunuş sebebiniz de öyle. Bunu aklınızdan çıkarmazsınız. Az uyur, çabucak yer ve tüm enerjinizi maksadınıza temerküz edersiniz. Aslında tüm hayatınızda yapmanız gerektiği gibi.

Herkes seyahatlerinden kendine özel semboller seçer. Ben Nil’i seçtim. Eski Mısırlılar Nile taparlarmış. “Hayatın kaynağı Nil’dir.Yaşam Nil’de başlar” derlermiş. Bu arada büyük tanrıları güneşi de unutmaz. Nil’in doğusunu, yani güneşin doğduğu yeri hayata, batısını yani battığı yeri de ölüme ayırırlarmış. Nil’in doğusuna şehirlerini imar etmişler, tarlalarını buraya yapmışlar, batıyı da mezarlıklara ayırmışlar.

Ölüm vadisi, Sakkara, öyle bir vadi ki insana hakikaten ölümü hatırlatıyor. Bir çöl  ki üzerinde ne bir ot, bir diken bitiyor, ne yılan, ne de akrep yaşıyor. Kül rengi gri bir toprak, göz alabildiğince uzanan sonsuz grilik insana boşluk , hiçlik hissi veriyor.Tüyler ürpertici. Bir korku filmi platosunu andırıyor adeta. Piramitler ve sıradan insanların mezarları. O zamanlar ölüme hayattan daha çok önem verilmiş olsa gerek ki, kalan tüm eserler ölülere ait, tüm  izler de ölümün izleri.

Mezarlarına neler koymamışlar ki, erzak, silah, at arabası, mücevherler, parfümler, duvarlarda mevtanın hayat hikayesini anlatan kabartmalar, ölüme hayat rengi verebilmek,son bulan göz nuru cana nefes aldırabilmek için her şeyi denemişler.Çabalamış, insan eliyle yapılabilecek olan her şeyi yapmışlar. Ama yine de ölümün egemenliğine direnememişler.Yenilmişler. Hem de birer birer değil tüm bir medeniyet olarak ölmüşler. Belki de onlar bu piramitleri Haman’a yaptırırken, Allah’a ok atıp meydan okurken zaten ölmüşlerdi. Sanki Allah Firavuna “Bugün senin sadece cesedini kurtaracağız” derken bunu kastediyor. Sadece maddi olanın korunduğu, materyalizmin zirvesi bir medeniyet. Her şey taş kesilmiş. Yahut ben o cesetler medeniyetinde bunu hissettim.

Nilde ismi Hayy öyle cıvıl cıvıl tecelli ediyor ki. Cennet nehirlerinden denilmesi de bundan herhalde. Bütün Mısır topraklarının sadece yüzde sekizi yerleşime açık, o da sadece Nil kıyısından ibaret. Ona “Cornice al Nil” diyorlar. Nil sahili. Muhteşem bir sahil. Nil yeryüzündeki nehirlerin sultanı olsa gerek.

 Hayran olduğum Nil kıyısında, Nil deltasında portakal yetişiyor. Araplar için portakalın önemi büyük. Portakallar her yerde, her öğünde yeniyor, her köşe başında portakal satılıyor. Seyyar arabalar portakal taşıyor.Yaz kış portakalla haşır neşir olmaktan  fıtratları da portakala benziyor. Rahatlatıcı, ferahlatıcı, ve sağlıklı ve renkliler.

Efendimizin portakal benzetmesini Kuran okuyan mümin için yapıyor. “Kuran okuyan mümin portakala benzer kokusu da tadı da güzeldir”.  Mısırlılar çok güzel Kuran okuyorlar. Çok da iyi insanlar. Neşeliler fakirliklerine aldırmıyorlar. Güler yüzlüler. Misafirperverler. Sizi bildikleri tüm Türkçe kelimelerle ağırlamaya hoş amedi etmeye çalışıyorlar. Trafikleri tam bir keşmekeş, arabaların tamamı vuruk olmasına karşın, trafikte bile hiç kavga etmiyorlar. Portakalları, kahveleri ve Nilleri onlara yetiyor. Dünyanın en zengin insanları gibi davranıyorlar. Keşke biz de bu kadar tok gözlü olabilsek…

En çok hoşuma giden de bize, yani eşlerimize Osman Bey demeleri oldu. Onlar için Türkler Osman bey. Bunu hem Osmanlı Devletine hem de Hz Osman’a bizi nisbet ettikleri için söylüyorlar. Mısırda ismi Hayy sadece Nilde değil tüm şehirde, tüm insanlarda tecelli ediyor herkes erkenden kalkıyor, büyük bir hareketlilik, büyük bir telaş, büyük bir devinim var, tüm Kahire’de. Şehir sizi biraz dağınık, oldukça bilge ve alabildiğine şen şakrak bir hatun gibi karşılıyor. Mısırlı kızlar gibi. Herkes sürekli bir yerlere koşuyor. Ama koşarken size gülümsemeyi ve Ya Sadiyk Türki demeyi unutmuyorlar,Türk arkadaşım.

Elbette gördüklerimiz arasında sona bırakılması gereken, ağzımızda onun isminin tadıyla veda etmeyi istediğimiz  biri vardı. Biraz buruk, biraz kanlı bir tad, ama yine de güzel bir tad bırakıyor Hazreti Hüseyn ağızlarımızda. Kahire’nin merkezinde El Ezher’in karşısında  İmam Huseyn mescidini görüyorsunuz tüm vakarıyla. İmamın kabri burada. Mübarek bedeni burada yatıyor, başı hariç. Onun Şama gönderildiği söyleniyor, adı büyük İmamla aynı sayfada anılmaması gereken melunun görebilmesi için . Orada defnedilmiş mübarek başı. Dua ediyoruz mübarek İmamın mübarek ağabeyine , canımızdan aziz babasına, cennet sultanı anasına ve  dedelerin en güzeli Efendimize.

Burada Efendimizi ilk kez bir dede olarak tasavvur ediyorum. Hep genç hayal ettiğimiz O İki Cihan Serveri  dedelerin en şirini oluyor gözümde. Bir yönünü  daha öğreniyoruz Efendimizin.Ve her güzel şeyin bitimi gibi Mısıra da Ona salatu selamla veda ediyoruz.

Bir gün bu hayata da aynı şekilde veda edebilme umuduyla.

Mona İSLAM



27 Şubat 2013 Çarşamba


BİLAD-İŞ ŞAM NOTLARI 6

Şam’a veda, gök bizi ağlayarak uğurluyor…

Bugün Şam’a veda günümüz. Bir grup Türk öğrenci ile de görüşüp tanıştıktan küçük moral desteklerle onlara umut verme çabasından sonra gidiyoruz işte. Bu sözünü ettiğimiz arkadaşlar başörtüsü mağduru olup şerri hayra tebdil etmeye ve Arapça öğrenerek burada eğitim yapmaya gelmiş arkadaşlar. Biraz sıkıntılılar. Hem zorlukla içinden geçtikleri durumun yeterince takdir edilmeyişinin, canım başınızı açıverseydiniz söylemlerinin, anlaşılmamanın üzüntüsünü yaşıyorlar. Hem de Şam’a gelmeyi seçtikleri için Avrupa’ya giden arkadaşlarının yanında ikinci sınıf muamele gördüklerinden şikayetçiler. Demek dindarlarımız bile Arapça öğrenimini önemsemiyorlar ne acı.

Oysa bizim Arap Dili ve Edebiyatı okumuş, tercümanlara, dil öğretmenlerine Türkiye’de ne kadar çok ihtiyacımız var. Türkiye’deki Arap Dili ve Edebiyatı bölümlerinin ne kadar yetersiz olduğu, İlahiyatçıların dahi ne kadar zayıf Arapçaya sahip olduğu herkesçe malum. Ne kadar çok kitap Arap ülkelerinden buraya, buradan da oraya çeviri yolu ile gitmeyi bekliyor. Kitaplar ve fikirler üzerinden tanışmaya ihtiyacımız var. Çocuklarımızın birbirlerinin masallarını hikayelerini dinlemeye ihtiyacı var. Birbirimizin şarkılarını mırıldanmaya ihtiyacımız var. Bu yeniden bir ümmet olmanın olmazsa olmazı değil mi? Nasıl bundan gaflet edebiliriz.

O kızlar dar imkanlarla Arap öğrencilerin bile okumaya çekindiği bir bölümde okuyorlar, Arap Dili gibi ağır bir alan seçmişler ve büyük bir yükü sırtlanmışlar. Bizden maddi manevi destek beklemeye hakları var. Bizim de onların eğitimlerini bitirip memlekete geldiklerinde bize öğreteceklerine ihtiyacımız yok mu? Hiç kimse bu memlekette okuduğu Kitab’ı yüzünden değil anlayarak okumak istemiyor mu? Yahut hiç değilse dindarlarımızın çocuklarına İngilizce öğretmek kadar Arapça öğretmeye de hevesi yok mu?

Arkadaşlara destek olmaya çalışıyoruz, hatta birine bizzat geldiğinde öğrencisi olma sözü veriyorum. Hem kendim, hem kızım için. Yaptıkları şeyin öneminden bahsediyoruz onlara, Allah’tan umut kesmemelerini ileriye dönük olmazları olduracak bir Rabbe iman ettiğimizi hatırlatmaya gayret ediyoruz. Hem onlara, hem kendimize. “Bizim yapabileceğimiz çabalamak” diyoruz, “ve siz de tam bunu yapıyorsunuz, öyleyse kazandınız ecrini karşılığını akıbetini Allaha bırakın. Emin olun sizi mahzun bırakmayacaktır.” Onlara bir umut verip karşılığında gayret alarak vedalaşıyoruz. Her hicret dönmek için yapılır ve biz de onların dönüşünü bekliyoruz.

Kızların haline mi bizim halimize mi bilinmez dışarıda yağmur yağıyor. Öyle bir yağmur ki eteklerimiz dizlerimize kadar sırılsıklam oluyor. Şam’ın bütün sokakları yıkanıyor. Kabirlerinde yatanlara, yer üstünde yaşayanlara, camilerine kiliselerine, kuşlarına, kedilerine, Şam-ı şerif’in mübarek müekkel meleğine selam verip yeniden görüşmeyi diliyoruz. Buradan ayrılırken bir yabancı memleketten ayrılır gibi hissetmiyoruz. Taksi şöförünün sözlerini mırıldanıyorum” Şaab-utTürki şaabus Suri, nafsüşşaab”(Türkiye halkı ve Suriye halkı aynı halk) “Hakan Albayrak dışişleri bakanı olsa nasıl olurdu?”esprileri yapıyoruz giderayak. Son olarak hatıra kabilinden klasik ve popüler Arap müzik cd leri alıyoruz doldurabildiğimizce çantalarımıza. Görüntü kaybolsa da, ses kaybolmasın hayalimizde Şam’ı İstanbul’a taşıyalım istiyoruz.

Dilerim bir gün ayrılmamak üzere birlikte olur bu halklar, bu topraklar, bu kültür, bu müzikler. Dilerim bir gün Arap kardeşlerimizle İngilizce anlaşmak, gavurun dilini aramıza sokmak zorunda kalmadan şakalaşmak, gülüşmek, hüzünlenmek, muhabbet etmek nasip olur bize. Dilerim bir gün biz çocuklarımıza Arap masallarını anlatırız da onlar çocuklarına Türk masalları söylerler. Arap entelektüellerin yazıları kitapları Türkçe’ye Türk entelektüellerinki Arapça’ya çevrilir umarım. Sevgili arkadaşım İsmail bana romantik diyor, ama ben inanıyorum, zira her şey önce inanmakla mümkün oluyor. Nasıl, ne zaman Allah-u Alem bis Savab(Allah doğrusunu bilir) Kim bilir belki bu yolculuklar bile buna bir mukaddimedir. Herkesi bulabildiği ilk fırsatta Suriye’ye gitmeye davet ediyorum.

Bir sıla-i rahim tazeler gibi, bir istiğfar eder gibi.
Bir kendi ile tanışır, geçmişi ile barışır gibi.
Her türlü ırkçı burnu büyüklükten azad olur gibi.
Hatta kendine aynada bakar gibi…

Not: Yazılar savaştan önce yazıldı, elbette şimdi gitmenizi tavsiye etmem, dileriz oradaki kardeşlerimiz için de bölge için de ortalık durulur, huzur gelir de yine ziyaretleşmeler başlar.
Mona İSLAM



25 Şubat 2013 Pazartesi


BİLAD-İŞ ŞAM NOTLARI 5

Malule, isteyip kucaklayamadığım şehir…

Bugünkü yolculuğumuz Şam’a bir saat uzaklıkta bir kasaba, Malule. Burası bir hristiyan kasabası, az sayıda Müslüman da var elbette ama kahir ekseriyet hristiyan. Hz. İsa(as) ve annesinin burada 16 yıl geçirdikleri söyleniyor. Hristiyan söylenceleri çok çeşitli olduğundan inanalım mı bilemiyoruz.

Epeydir hiç bu kadar temiz bir kasabaya girmemiştim, acı ki hristiyanların evleri sokakları daha temiz ve bakımlı. En tepeye manastıra doğru tırmanışa geçiyoruz, burası Seyyide Takla Manastırı, Anadolu’dan bu bölgeye kaçmış ilk hristiyanlardan bir kadın Seyyide Takla. Roma askerleri onu kovalamışlar ve buraya kadar takip etmişler. Bir dağın eteğine gelmiş ve Allah’a dua etmiş, Allah dağı ikiye yarmış ve arasından da su içmesi için bir minik dere akıtmış. Kadıncağız askerlerin elinden kurtulmuş. Onu bulamamışlar. Sonra burada onun adına bir manastır kurulmuş. Yukarıya çıkıyoruz, mezarının bulunduğu söylenen bir odada bir rahibe bekliyor. Elinde şiş ve yün bir şeyler örüyor sükunetle. Burada rahibeler siyah başörtü siyah elbise giyiyorlar, aynı bazı Arap kadınları gibi. Dışarıda görseniz rahibe olduklarını anlamazsınız.

Manastırda etrafta yazılı duaları okuyoruz, Seyide Takla bizi koru diyorlar. Hristiyanların böyle şirke düşüşü ne acı. Onu koruyan Allah’a değil de ona dua ediyorlar. Kadın hakikaten bir mübarek olmalı zira dağ gözümüzle gördüğümüz bir anahtar kilit ilişkisi içerisinde birbirinden ayrılmış, azıcık ittirsen yine bir ve bütün olacak parçalar yerlerine tastamam oturacak. Kanyon gibi bu geçitten geçiyoruz. Uzakta yamaçta bir büyük İsa heykeli görüyoruz. Bu burada gördüğümüz tek heykel zira doğu kiliseleri de ortodokslar gibi heykele karşılar, sadece resim yapıyorlar.

Az ilerideki tabelayı takip edince Sun Temple(Güneş Tapınağı) çıkıyor karşımıza. Eskiden en büyük tanrı sayılan güneşe adanmış bir mabet bu sonradan kiliseye çevrilmiş, eski sütunlara rastlıyoruz ve içerideki görevli bize iki bin yaşından daha büyük olduklarını haber veriyor. Kiliseye çevrilme sırasında kullanılan ahşap da Almanya’ya karbon testine gönderilmiş ve 2000 küsur yıllık Lübnan Sediri çıkmış. Yani ilk hristiyan müminlerin kilisesinde bulunuyoruz, burada Rabbe ibadet ve niyazda bulunmuş tüm ehli tevhit için Fatiha okuyoruz. Onlarla ahirette tanışmayı umuyoruz. Burada çok hoş tasvir ve resimler var, en yenisi iki yüz yaşında olan bu resimlerde melekler, bazı peygamberler ve tabii ki Hz. İsa ve Meryem figürleri var. İtikadi yönü bir tarafa, etkileyici oldukları tartışılmaz.

Görevli kadın bize burada sadece Aramice konuşulduğunu ve dünyada bu dili kullanan tek kasaba olduklarını söylüyor. Çocuklarına ilk olarak Aramice öğretiyorlarmış ve sonra Aramice hem Arapça’nın hem İbranice’nin kök dili olduğundan diğer dilleri öğrenmeleri çok kolay oluyormuş. “İster misiniz?” diyor “size Aramice bir dua edeyim?” “Olur” diyoruz. “Ne okuyacaksınız?” diye soruyorum. “Rabbin duası” diyor. İncil’den bir dua bu bize İsa Efendimiz öğretti ve biz de hep okuyoruz” diye ekliyor. Bu Hz.İsa’nın Allah’a ettiği dua ve kimi İslam alimlerince tevhit delili olarak kullanılıyor. Deniliyor ki İsa(haşa) Allah olsa idi Allah’a dua etmez, “bana dua edin” derdi. Duada tevhide aykırı bir şey olmadığı kanaatine vardığımızda kadın duaya başlıyor. Aramice hakikaten büyüleyici bir dil, bazı kelimeler Arapça’ya benziyor anlıyorum benzemeyenleri kaçırıyorum.

Dua bitimi içimden kadına sarılmak geliyor. Yahut “Çağrı” filminde Necaşi’nin dediği gibi yere bir çizgi çekip “sizinle bizim aramızda şu kadar fark var” demek istiyorum. Ama duruyorum, Suriye’nin göbeğinde yaşayan binlerce yıldır müslümanlarla iç içe olan bu insanlar Efendimizi(sav) inkar ediyorlar. Bu bana sınır koyuyor. Onu sevmeyenleri sevesim gelmiyor. Hidayetleri için dua ediyor ve oradan ayrılıyoruz.

Akşam oldu, bir küçük büfede oturup sandviç yedik ve Naffara Kahvesine kahve içmeye ve “Hakevati” dinlemeye gidiyoruz. Burası çarşı içinde bir küçük kahvehane, Suriye’de kahvehanelere kadınlar da gidiyorlar. Tahta masa ve sandalyeler, nargileler, duman altı, bekliyoruz. Hikaye anlatıcısı çıkacak ve bize o kadim zamanlardan kalma hikayelerden birini anlatacak. Necip Mahfuz hikayelerindeki ortama hikaye anlatıcılarına hayalimde gider ve kadim Arap gecelerinin bu hoş geleneğini yaşamaya çalışırdım. Şimdi hayallerim gerçek oluyor.

Hikayeci yaşlı bir adam, arkadaşımızın söylediğine göre biraz da çapkın, gelen kızlara yabancı olduklarını da fark ederse “Ya Latif” diye laf atarmış. Zaten burada laf atma genelde böyle oluyor “Ya Latif” diyorlarsa bilin ki size kur yapıyorlar. Amca yaşını başını almış, elinde bir eski kılıç, başında fes, gözünde gözlük diğer elinde tuttuğu kitabın sayfalarına gömülmüş anlatmaya başlıyor. Kitaptan okuduğunu görünce önce seviniyorum, anlayacağım diye ama ne yazık ki sukut-u hayale uğruyorum, kitap da ammice yazılı. Ama bu amcanın anlatımından, sesinin yükseliş ve alçalışından, el kol hareketleri ile hikayeyi canlandırışından, arada sırada birilerinin fısıldayarak konuştuğunu işitirse kılıcını sehpaya indirişinden haz almamak mümkün değil. Akşam da çökmüş iyiden iyiye ve masal dinler gibi uykumuz geliyor, İsmail’in tömbekisi de fonda dumanlı mistik bir hava yaratıyor.

Bakıyoruz trende ve Süleymaniye Külliyesinde karşılaştığımız Türk arkadaşlar da buradalar. Bu hikayeci Şam’in meşhur bir motifi olmalı ki gelenler muhakkak buraya uğruyorlar. Maalesef biz fazla kalamıyoruz bir bebek ve bir çocuk var yanımızda, üstelik eşimin ciğerleri hırıldıyor ve ilaç kullanıyor. Buranın dumanı da dayanılacak gibi değil. Ama şu baharatlı kahveleri yok mu, harikulade. Kahveyi çektikten sonra içine kakule katıyorlar, her kahvecide bir çuvalda kahve çekirdekleri diğerinde kakule taneleri duruyor. İsteyen kakule katmayabiliyor. Ama ben bu kokuyu pilavda da kahvede de çok seviyorum. Araplar “mustaka” dedikleri bu baharatı ikisine de koyuyorlar. Elbette bu kelime benim Suudi Arabistan’da öğrendiğim bir kelime, belki Suriyeliler kakuleye başka bir şey diyorlardır.

Bir Şam gecesini daha bütün cıvıltısı ve kıpırtısı ile arkamızda bırakıp uyumaya gidiyoruz. Çocuklarla ancak bu kadar gece sefası oluyor…

20 Şubat 2013 Çarşamba


BİLAD-İŞ ŞAM NOTLARI 4.

Eski bir kentin anlattıkları…

Bugün Busra yolcusuyuz. Busra Ürdün sınırına yakın bir kasaba, ve eski dönemlerde çok mühim bir kentmiş. Şimdi neredeyse bir ölü şehir, elbette içinde yaşayanlar da var ama, eski Roma yıkıntılarının arasından çıkan köylü çocukları insana gerçek değilmiş hissi veriyor.

Busra Efendimizin 9 ila 12 yaşları arasında amcası Ebu Talib ve kafilesiyle birlikte ticaret maksadıyla Şama giderlerken uğradıkları ve konakladıkları kentin adı. Burada Efendimizin devesinin dinlendiği yeri bir mescid yapmışlar ve adına “Mabrak an Naka Mescid”(Mubarek deve mescidi) demişler. Yine onun yanında bir eski zaman camisi daha görüyoruz, uzun yıllar ilim talebeleri yetiştirmiş bir medrese burası, meşhur alim İbn- Kesir bu medresede yetişmiş. Şimdi sadece bir eski eser gibi ziyaret ediliyor namaz kılınmıyor burada.

Az ileride taşlarla örülü yolda yürüyünce karşınıza Bahira Manastır’ı çıkıyor. Efendimizi görüp amcasına bu çocuğu Şam’a götürme Yahudiler görürlerse onu öldürürler diye tembih eden, üzerinde giden bulutu müşahede eden zat-ı muhterem Bahira. Ona bir Fatiha yolluyoruz, Manastır hala onun ruhaniyetini barındırıyor adeta. İçi boş terk edilmiş ama hala tüylerinizi haşyetle ürperten bir havası var mekanın.

Yine biraz ötede bir kilise çan kulesi görüyoruz, ancak oradan ezan okunuyor, buraya Ömer Camii diyorlar, Hz. Ömer zamanında kiliseden camiye çevrilmiş halen kullanılıyor. Çan kulesini dönüştürme ihtiyacı hissetmemişler, yapıyı bozmamışlar, iyi de etmişler. Zaten bu mabed Roma’dan kalma bir tapınakmış, üzerinde Roma kalıntısı bazı kakmalar ve taş oyma resimler var, sonradan üzerleri örtülmüş, bilinmez kilise olduğunda mı cami olduğunda mı kapatılmış bu desenler. Ancak anlaşılan o ki binlerce yıldır burada ibadet ediliyor.

Busra’yı çok seviyoruz, sanki her taşın her sütunun her kırık heykelin anlattığı şeyler var bize. Efes’de bulunan antik şehrin bir benzeri de burada bulunuyor, taşlara oturuyoruz, kaybolmuş sesleri bulup çıkarmaya çalışıyoruz, bizim gibi kimler geldi geçti bu taşların üzerinden kim bilir? Az ileride bir Roma Hamamı var, oda oda dizayn edilmiş büyük bir hamam burası, her şey düşünülmüş oturma yerleri, su akan yerler, mermerler itina ile düzeltilmiş. Hamamın adı çok komik epey bir gülüyoruz. “HAMAM MANJAK” Biz onu “hamam manyak” diye okuyoruz. Üzerine epeyce espri yapılıyor, kahkahalarımız duvarlardan aksediyor.

Son olarak ziyaret yerimiz büyük amfitiyatro, Aspendos mu yoksa Busra Amfitiyatrosu mu daha güzel karar veremiyoruz. Romalılar tarafından yapılmış ve halen de kullanılıyor, akustik harikulade, en tepeye tırmanıyoruz, sahneye çıkıyoruz, fısıltı ile de konuşsanız en yukarıdaki sizi duyabiliyor. Şu an hoperlorlar döşeniyor, akşama burada bir konser var. İlginç olan şu ki, Selahattin Eyyubi zamanında bu tiyatro toprakla doldurulup kapatılmış, alt katlardaki kulis gibi kullanılan odalar ise ahır yapılmış, gerekçesi “günah” öyle içtihat etmişler, ne diyelim…

Ürdün sınırına yakın olduğumuz için burada hava Şam’a göre sıcak. Paltolarımızı çıkarma ihtiyacı hissediyoruz, ileride bir küçük kafeterya var, oradan meşhur felafilli sandviç yiyoruz, hakikaten çok güzel. Bu sırada bir satıcı eşime bazı sikkeler satmaya çalışıyor, besbelli ki antika bunlar. Belki de kazdıkları bir yerden çıkardılar, tarihi eser kaçakçılığı suçlamasından korkarak adamı reddediyoruz, belli mi olur havaalanında belki bunlarla ülke dışına çıkamayız. Otobüs geliyor, Şam’a dönüş yolundayız yine.

Bu gece Şam’da ilginç bir yere gideceğiz, Şazeli Tekkesine, haftanın iki günü zikir var. Biz de merak ediyoruz, o havayı paylaşmak güzel olacak mı? Kadınlar üst kata erkekler aşağıya yerleşiyoruz tekkeye. İlahiler okunuyor, def çalınıyor, okuyanların sesleri harikulade, bir adam dönüyor. Sema ediyor demiyorum, dönüyor, zira üzerinde ne sema tennuresine benzer bir şey var, ne de hareketleri semaya benziyor, kelimenin tam anlamıyla dönüyor adam, yüzünde bir tebessüm, sanki dans ediyor ve çok eğleniyor. Açıkçası bu durum benim pek hoşuma gitmiyor. Bir Mevlevi Semaında hissettiğim ruhaniyatı hissedemiyorum burada. Bir saat kadar kalıyoruz, ancak zikir için iki saat daha beklememiz gerekiyormuş, öğreniyoruz. Yorgunuz ayrılıyoruz. Beylerden duyduğum kadarıyla onlar ortamdan çok etkilenmişler, bana “Demek senin tarzın değil” diyorlar. Yine de böyle bir ortamı teneffüs ettiğimize memnun ayrılıyoruz oradan.

Gece açık meyve suyu satan yerlerden birine uğruyoruz. Burada her meyveyi taze taze sıkıp kocaman bardaklarda değişik karışımlar halinde size sunuyorlar. Bir tabureye oturup içiyorsunuz, üstelik çok ucuz. Bizde bir minik bardak taze sıkılmış portakal suyuna epey para verirsiniz. Burada Almanların bira bardaklarına benzer koca bardaklarda her tür normal veya tropikal meyve gözünüzün önünde sıkılıyor ve size gayet ucuza sunuluyor. Şam’da en çok bu meyve sularını özleyeceğim galiba. Neticede yorgunluğun üzerine içilen meyve sularından sonra iyice uyku bastırıyor….


17 Şubat 2013 Pazar


BİLAD-İŞ ŞAM NOTLARI 3.

Geçmişe yolculuk…

Sabah erkenden kalktık, bu pis otelde kahvaltı etmek niyetinde değiliz. Rehberimizin de yardımıyla buralarda hoş kahvaltı çeşitleri bulabileceğimiz bir yer bakıyoruz. Bir küçük dükkan var ancak bugün cumartesi ve burada tatil olduğundan herkes dışarıya kahvaltıya çıkmış, zorlukla yer buluyoruz. İlginç yemekleri var, nohutlu humusa benzer ama içinde başka şeyler de bulunan bir sıcak yemek geliyor, bizdeki omletlerin yerine bunu yiyorlar. Kızarmış hellim peynirine benzer bir peynir de ilave ediyorlar yanına, ben babamın her sabah yapa geldiği şeyi istiyorum, “FUL”.Getiriyorlar ama bu çok yağlı ve belli ki fulün cinsi aynı değil. Bu daha çok bizim kara bakla dediğimiz şeye benziyor, anlıyorum ki bu da ne Suudi Arabistan’da ne de Mısır’da yenilen cins yemek değil. Yine güneyli damarım tutuyor. Zaten Mısır’da yapılan en güzeli bile babamın sabahları pişirdiğine benzemiyordu ki. Onunki başkaydı…

Kahvaltı sonrası arkadaşlarla Hamidiye çarşısına uzanıyoruz. Burası bugün çok kalabalık, hafta sonu izdihamı olsa gerek. Sultan Abdülhamit tarafından yaptırılmış bu çarşı ve İstanbul’daki Kapalı Çarşı’ya, Mısır’daki Han el Halili Çarşısı’na, Bosna’daki Başçarşı’ya benziyor. Osmanlı her yere aynı imzayı atmış. Bir şeye bakamıyoruz, ve en iyisi bölgenin en huzur veren mekanı Süleymaniye Tekkesine gitmek. Burası bir külliye olmasına rağmen burada tekke adıyla anılıyor, demek en ziyade tekkesi etkili olmuş diyoruz. Sultan Vahdetinin ve Osmanlı Hanedanından pek çok şehzadenin hanım sultanın mezarı burada. Bu külliye Mimar Sinan’ın acemilik dönemi eseri, ancak böyle acemiliğe can kurban. Bahçenin bence en hoş tarafı altında ağzım kulaklarıma vararak fotoğraf çektirdiğim portakal ağacı. Bahçe portakal ağaçları ile dolu, üzerleri portakallarla yıkılıyor, izin alıp koparıyoruz, limon gibi ekşiler. Yine cennette portakal ağaçları diliyorum, ama böyle ekşi olanları olmasın lütfen! Bu dünyada her şeyde bir kusur bulunuyor değil mi?

Külliyenin ardından Emevi Camiine geliyoruz. Önce dışarıda Selahattin Eyyubi’nin kabrini ziyaret ediyoruz, hemen yanında bir Jüpiter tapınağı kalıntısı bulunuyor, sonradan kiliseye çevrilmiş bir tapınak burası ancak kilise de yıkılmış, şimdi sadece yıkık taşlar görülüyor. Yan tarafında Emevi Camii bulunuyor. Dikdörtgen şekilde yapılmış bu camii orta avlusu sarı mermerden tam ortadaki minareye gelin minaresi deniliyor. Bir de meşhur İsa(as) minaresi var. Hz. İsa’nın buraya ineceği umuluyor. İçeriye giriyoruz, burada Hz. Hüseyin’in makamı bizi karşılıyor, mübarek başının konulduğu yere içimiz sızlayarak dokunuyoruz, okuyoruz okuyoruz, ardından hemen yanında İmam Zeynel Abidin Efendimizin namaz kılmayı adet edindikleri yer var, oraya da gidip duaları onun ruhuna yolluyoruz. Mescid’in erkekler bölümünde, Hz.Yahya(as)’ın kabri bulunuyor, ona da mübarek babasına verdiğim selamı veriyorum, ve “geldim işte” diyorum. Fatihalar gönderiyorum.

Az ileride dört mihrap var, dört mezhebin imamları burada uzun yıllar ayrı ayrı mihraplarda namaz kıldırmışlar tabileri de onlara iktidaen kendi mihraplarında namaza durmuşlar. İleride hutbe irad edilen makam var. Yere oturuyorum Üstad’ı Şam Hutbesini verirken hayal etmek istiyorum. Belki de onun Alem-i İslam’ın içinde bulunduğu parçalanmışlık için deva niyetine söylediklerinin burada söylenmiş olması tesadüf değildir, belki bu bir işarettir. Belki ümmetin tevhidi de buradan başlayacak neden olmasın. Belki şimdiki Türkiye Suriye yakınlaşması buna bir işarettir. Devlet binalarının girişinde “Tesekkurler Erdogan” yazıyor. Taksi şöförleri “Erdogan İsrail’ e Ali Osman tokadı, Maşallah”,”Türkiye Suriye nefsüşşaab”(Türkiye Suriye halkı aynı) diye ilave ediyorlar. Suriye devleti sair Arap devletleri gibi “Arap olmayanlar işimize karışmasın” demiyor. İnşallah her şey umut edildiği gibi gelişir…

Sonraki durağımız ibn-i Arabi türbesi. Burada da müthiş bir manevi hava var. Sanki Şeyh ölmemiş buralarda bir yerde gizlenmiş bizi izliyor gibi. Kabrin dibine oturuyoruz, bekliyoruz, sanki bize bir şey verecek, alıp gideceğiz. Buradan ayrılınca Hz. Zeyneb’in türbesine yola koyuluyoruz. Bu Şam’ın dışında taşrada muhteşem süslü bina edilmiş bir cami ve türbe, minareler bile bir kadını andıracak biçimde dantel gibi örülmüş, kubbe altın bir gerdanlık ve mavi çiniler de sanki masmavi işlemeli bir elbise gibi. Burada daha çok Şiiler var ziyarette. Hz. Zeyneb, bilindiği üzere Hz. Hüseynin kızkardeşi, eşini de bırakıp Kerbela yolunda ağabeyine eşlik etmiş, onun şehadetinden sonra esir edilip Şam’a getirilmiş. Kendisine konuşmaması buyurulduğu halde konuşmaktan ve Hz. Hüseyin’in davasını anlatmaktan vazgeçmemiş. Onun sesi olmuş. Bu mescide çok derin duygular hissedeceğimi umuyordum, ancak öyle olmadı, zira kapıdan itibaren ağlayanlar, ağıt yakanlar, yerleri öpenler, secde edenler beni de kızımı da rahatsız etti, mekanın sukünetine yakışmayacak şeyler oluyor, insanlar çaput bağlıyor, kilit takıyor, kafese el yüz sürüyorlardı. Tek kelimeyle tuhaftı…

Yine bu yakınlarda bir kabristan var. Duyduk ki Ali Şeraiti merhum orada defnedilmiş, yürüyoruz, buraya kadar gelmişken onu görmemek olmaz. Acaba neden burada gömülmüş diye de düşünmeden edemiyoruz. Soracak kimse yok zira mihmandarımız bu saatlerde yanımızda değil.

Akşamüzeri bütün şehri tepeden gören bir mıntıkaya çıkıyoruz, bir kahve içimi oturup ışıl ışıl bu şehri izliyoruz. Camiler, kiliseler araçlar, insanlar. Burada nüfusun yüzde altmış küsuru ancak müslüman. Bilemiyoruz Şam toprağın üstündekilerle mi altındakilerle mi bu kadar hayattar bu kadar canlı. Bir arkadaşımın selam dileğini hatırlıyorum bu tepede, “Şam-ı Şerifin meleğine selam olsun” diyorum. Şehirlerin de müekkel melekleri var elbette ve ahirette onlar güzel tarafları ile baki olacaklar.

Bütün günün yorgunluğu üzerimizde ruhumuz bedenimize zor sığarken kendimizi odalarımıza atıyoruz, uyuyor muyuz sızıyor muyuz belli değil…

Mona İSLAM

16 Şubat 2013 Cumartesi


BİLAD-İŞ ŞAM NOTLARI 2

Bugün Şam yolcusuyuz. Şam’a otel müdürünün önerisi üzerine trenle gitmeye karar verdik. İki aile olduğumuz için ya bir minibüs tutmamız gerekecekti ki, minibüsler çok pahalıydı, yahut şehirler arası otobüs ile gidecektik. Yanımızda bir kartpostal bebeği olduğundan, küçük hanım yol boyunca huzursuz olmasın istedik ve trende daha özgür olacağımıza karar verdik. Bizim küçük hanım da ilk kez trene bineceği sevinciyle bu karara hemen onay verdi. Artık her ailede küçük hanımların dediği oluyor galiba…

Halep tren istasyonuna geldik, tekrar pasaportlarımıza baktılar, burada dakika başı pasaport soruyorlar. Türk olduğumuzu anlayınca da kontrolör annesinin de Türk olduğundan bahis açtı, ama maalesef kendisi Türkçe bilmiyormuş. Halep’te Türk olmak sanki hoş bir misafir olmak, eski bir dostu yeniden görmek gibi karşılanıyor. Tren zamanında kalktı, beklediğimizden daha moderndi. Halep şehrinin eskiden çok güzel olduğu belli, ama yaşlanmış bir hanım gibi bakımsız ve pejmürde halini görünce, insan treni böyle modern beklemiyor. Ancak yönetim bu trenleri yeni almış ve yolculuk hem ucuz hem gayet konforlu yapılıyor.

Yol boyunca kuzeyden güneye hareket edeceğiz. Önce Hama sonra da Humus kentlerini geçeceğiz. Trenle tıngır mıngır giderken arazi gitgide yeşilden sarıya dönüşüyor. Buralarda portakal ve zeytin yetiştiriliyor. Kentler çok fakir, insanlar ise epeyce ürkek ve hayattan pek ümitvar görünmüyorlar. Eşim eğilip kulağıma Hama’da bundan önceki yönetimin epey bir ölüme sebebiyet verdiğini, siyasi bir isyanın bu şekilde şehri kırıp geçirerek bastırıldığını anlatıyor. “Evet” diyorum “insanların yüzünde bu ifade var, sindirilmişlik, korkutulmuş ve bezdirilmiş birer çift göz.” Kim bilir belki yeni yönetimle biraz daha rahat etmiş görünüyorlar.

Trene aynı kompartımana bir grup Türk genci biniyor. Bir tanesi eşimi tanıyor. Diğerlerine söylüyor, selamlaşıyorlar. “nasıl tanımazsınız?” diye soruyor arkadaşlarına, onlar Ürdün’de okuyorlar. Eşim takılıyor onlara, “siz yokken ben başbakan oldum” diyerek. Klasik bir Türk ikramı ile karşılaşıyoruz, delikanlı çantasından Suriye işi poğaçalar çıkarıyor sıcak sıcak, “bakın” diyor “bizimkilere benzemez ama çok güzeller, deneyin” ardından kocaman bir paket çikolata çıkarıyor yine heybesinden, “alın alın” diyor, yine” bizim çikolatalar gibi değil ama…” demeyi ilave etmeyi unutmuyor. Elbette “bizim” her şeyimiz daha güzel(!?)

Neşeli neşeli bize Ürdün’ü anlatıyorlar. Onlar da Suriye’ye gezmeye gelmişler. “Mutlaka Ürdün’e gelin” diyorlar “orada da görülecek çok şey var”. Özellikle bir kanyondan ve bir Roma şehri olan Petra’dan söz ediyorlar. İndiana John’s orada çekilmiş onlardan öğreniyoruz. Biz de seyahat portföyümüze onların bu teklifini kaydediyoruz, hatta arkadaşımız İsmail hemen gitmeyi teklif ediyor ancak bizim kızın okulu var ve onlar kadar serbest değiliz. Gençlerin anlattıklarından sonra Ürdün gezisi beni de cezp etmiyor değil elbette.

Şam istasyonunda duruyoruz. Arapçasıyla Dımaşk şehri, İngilizcesiyle Damascus. Araplar Şam ismini bütün bölgeye veriyor ve Bilad-iş Şam diyorlar, Şam Ülkesi. Şehre Şam demek bir Osmanlı Türk tabiri olsa gerek. Tıpkı Cezayir’in başkentine Cezayir, Tunus’un kine Tunus demek gibi. Gençler bavullarımıza yardım ediyorlar, onlar sadece küçük çantalara sahipler. Aile ve çocuklar olunca bavul sayısı artıyor mecburen.

İstasyonda bizi mihmandarımız karşılıyor. Daha üst geçitten inerken aşağıda bekleyenlere bakıyor eşim ve işte diyor şu kız olmalı Rümeysa. Aşağıda bir Türk kızı edasıyla duran sadece o var, kendinden emin, ayakları yere sağlam basan, cesur bir eda bu. Bir taraftan güler yüzlü, bir taraftan damarıma basmayın tepemi attırmayın, tavrıyla etrafını kolaçan ediyor. Araplardan Suudi Arabistan’da öğrendiğim deyimleri hatırlıyorum birden. Onlar Türk kanımı harekete geçirme, Türk kafamı attırma manasına gelen deyimlerle celalli oldukları zamanları anlatırlar. Hakikaten Türkler Araplara göre daha savaşçı ruhlu daha mücadeleci daha celalli, izzet-i nefsine dokunulunca gözü hiçbir menfaati görmeden saldıran insanlar. Kadınları bile öyle, Arap kadınları kuşkusuz daha itaatkarlar. Bu yüzden bizde de baskıcı yönetimler tarih boyunca hep olagelmiş, ancak kısa vadeli sindirme başarısı gösterebilmişler uzun vadede Türkler hep bildiklerini okumuş otorite tanımamışlar.

Yine Üstad’ın ilmi Araplar’a ve kuvveti Türkler’e pay eden Hutbe’i Şamiye’sini hatırlıyorum. Çok doğru eskiden bu böyle vuku bulmuş, alimler Araplar’dan, savaşçılar Türkler’den çıkmışlar ve biri beyin biri pazu olmuş birbirlerini kollamışlar. Ancak şimdilerde Arap dünyasında böyle bir ilmi birikimden söz etmek zor. Zira ilim de hürriyet istiyor, pek çok yazar çizer ve alim, siyasi baskılar sebebiyle susmak zorunda kalıyor yoksa kendini hapiste buluyor. Allah sonumuzu hayretsin.

Merdivenlerden inerken aklımdan geçenleri bir tarafa bırakıp Rümeysa’ya el sallıyorum. “Evet bu o” sıcacık bir “merhaba” diyor. Bilirsiniz “Selamun aleyküm” sıradan bir insana “Merhaba” yakın dosta, gönülde yeri olana, evinize gelene söylenir aslında. “Merhaba” Arapça’da sıradan bir selamlaşma değildir ve karşılaştığınız herkese söylenmez. Selamın bir “seni seviyorum” içerenidir “Merhaba”. Türkçe’de bu anlam kayıp gitmiş maalesef.

Rümeysa bizi alıp otelimize götürüyor, zaten Allah razı olsun rezervasyonları da önceden o yapmıştı. Bu çıtı pıtı kız altı yıldır Suriye’de okuyor, önce Arapça öğrenmiş şimdi de Arap Dili ve Edebiyatı okuyor. Kendisiyle en yakın arkadaşım vasıtasıyla tanışıyorum. Mükemmel Arapça konuşuyor, elbette fusha ve tane tane söylüyor kelimeleri. Böylesini anlamak ne kadar kolay, El- Cezire muhabirleri gibi. Başörtüsü mağduriyetini hayra tebdil etmeye çalışan kızlarımızdan biri o da. Gelince Türkiye’de bir Arapça kursu açmayı hayal ediyor. Ben kendisine ilk öğrencisi olacağım konusunda söz veriyorum, zira hakikaten Türkiye’de hele de bayanlar arasında ortadan daha ileri seviyede Arapça bilen ve bunu öğretebilecek olana rastlamak çok zor. Gidilen kurslar ancak sizi orta seviyeye kadar yetiştirebiliyor ekseriyetle. Elbette istisnaları vardır.

Otelde biraz sorun yaşıyoruz, bize söz verilen oda söz verildiği gibi ayarlanmamış, ve görevli burnu büyük bir tarzda konuşuyor akşamın bir saatindeyiz ve bu saatte bu yorgunlukla başka yer arayamayacağımız o da biliyor ve bize sanki para ödeyerek değil de minnetle orada kalıyormuşuz muamelesi yapıyor. Rümeysa’dan öğreniyorum ki bu Şamlıların genel tavrı, yani biraz burnu büyükler ve turizme alışık değiller. Kesinlikle “müşteri velinimetimiz” gibi davranmıyorlar.

Oysa ben Mısır günlerinden hatırlıyorum ki bir Mısırlı’ya ne isterseniz “hadır” der ve yapmaya çalışır, elbette bunu sizden alacağı “bahşiş” için yapar ama yine de işinizi görürsünüz. Sinirlenerek ama bir gece burada kalmaya mecbur bir şekilde odalarımıza çıkıyoruz. Bavulları bırakıp bir gece turu yapıyoruz şehirde. Hem merkezi yerlere bakacağız hem de bir sonraki gün kalmak üzere otel arayacağız. Şehrin göbeğinde eski tren istasyonu var. Hicaz Demiryolu Şam istasyonu, öyle güzel ki, ışıklandırılmış, bir gelin edasıyla geçmişten bize bakıyor ve bizi geçmişe baktırıyor. Sonunda bütçemize uygun bir yer bulup bir sonraki güne rezervasyon yapıyoruz. Şimdi yemek yiyecek bir yer bulma zamanı...

Rümeysa’nın bizi götürdüğü yer buraya gelişinde Tayyip Erdoğan’ın da gittiği yermiş. “Şamiyyat”, hakikaten tipik Şam işi bir restoran. Ortada bir fıskiyeli havuz olmazsa olmaz, ve her şey ahşap dekore edilmiş, oymalı ve sedef kakmalı. Burada her yerde sigara içiliyor, çocuklar için ve eşimin astım bronşit ciğerleri için temiz havalı bir yer bulamıyoruz. Mecburen oturuyoruz. Sadece sigara olsa yine iyi, burada kadın erkek herkes yemek sonrası nargile içiyor. Hem de meyveli filan değil, tömbeki denilen cinsinden. Ne yapalım alışmak zorundayız. Restoran hem temiz hem de yemekler muhteşem, bizim doğu sofrasına göre daha çok çeşit mezeleri daha fazla çeşit kebapları ve salataları var, üstelik biz 7 kişiyiz ve koca masa donatıldığı halde ve şehrin en iyi lokantasında gayet makul bir ücret ödüyoruz. “Türkiye’de böyle bir yemeğe birkaç kattan daha fazla para öderdik” diyoruz.
Yemek sonrası yorgunlukla tekrar, beğenmesek de, hiç temiz bulmasak da otele dönüyoruz, o kadar yorgunuz ki bunu umursayacak halde değiliz. Sabah çok erken kalkacağız koca şehir bizi bekliyor.

Mona İSLAM




15 Şubat 2013 Cuma


BİLAD-İŞ ŞAM NOTLARI

İlk Durak Halep, Zekeriyya’nın Şehri…

Epeydir özlediğim beklediğim Suriye gezisine nihayet çıkıyoruz. İlk durağımız Halep, kuzeyden başlayarak ülkenin belirli tüm şehirlerine gitmeyi planlıyoruz. Halep, Gaziantep ve Hatay’dan birer saat uzaklıkta bir şehir. İçinde oldukça fazla Türk barındırıyor. Sokakta size Türkçe hitap eden, bir kavmiyet duygusu ile yardım eden insanlara rastlayabiliyorsunuz bu şehirde. Nedendir bilinmez biraz bakımsız bir şehir Halep, Gaziantep’le karşılaştırılınca arada dağlar kadar fark var denilebilir. Toprak aynı, üzerinde yetişenler aynı, dağ taş yeryüzü şekilleri aynı, ancak insan unsuru farklı olunca neler değişiyor anlayabiliyorsunuz burada.

Kaldığımız otel eski bir paşa konağından yahut eşraftan bir Arap köşkünden çevrilmiş bir bina. Buralara kimileri butik otel de diyorlar. Ortada bir fıskiyeli havuz, avlu ve sedef kakmalı koyu renk ahşap mobilyalar, etrafta balkonlar çepeçevre uzanıyor ve buralarda orta avluya bakan odalar var, içleri de Arap evlerine uygun döşenmiş, sade ama ince zevkli tipik Suriye iç dekorasyonu. Bir Arap evine misafir olamadığımız için bulunanla idare edip insanların evlerinin içlerini de hayal etmeye çalışıyoruz. Üstte bir cam kubbe daire şeklindeki binayı çeviriyor, altta merdivenlerle inilen bir lokanta bulunuyor, eski zamanlarda bir mutfak olarak kullanılmış ve konağın yemekleri burada pişirilmiş belli ki. Avluda oynayan çocukları, her bir kapıdan çıkan aile efradını hissediyorum sanki, biraz daha dinlesem birazcık daha burada kalabilsem sanki işiteceğim, duvarların anlatacak çok şeyi var. Ben dilini bilmesem de…

Burada etrafı kendi çabamızla gezeceğiz. Oteldeki görevli kıza azıcık Arapçamla önceden internette bakıp öğrendiğim Halep’te görülecek yerleri soruyorum. Kendimi konuşmak için epey sıkmam, kelimeleri hafızamdan, eskilerden, derinlerden çağırmam gerekiyor. Hala Arapça konuştuğumda babam gözlerimin önüne geliyor, sesler gırtlağımda boğum boğum.

 Sorduktan sonrası kolay zira konuşabildiğimden daha iyi anlıyorum, anlayabildiğimden daha iyi okuyorum. Bize bir harita üzerinden tarif ediyor kız göreceğimiz yerleri, mıntıkaların isimlerini öğreniyorum çünkü taksi şoförüne söylemem gerekecek ve otelin adresini de alıyorum. Görevli kıza “Hz. Zekeriya’nın kabri nerede?” diye soruyorum. Bilmiyor, bakıyorum boynunda bir haç var, “Allah Allah!”  diyorum Hristiyan’sa Hz. Zekeriya’nın kabrini bilmesi gerekmez mi? “Ne yapalım dışarıda bir yerlerde soracağız” diye düşünerek ayrılıyoruz otelden.

İlk gittiğimiz yer Halep Kalesi, muhteşem bir yer, tüm şehir buradan kolaylıkla görülebiliyor. “Aslında gece çıkmak daha güzel olur” diyoruz, ancak ışıklandırma pek de iyi değil bu kalede, dolayısıyla gece tırmanmak akıllıca olmasa gerek. “Üstelik girişte bilet kestiklerine göre belki de belirli bir saatte kapatılıyordur” diye düşünüyoruz. Bu kale Selahattin Eyyubi tarafından yaptırılmış. Hala ayakta, hala güzel, hala heybetli. Bize Rumeli Hisarını hatırlatıyor. Ortasında sonradan yapıldığı belli bir açık hava tiyatrosu var. Demek burada da konserler veriliyor.

Bir grup ilkokul çocuğu öğretmenleriyle beraber kaleyi gezmeye gelmişler. Etrafımızı sarıveriyorlar. Eşim on yıllık öğretmenlik tecrübesiyle onları toparlıyor ve kızımızla birlikte bir fotoğraflarını çekiyor. Çok meraklılar, çok sıcak kanlılar, nereli olduğumuzu soruyorlar, söyleyince de bir soru yağmuruna tutuluyoruz, bize “hoş geldiniz” diyorlar hep bir ağızdan. Anlıyoruz ki bildikleri birkaç Türkçe kelime var. Çocukların kimi başörtülü, kimi baş açık, serbest kıyafet giymişler, formaları yok. Tepeye çıkacağız, zirveye kadar “ana kaman ana kaman” diyerek onlarla yarışıyorum şaşkınlıkla bana bakıyorlar, zira bu “Ben de ben de” ammice söylenmiş bir söz, kitaptan öğrenilen bir şey değil, kendi çocukluğumu ve çat pat konuştuğum kuzenlerimi hatırlıyorum, bu onlardan ve şimdi de Suudi Arabistan’da bulunan minik yeğenlerimden öğrendiğim bir şey. Çocuk Arapçası yani. Çocuklar kendileriyle merdivenleri koşarak çıkan ve kendileri gibi konuşan bu Türk teyzeye, “Ne biçim Türk ne biçim teyze” der gibi gülüyorlar. Bilemiyorum onlar mı daha mutlu yoksa ben mi…

Minik arkadaşlarımdan ayrılarak, yola birlikte çıktığımız arkadaşlarımızla Osmanlı çarşısına giriyoruz. İki aileyiz, hanımlar elbiselere, bluzlere başörtülere bakıyoruz, erkekler ise Arapça müzikler arıyorlar. Bir şey beğenemiyoruz çünkü Arap kadınlarının zevkleri apaçık ki bizimkine benzemiyor, her şey abartılı bir biçimde süslü, pullu, işlemeli nakışlı. Başörtüler bile öyle. Bakıyoruz beyler de alışveriş işini Şam’dan İstanbul’a dönüş günlerine bırakmak istiyorlar. Zira alınanları onlar taşıyorlar. Vakit öğle de oluyor Emevi camiine giriyoruz namaz kılacağız. Tevafuk o ki Hz. Zekeriya türbesi de burada. Çok seviniyorum. Ben onu bulmadan o beni buluyor. Dua ediyoruz.

Oradaki hanımlar Türkiye’den geldiğimi duyunca biz nasılsa her vakit geliyoruz edasıyla beni nezaketle ön tarafa alıyorlar. Selam veriyorum, “geldim işte” diyorum, “sana geldim.” Bu aramızda paylaşılan bir sır gibi, insan bir sırrı paylaştığı kimseye ne kadar yakın olur, artık ondan kopabilir mi, bilakis ona teslim olmuştur. Elhamdülillah. Dua ediyorum “Allah’ım bizi Zekeriya(as)’ın şefaatine nail et, berzahta da, mahşerde de, cennette de ona dost ve yaren kıl, beni de Hz. Meryem gibi onun himayesine ve tedrisine ver” diyorum. İşaret bekliyorum tıpkı onun gibi, işaret az sonra geliyor. Hem nebi, hem şehid olan Hz. Zekeriya sanki konuştu konuşacak, bir şey olacak hissediyorum.

Dışarı çıkıyoruz beylerle şadırvanda buluşuyoruz. Açız ve nerede yemek yiyebileceğimizi soruyoruz esnaftan birilerine, bize bir lokanta tarif ediyorlar, Halep yemeklerini buradan yememizi söylüyorlar. Adresi alıp yürüyoruz. Bakalım bulabilecek miyiz, “Babül Ferec’e nasıl gideriz?” diye soruyoruz, “yakın” diyorlar. Tarif ediyorlar, yürümeye devam ediyoruz. Yanımızda hem benim kızım var hem de arkadaşımızın bebeği. Az sonra yine soruyoruz, esnaftan adamlar yanımda iki erkek varken neden benim onlarla konuştuğumu yadırgasalar da bir şeyler anlatıyorlar eşimin yüzüne bakarak. O ne dediklerini anlamıyor ben birazcık tercüme ediyorum.

Tam bu sırada işaretim geliyor. Elinde satmaya çalıştığı sakızlar olan bir küçük çocuk yanımıza yanaşıyor ve eşimi çekiştirerek, “Dayı ben biliyorum götüreyim mi sizi?” diyor Türkçe olarak. Eşim çok seviniyor, çocuğun başını okşuyor ve “tamam” diyor “hadi bakalım bizi oraya götür”. Yürürken soruyoruz çocuğa Türk olduğunu ama burada doğduğunu söylüyor bize, adını soruyoruz Zekeriya diyor. “İşte” diyorum eşime, “işaret bu, Zekeriya(as) şimdiden bize şefaat etmeye başladı, bu tevafuk anlamsız mı?” “Bize yardım eden çocuğun adı da Zekeriya” Herkes gülümsüyor, yeniden “elhamdülillah” diyoruz, görmek isteyen için her yer işaretlerle ayetlerle dolu.

Epey yürüyoruz, yolda çocukla eşim sohbet ediyorlar, yol boyunca anlıyoruz ki onların yakın kavramı ile bizimki aynı değil. Zaten halkın tamamı epeyce zayıf, pek şişman insana rastlamıyoruz, çok zengin bir mutfakları olmasına rağmen kilolu değiller, belli ki her yere yürüyorlar. Bebek yerinde rahat ama annesi kale tırmanışından sonra epeyce yorgun varıyoruz menzilimize. Zekeriya’ya yüklü bir bahşiş verip teşekkür ederek ondan ayrılıyoruz. İsmail ilave ediyor, “Belki Hz. Zekeriya şefaat imkanını bu sadaka şartına bağlamıştır, verelim.” İsterseniz yol sadakası, isterseniz ayakların hakkı diyelim, Zekeriya memnun biz memnun ayrılıyoruz.

Yemek sonrası Halep sokaklarını arşınlamaya devam ediyoruz. Ermeni mahallesine giriyoruz, burada güzel kiliseler göze çarpıyor. Ne yazık ki kapalılar girmek istesek de giremiyoruz. Etrafta mebzul miktarda gümüşçü var, kız kardeşimin anlattıklarından biliyorum ki Suriye’de gümüş işçiliği çok çeşitli ve güzel, fiyatlarda ne kadar fark var bilemiyorum, belki Türkiye’den azıcık daha ucuz olabilir. Ama zaten kendimi gümüş sevdasına kaptırmış biri olarak işin bu tarafını umursamam ne mümkün. Çok güzel taşlar kullanıyorlar. Mercan, yeşim, siyah inci, akik çok çeşitli gümüşlerin içinde kullanılmış.  Bir madalyon ucu alıyorum. Her şeyin fiyatı pazarlığa tabii burada, kim ne kadar tutturabilirse, blöf yapsanız bazen inandırabiliyorsunuz bazen satıcı sizden kurnaz çıkıyor. Ama Türk olmanız Halep’te lehinize işliyor, Türkler için birazcık daha indirim yapıyorlar.

İnsanları bekletmemek için kendimi gümüşçüler çarşısından zor atıyorum. Bana kalsa orada saatlerce vakit geçirebilirim. Altına gelince, burada altın da tıpkı elbiseler gibi pek bize uygun değil, kırmızıya yakın renkte fazla şatafatlı hatta rüküş takılar yapıyorlar. Böyle bir şeyi bizim memlekette takmaya utanırsınız. En azından benim gördüğüm kadarıyla öyle. Yoksa, zannım o ki Türkiye’nin güneydoğusunda da kadınlar bu kadar yoğun altın takabiliyorlar, elbette parası olanlar. Halep’te de her bir takı başlı başına bir kuyumcu dükkanı, neredeyse hiç sade bir şey yok.

Not: Bu savaşan epey önce yapılmış bir gezinin notlarıdır. Şimdi kim bilir gezip gördüğümüz yerler ne haldedir.


Mona İSLAM







GÜNEŞ GİBİ AŞK DA DOĞUDAN DOĞAR

Doğulu kadın aşk ile müebbeten maluldür. Tıpkı doğulu erkeklerin savaşla ve kanla maluliyeti gibi. Aşk batıda Romeo’ya atfedilebilir ancak doğuda aşkın temsilcisi Züleyha’dır. Yani kadındır. Aşk yapısı itibariyle dişil bir eylemdir zira, maşukun Kaf dağının zirvelerinde parlayan güneş gibi göz kamaştırması, aşıka diz çöktürmesi, elini kolunu bağlayıp acze düşürmesi, kadına yakıştırılır bizim oralarda. Aşkın çarptığı kişi bir ömür boyu mahkumdur, edilgendir, kafes ardındadır, çaresizdir, kurtarılmaya muhtaçtır. Onu dizlerinin üzerinde bir ömür boyu beklemekten kurtaracak tek bir kişi vardır.

Güneşin kavurduğu Beyrut sokakları, güller şehri, aşk şehri, savaş şehri Beyrut. Feyruz’un nağmelerinde ete kemiğe bürünmüş, İsrail toplarıyla dövülmüş, daracık sokakları ve cumba kafeslerinden bakan kadınları ile kanımıza giren şehir. Yaşı kaç olursa olsun kadınlarının kadın gibi olmaktan, aşka zincirlenmekten ar etmediği şehir. Barutun ve tutkunun beraberce kol gezdiği sokaklarda, bir ölümün ardından yahut bir düğünden geldiği ayırt edilemeyen zılgıt sesleri. Ölümün aşkı, bombaların insan kardeşliğini öldüremediği şehir.

Bu şehirde insanlar tatlısı ekşisi acısı ile karışmış, iç içe geçmiş yaşarlar. Sünni Şii Müslümanlar, Dürziler, Hristiyan Araplar, Maruniler, Ermeniler. Birbirlerinden ayırd edilemez biçimde iç içe geçmiş birbirine yapışmış, özleri karışmış karamel gibidirler. Biraz şeker, biraz limon, biraz acı biber, biraz tarçın her biri birbirine iyice yedirilecek ve bir daha asla ayrılamayacakları kadar hep beraber  aşkta kaynatılacak, savaşta çeliklenecek. Birbirlerinin düğünlerine giderler, cenazelerine iştirak ederler, bayramlarını kutlarlar, asla kınamaz küçük görmez, oldukları gibi kabul ederler .Bir zamanların İstanbul’u için anlatılan  sosyal manzara bugün Beyrut’ta halen mevcuttur. Doğu dediğimiz şey de kanaatimce bu iç içe geçmişlik bu barış ve kardeşlik halidir. Batının topları  100 yıldır bu barışı ve kardeşliği dövmektedir. Beyrut belki de yıkılmaması için dua etmemiz gereken son kaledir. İnsanların pekala birlikte yaşayabileceklerini,  birbirlerini sevebileceklerini, yoklukla, ölümle başa çıkabileceklerini gösteren son kale…

Caramel filmi bir güzellik salonunda mutad bir şekilde bir araya gelen beş kadının hayat öykülerini, aşklarını, dramlarını anlatır. Layal  evli bir adama aşıktır. Adı gibi "Geceler' gibi kördür gözü. Sonu olmayan bir tutkunun peşinden gittiğini fark edemez. Zira orası Beyrut'tur , orada güneş akılları bulandırıp kalpleri kaynatacak kadar kızgındır. Çünkü Araplar'da sevmek düşünmekten, kalp akıldan daima önce gelir. Akılsızına kolaylıkla rastlamak mümkün olduğu halde , kalpsizine rast gelmek zordur bu insanların. Onlar kalpleriyle yaşayan bir halktır. Batılıların zıddına, doğulular bir şeyden vazgeçeceklerse akıldan vazgeçerler.

 Nesrin modernlikle İslami gelenek arasında gidip gelmekte olan, neyi niçin yaptığını bilemeyen tipik bir Arap kızıdır. Dinle ilişkisi, nişanlısını ve kendisini gelin olarak kabul edecek olan aileyi, hoşnut etme çabasından ibarettir. Savurduğu saçlarını toplar, tokaların ardına saklar, bluzunun kollarını indirir, bileziklerini ortadan kaldırır ve aile ile tanışma yemeğine gider. Kendini olmadığı biçimde mazbut gösterir. Bu mış gibi yapmaların ardında onu büyük sorunlar beklemektedir.

 Rima Arap geleneğindeki süslü püslü kadın imajına inat, erkek gibi giyinmeye çalışmakta, bu yolla haklarını elde edeceğini, en azından kendini aşk acısından koruyacağını ummaktadır. Sonunda taşan dişiliğin cazibesine o da dayanamaz. İki çocuk annesi bir başka kadın, eşi tarafından daha genç bir kadın için terk edilmenin acısını, her gün kuaföre gelerek çıkarmaya çalışmaktadır. Bunun gibi tanıdık ve bizden öyküler anlatılmaktadır Arap dünyasının içinden. Kadınlar için bir zihin tazeleme bir içe bakış, erkekler için bilinmeyen bir dünyanın keşfi gibi bu film…

“Bırakınız erkekler birbirleriyle savaşsınlar” dercesine iç içe geçmiş hayatları, dostlukları, paylaştıkları sırları ile kadınların naif dünyasını içtenlikli bir dille anlatır yönetmen Nadine Labaki. Doğu toplumlarında aşk, evlilik, kadın dostlukları, kuşak çatışması, batı etkisi gibi kavramları bizim dünyamızdan, bizim dilimizle anlatmış. Bir annenin kızına “Evlilik karpuz gibidir içini açıp bakmadan ne çıkacağını bilemezsin” öğüdüyle temsil edilen filmde, ne flört ne de gayri meşru hiçbir ilişkinin, bize evlilik hakkında fikir veremeyeceği, evliliğin bir kısmet ve hatta bir sürpriz paketi olduğu gerçeği yansıtılır. Batının determinist, lineer zaman algısı ile sebeplerle sonuçları görebilme çabası evlilik söz konusu olduğunda fiyasko ile sonuçlanır. Bu biz doğulular için yaşadıkça öğrenilen, öğrenildikçe hayatımıza bilgelik katan, kontrol edemeyeceğimiz şeylere teslim olmayı ve ancak teslim olarak huzura ermeyi netice veren bir süreçtir. Bizim evliliklerimiz bu yüzden hala ayaktadır. Bizde bu yüzden hala sahici aşklar azalmış da olsa mevcuttur. Biz doğulu kadınlar, risk alırız, güveniriz, sonucu ne olursa olsun teslim olmayı biliriz. Ceremesini de çekeriz o ayrı...

Bombalar patlayabilir, binalar yıkılabilir, insanlar ölebilir. Ama biz dünyanın merkezinde yaşayan insanlar, binlerce yıllık tarihten gelen bilgelikle ölülerimizi gömer ve düğünlerimizi yaparız. Güneşin her gün doğuşu ile yeniden aşkla tutunuruz hayata, birbirimize. Kalbi olan için daima ümit vardır. Acı ile tatlıyı karıştırmayı bir adet haline getirenlerin canını acıtmak kolay değildir. Kadınların yıllar geçse de pencerelerde sevgililerini bekledikleri coğrafyalarda savaşan erkekleri mağlub etmek de kolay olmasa gerek…

Batı ile doğu arasında sıkışmış , kimlik karmaşasına girmiş bizim gibi  insanlara kim olduklarını, kendileri olurlarsa nasıl da rahat edeceklerini anlatan, dudaklarınıza bir tebessüm kondurup giden, bir gün mutlaka Beyrut’a gitmeliyim dedirten bu filmi izlemelisiniz..

Mona İSLAM

14 Şubat 2013 Perşembe


AŞK İSTEYENE ÖLÜM VERİLİR, BU İYİ BİR ALIŞVERİŞTİR

Aşk ölüme mıhlıdır. Kimi aşkını kurtarmak için ölüme koşar, kimi ölümün adımlarını duysa da sevgilinin menzilinden ayrılamaz. Gerçekte sevgi ölüme rağmen vardır, ve ölüme meydan okur. Hiç kimse sevgilinin gözlerine bakılan doyumsuz beş dakikayı, ölümle sarmaş dolaş olmak pahasına istemiyorsa, “seviyorum” demesin. Bu söz ona memnudur. Onun aşkın tek bir harfini bile telaffuzu, haddini bilmezlik, serserilik, hatta edepsizlik addedilir.

İnsan sevmeyi bilmeyebilir. Bencil olabilir. Nasıl olsa elden çıkacak bir hayata, öyle ya da böyle son bulacak bir ilişkiye, vazoda en geç bir hafta sonra leş gibi kokacak olan çiçeklere itibar etmeyebilir. Ama söyleyiniz, kim kaybeder, çiçekler mi, elbette hayır. Çiçekler onları kısacık ömürlerinde hayran hayran seyredecek, onların üzerlerindeki satırları bir şiir edasıyla okuyacak, kokularında sarhoş olacak birini mutlaka bulurlar. Bu çiçeklerin yazgısıdır. Çiçeklere, ve aşka talip olmak nesneden çok özneye yarayan bir vecibedir . Bu yüzden aşkta karşılık aramak ahmaklıktır, ehli aşk ücretini peşin alır.  Seven kelebek misali bir gün için de olsa, konduğu çiçekle kendine varoluşuna sonsuz bir anlam katar. Aşkın kişinin bünyesinde ince ince işlediği, kelebek kanatları kabilinden hikmet ve kemalat, uğruna her şeyin verilebileceği kadar kıymetlidir.

Sevgi hele de sorumluluk duygusu ile birleşirse onda rahmet tecellileri göz kamaştırır. Hasta olmuş eşinin yanından kendi yaşamı da tehdit altında iken dahi ayrılmayan, onun alnındaki teri silen, istifra ettiğinde başını bir yere vurması endişesiyle alnını tutan bir kadından daha güzel bir yaratık var mıdır ? Ya da ihtilalin boğduğu şehirlerde, kalabalıkların taşkın bir nehir gibi aktığı sokaklarda eşini bulup korumaya çalışan bir erkekten daha olağan üstü bir varlığa rastladınız mı? Hangi biçim, hangi kostüm, hangi parfüm, bir insanı sevgisi için ölüme koşmaktan daha çekici kılar ki? Kim aşk için dökülmüş kanın ve terin necis olduğunu iddia edebilir? Zira sevgili bir gün morarıp tefessüh edecek cesedi için sevilmez, o ruhu için sevilir, ruh ise uğruna her şeyi fedaya değer bir cevherdir.

“The Painted Veil”, Duvak sadece böyle bir ölüm aşk sarmalının öyküsünü göz önüne sermekle kalmıyor, aynı zamanda kişinin sevgiyi ancak hayatla ölümün iç içe olduğu bir yaşam içinde öğrenebileceğini, aşkı da merhameti de ölümde demlemeden içmenin tatsız olacağını anlatıyor bize. Steril hayatlar yaşayan, ölümü kalplerinin, evlerinin, sohbetlerinin, hatta şehirlerinin dışına çıkaran modern insanların neden sevmeyi beceremediği kafamıza dank ediyor. Ölümü kovan, aşkı da kovar çünkü…

Benzer bir fikre Thomas Mann’ın  “Venedik’te Ölüm” romanında da rastlıyoruz. Yazar kitapta aşkı sebebiyle bir salgın hastalığın baş gösterdiği Venedik’ten  ayrılamayan, aklı her ne kadar ülkesine dönmesini emretse de, kalbine söz geçiremeyen bir adamı anlatır. Romanın kahramanı için ölüm alınacak ufak bir risk, aşk için ödenecek minik bir bahşiştir. Onun için ölümün gözleri, en az aşkı tutuşturan İtalyan kahvesinin acı, siyah ve sert tadı kadar çekicidir.
Aşkın sonsuzlaştırdığı dakikaları birer tesbih tanesi gibi evirip çevirir sona yaklaşır. Salgın hastalığı ciğerlerine hazla çeker. Son gördüğü yüz sevdiğinin yüzü olduktan sonra ölmek ne gam?

Hiçbir sevgiliye candan geçmeden kavuşulamaz. Sevgili aşkına karşılık hayatınızı ister. Ancak hayatını, ruhunu, canını  armağan etmiş olanlar, onun sonsuz tebessümünü hak edebilirler. Sufilerin dediği gibi seyr-i suluk aşkla başlar. Aşkı isteyene ölüm teklif edilir, bu alışverişte pazarlık yoktur. Ancak ölümü alıp koynuna koyanlar, iki dünyada da daima En Sevgilinin koynunda olacaklardır. Onlar kazanan taraftadırlar. Diğerleri için hayat, yalnızlık, sefalet ve hüsrandan ibarettir. Sevenler değil aslında sevemeyenlerdir her şeyini kaybedenler…

Mona İslam

13 Şubat 2013 Çarşamba


Budapeşte  Mektupları 3.

Canım,

Bugün Budapeşte’nin dışına çıkacağız. Biraz kuzeyde bir şehre Szentendre’ye gidiyoruz. Macar ölçülerine göre burası bir şehir ancak, bize göre bir kasaba. İstanbul’dan Şile’ye gitmek gibi bir sayfiye gezisi mesafesinde. Sabah metro ile Bathyany Ter’de indik, oradan kalkan trenlerle gidiyoruz. Yeşil renkli banliyö trenleri bunlar, sallana sallana tıngır mıngır gidiyorlar, on durak var, her birinde duruyorlar. Son durak Szentendre.

Tuna boyunca yukarı çıktık. Burada nehir genişliyor ve biraz da yavaşlıyor gibi, etrafta plaj gibi kumsallar görülüyor. İnsanlar buraya yüzmeye geliyorlar, hanımların boyunlarındaki bikini iplerinden ve ellerdeki plaj çantalarından apaçık görülüyor, ama plaj nerede onu bilmiyorum. Biz şehrin dışına çıkmadık.

Şehir tren istasyonundan beş dakikalık bir yürüyüşle başlıyor, sağlı sollu cici bici evler bana Polonezköy’ü hatırlatıyor. Girişten itibaren bir minik şapel, üç büyük kilise görülüyor. “Bu küçük kasabaya fazla değil mi?” diye düşünüyorum, ama belki ayrı mezheplerin kiliseleridir. Birine giriyoruz, bahçesi çiçeklerle dolu, sakin, huzurlu, sarı beyaz boyalı, kubbesi yeşil bir kilise bu. İçerisi Budapeşte’deki kilise gibi değil daha sade ve modern tasarlanmış. Kim bilir belki de Protestan kilisesi, yani Reformist burada öyle diyorlar. Fakat dikkat ettim de kiliselerin tamamında beyaz zambaklar var, yapma ya da gerçek bilemiyorum, ama İncil’deki “Kır zambakları gibi olun” sözünden etkilenmiş olmalılar.  Macarlar dindar değil diye duyduğumuzdan, bu kadar kilise ne işe yarıyor merak ediyorum.

Hediyelik eşya dükkanları görüyorum, çarşıya gelmiş olmalıyız. Macar bebeklere kızım hayran kaldı, Budapeşte’den beri tutturuyor. Bezden yapılmış yeşil kırmızı ve beyaz renkte folklorik kıyafetler giydirilmiş saçları yünden bebekler bunlar. Bir de tahtadan oyulanlar var, onlardan bir tane de sana aldım. Bir küçük siyah saçlı şapkalı kız, elinde süpürge, ev önünü süpürür imajı verilmiş, çok cici, eminim beğeneceksin. Burada paprika dedikleri biberler meşhur, kavanozlarda, bez torbalarda, tek ikil yahut üçlü paketlerde çeşit çeşit biber satılıyor. Yanlarına da işlemeli minik tahta kaşıklar yerleştirilmiş, sanki biberi onunla yemeğe koymak için gibi. Süs eşyası için dahi hoş. Kırmızı yeşil ve beyaz minik çuval torbalarda satılıyor. Kırmızısı bizim bildiğimiz kırmızı minik biberlerden. Bir de bayıldığım paskalya yumurtaları var, bir görsen, renk renk işlemeli boyalı, boy boy sepetlere dizilmiş, kiminin işlemeli dantelli poşetleri var. Sana onlardan da bir tane getireceğim. Mutfağa bir çiviye asarsın, mutfağının havasını değiştiriverir.

Tahmin ettiğin gibi ben başka şeyler de beğendim ama ‘abartma’ uyarısı alınca sustum. İşlemeli masa örtüleri vardı, kırmızı, yeşil, beyaz Macar renkleri ile gelincikler işlenmiş, gelincik de ayrıca önemli bir sembol burada, şehitlikte de anma töreninde gelincik resimleri vardı her yerde, bizim lale ve şehadet sembolümüz onlarda gelinciğe tekabül ediyor sanırım. Ve bluzlar da muhteşemdi, bizim şile bezi bluzlara benziyor, ama nakışlar çok görkemli, Macar yahut Polonya halk oyunlarında giyilenler gibi. Büzgülü kollu, aşağıya doğru kiloş iniyor, ne yazık ki içi gösteren cinsten yapıyorlar, zaten burada edep anlayışı hiç bizimkine benzemiyor. Biz öyle bir bluzu kadınların yanında dahi giymeyiz, ama harika, keşke biraz daha kalın bir kumaş olsaydı, o zaman beni kimse almamam için durduramazdı. Bu kadar ayrıntı verdiğime göre içimde kalmış olmalı.
Bir dükkanın önünden geçerken dinlenmek için bir banka oturduk, aramızda konuşuyoruz, bir delikanlı dükkandan seslendi “Abla pardon Türk müsünüz?” Hayretle döndük, “evet” dedik. Eşime değil bana sesleniyor, zira başörtülü olmak epeyce bir kimlik açık ediyor. “Şey, konuşmanıza kulak kabarttım da ben bir yıldır buradayım, sizi görünce selam vereyim dedim” diyerek bizi dükkanda gölgede oturmaya davet ediyor.  Biraz gelen Türk müşterileri avlama metodu gibi gelse de “Çay demledim içer misiniz?”. “Sorulur mu?” Burada sadece meyve çayları var, çay olur bir de demlenir de içmez miyiz, hem de bu hoş Macar kasabasında. Alışverişimizin bir kısmını bu arkadaşın dükkanından yapıyoruz, bize kendince makul indirimler de yapıyor sağ olsun. Dükkan sahibi de bir Türk, o arkadaşımızın aksine altı yıldır burada yaşıyormuş, bu genç de burada Turizm Otelcilik okuyor, bu dükkanda çalışıyormuş.


Bildik bir futbol muhabbeti bitimi, memleket nasıl sualleri sonrası yanda bir kafeye geçiyoruz. Orada Türk kahvesi içebileceğimiz söyleniyor, Boşnak usulü fincalarda klasik baharatlı Arap kahvesi içiyoruz, buna da Türk kahvesi diyorlar. Macaristan’da bulabileceğimizin en iyisi bu sanırım, keşke Boşnaklardan fincan ve cezveden daha fazlasını öğrenmiş olsalardı.  Estergon’a gitmekten vazgeçiyoruz, hem yol uzak hem bizim bu akşam gün batımından evvel Viyana biletlerini almamız icab ediyor, bu yüzden geldiğimiz tren istasyonundan Budapeşte’ye  geri dönüyoruz. Biraz mızmızlanıyorum, “Estergon kalesine gitmeyecek miyiz?” diye mırıldanıyorum, ama bizim kız da çok yorulmuş ve bir kale tırmanışı bu yorgunlukla yapılacak gibi değil.

Akşam bulabilirsek Macarların ünlü şairi Joseph Atilla’nın İngilizce şiirlerini arayacağız, birkaç da müzik cdsi alsak fena olmaz. Bu konuda bize burada, sana evvelce bahsettiğim, bir kafede tanıştığımız Mengü bey ve hassaten Macar eşi Sofia hanım yardım edecekler. Bu akşam onlarla buluşacağız. Bir kafede karşılaştığımız insanlarla böyle samimi olmak hem biraz tuhaf geliyor, zira İstanbul’da bunu hiç yapmıyoruz. Hem de yabancı diyarları insana sıcak hale getiriyor, insan ünsiyete ne kadar muhtaç. Aynı şeyi döviz bozdurduğumuz bir Change Office’de bir kızla da yaşadım. İki memurdan biri başörtülü bir kızdı, eşim işlem yaparken ofise girdim ve kızcağız beni görür görmez, sıcacık bir gülümseyişle selam verdi, çıkarken “maaselama” deyişine bakınca kız Araptı. Ben de arada kalmış bir tipim zaten, Türk’le Türk Arapla Arap oluyorum, beni bilirsin…

İkindi vakti Tarık Viyana biletlerini almaya gittikten sonra Budapeşte’deki Macar Müslümanlarla buluşmak için bir eve gitti. Burası bizim ilk geldiğimizde bir aralık uğradığımız bir mekan, dershane, sohbet yeri olarak kullanılıyor. Yerde minderler ve halı var, duvarlarda kitaplar, başka da bir şey yok. Macar Müslümanlar burada toplanıyorlarmış, içlerinde aslen Macar olup sonradan Müslüman olanlar, Araplar, Türkler de var. Burada bir camileri yok. Bu kötü bir durum, inşallah ileride olur. Ben olan biteni ancak Tarık’ın anlattıklarından işitebildim. Onlarla tanışmayı isterdim ama aralarında hanımlar yokmuş. Gitmem uygun olmazdı. Napalım…

Allah ben bir şeyi isteyince beni hiç mahrum bırakmıyor, vallahi tüm dualarımı kabul ediyor. Macar müslümanlardan biri toplantıya yetişememiş. Bu yüzden bizimle ayrıca görüşmek istemiş. Biz de zaten dışarı çıkacaktık, Vaci Utca’da Vösmatry Ter denilen meydandaki Gerbaud Cafe’ye gidecektik. “Orada buluşuruz” diye randevu veriyoruz. Biz Harun’dan önce kafeye gelmişiz. Biraz sonra 23 yaşında epeyce sarışın bir delikanlı bakınarak kafeye yaklaşıyor. Biz el sallıyoruz, yanımıza geliyor. Tanışıyoruz, eski adı Aron şimdi ise Harun. Budapeşte’li bir genç, ateist bir ailenin çocuğu, Suriye’den gelen bir arkadaşının tebliği ile Müslüman olmuş. Sonra Suriye’ye gidip epey kalmış ve Arapça öğrenmiş. Biraz da Türkçesi var, buradaki arkadaşlarından ve biraz da Türkiye ziyaretlerinden. Türkçe konuşurken tutuk, ama Arapça anlayabilirim deyince sular seller gibi Arapça konuşmaya başlıyor, nasıl heyecanlı, bana Suriye’de Lübnan’da geçirdiği günleri anlatıyor. Tarık’ı bıraktı benimle sohbet ediyor. “Öyle ya o benim duamın cevabı” diye düşünüyorum. Burada da tıpkı Bosna’da olduğu gibi insanlar ne kadar dindar olurlarsa olsunlar, kadın erkek ayrımı yapmadan çok rahat ve içten muhabbet ediyorlar. Avrupalı olmalarından kaynaklanıyor olmalı. Bu yüzden size aşırı çekingen yaklaşıp her dakika kadın olduğunuzu hissettirmiyorlar, böylece insan karşısındaki ile insaniyeten muhatap olabiliyor, keşke bizim ülkemizde de erkekler böyle olsalar, kanaatimce kaç göç yapacağız diye lüzümsuz gerginlik yaratıyorlar.

Evet ölçü olmalı, ama gerginliğe de lüzum yok sanırım.

Tarık bir kitapçıya gitmek istiyor, Hala Selahattin için Joseph Atilla şiirleri arıyoruz, Macarcası var ama İngilizce bulamıyoruz. Sofia hanım biraz araştırmış ama o da bulamamış. Fakat Harun’un yardımıyla bir cd buluyoruz, şiirler Macarca seslendirilmiş okunuyor. Bu da sevgili arkadaşımız Selahattin’i Macar alfabesiyle boğuşmaktan kurtarır. Anlamasa da en azından dinleyebilir. Ben de birkaç müzik cdsi alıyorum, popüler Macar müzikleri, folklorik müzikler vs. Sonrasında Aslanlı köprüye doğru yürüyoruz, dün gece fotoğraf makinemizin şarjı bittiğinden fotoğraf çekememiştik, bu gece çekelim bari diyoruz, birkaç Budapeşte Tuna kıyısı gece fotoğrafı alıyoruz, şehir hakikaten büyüleyici. Yeni arkadaşımız Harun Temmuz’da İstanbul’a gelecekmiş, Tömer’e Türkçe kursuna başlayacakmış, bana “Türkiye’de Arapça öğretip para kazanabilir miyim” diye soruyor. Gülerek “olabilir” diyorum, “eğer gramerin de konuşman kadar iyiyse, mutlaka iş bulursun.” “Zira Türkiye’de pek çok Arapça öğretmeni senin kadar iyi Arapça konuşamıyor” diye belirtiyorum. “Ben de senden ders alabilirim” diye ekliyorum, tabii bu çok tuhaf bir durum “Arapçayı kimden öğrendin, bir Macar’dan”. Ama vallahi bizim Suriye’de tanıştığımız kızlardan bile iyi, hiç duraksamadan, takılmadan, tıkır tıkır konuşuyordu. Üstelik birkaç bölgenin yerel dilini dahi biliyor. Arapça ve Türkçe dışında çok iyi İspanyolcası varmış, elbette onu test edecek durumda değilim, ama burada İspanyolca okuyormuş, biraz da İngilizce biliyormuş. Ama sıralamak gerekirse en çok İspanyolca sonra Arapça, orta karar Türkçe ve azıcık İngilizce biliyor. Zaten Arapça Türkçe karışık konuştuğu bazı Türkçe kelimeleri bulamadığı ve onları Arapça kullandığı için zaman zaman ona tercümanlık yapmak durumunda kalıyorum. Maşallah hacca da gitmiş. Tarık’la konuşuyoruz, bu çocuk 23 yıllık hayatında bu kadar şeyi yapmayı nasıl başarmış. Subhanallah.

Harun’la vedalaşıyoruz, Temmuz’a az kaldı, artık İstanbul’a gelince o bizi arayacak.  

Yoruldum, yatmam gerek, yazarım yine, herkese çok selam…


Mona  




11 Şubat 2013 Pazartesi


Budapeşte Mektupları 2.

Sevgili arkadaşım,

Bugün Budapeşte’de ikinci günümüz. Akşam şu saat itibariyle söyleyebilirim ki Budapeşte’nin altını üstüne getirmiş bulunuyoruz. Biz dün 1 suları geldik, bak işte tastamam bir buçuk gün. Şehri avucumuzun içi gibi biliyoruz artık. Ulaşım çok kolay. Hele bizim kaldığımız mıntıka hem metro hem tramvay hattının kesişim noktasında otobüsler de geçiyor, iki günlük bir Budapest Card ile her yere rahatça ulaşılabiliyor. Şehir haritaları her durakta var. Yönler gösterilmiş, zaten elimizde de otelden aldığımız harita da olunca, kim tutar bizi?

Biliyorsun ya, ben çalışkan kızım, evden dersimi çalışıp geldim, burada gezilebilecek her yere internetten bakıp notlar aldım. Ailemizin tur rehberi ben oluyorum. Nereye gitsek not defterimi açıp “buranın hikayesi şudur” diye anlatmaya başlıyorum. Bu da beni çok eğlendiriyor. Bu işe iyice kendimi kaptırdım sanırım. Haritalardan yol bulmak, metrolara, tramvaylara girip çıkmak, yön tayini, durakların adlarını ezberlemek çok keyifli bir iş. Bulmaca çözmek gibi, maceraya atılmak gibi, atla bir tramvaya, rastgele bir yerde in ve çevreyi keşfet. Kendimi bu dünyada bundan daha özgür, daha mutlu hissedemezdim.

Sabah kalktık. “Macaristan’da Macar salamı yiyemiyoruz şu işe bak” diyen eşimin homurtuları eşliğinde yumurta peynir ekmek türü bildik ve güvenli şeylerle otelde kahvaltı ettik. Gerçekten de jambonlar, salamlar, bu tür şarküteri ürünlerini sevenler için (domuz da olsalar) harika görünüyorlar.  Görünüşe aldanmamamak lazım değil mi? Bazen insan dışarıdan cazip, çekici bildiği birşeyin hakikatini, iç yüzünü gördüğünde tüm iştahı kayboluyor. Şimdi haritamızı kaptık, önce Peşte’nin kuzeyine gideceğiz, oradan da batıya Buda tarafına geçip kuzeyden güneye tüm tepeleri gezerek öğlene kadarki turumuzu noktalamak niyetindeyiz. Metroya binip Parlamento Binası'nın yanında indik. Muhteşem bir bina bu. Hem güzel hem heybetli. Çok da büyük. Budapeşte’nin her yerinden görülüyor ve tek bir fotoğraf karesine sığdırmak mümkün değil, ancak Gellert tepesine çıkılırsa belki. Burada ilginç ortası delik bir bayrak görüyoruz. Bu yine dünkü anma gününde gördüklerimiz türünden Macarların 1956’da Sovyetlere karşı yaptıkları devrim ve ayaklanmanın bir sembolü imiş. Sovyet işgalinden kurtulmak için başlatılan ayaklanmada çok insan ölmüş, çok kan döküldüğünden burada Rusları hiç sevmiyorlar. Macaristan’da bir Türk olmak bile Rus olmaktan daha iyi . Zaten Macarlar Osmanlı idaresinin üzerinden çok seneler geçtiğinden ve Türkler onların ikinci dünya savaşında canına okuyan Almanlar ya da Ruslar kadar vahşi olmadığından pek bir hasmane tutum göstermiyorlar. Ama yine de onlar için bir öteki oluşumuz baki kalıyor. Bayrak mevzuuna dönersek Sovyet işgalinde bayrağın ortasında bir Sovyet sembolü varmış o yıllarda, onu delmişler yahut yırtmışlar her ne ise…O günden beri ortası delik bir bayrak Macar Meclisi önünde gönderde dalgalanıyor.

Köprüden karşıya geçmek gerek. Metroya iniyoruz zira yukarı tırmanmak zor olacak Budin’e geçiyoruz Batthany’de indik, burada ilk gözümüze çarpan yeşil ve güzel kubbesi ile St Anne kilisesi. İçeri giremiyoruz ne yazık ki, kapalı. Sonradan öğreniyoruz ki Macarlara Sovyet idaresinden miras kalan şey dindarlıktan çok uzak olmaları imiş. Sahilde yine kapalı olan Reformist Kilise binasını geçip tırmanmaya başlıyoruz. Yolun sonunda tepede Balıkçılar Kasrı bizi karşılıyor. Burası masal diyarı gibi bir kale, yedi kulesi var. Biri diğer altısından daha görkemli. İçeride ise haçlar eşliğinde heykellerle yedi Macar kabilesinin reislerinin tasvirleri bulunuyor. Macarlar yedi boymuş. Biri kral olmalı, öyle resmedilmiş, heykeller ve ana kubbe de buna işaret ediyor. Burada bir kafe var, tırmanış yorduğundan biraz oturuyoruz. Fotoğraf çekmek için ideal bir yer Tuna ayaklarımızın altında. Karşımızda parlamento binası. Sağda karşı kıyıda St Istvan Basilikası görünüyor. Tam kalkacağız, bir canlı müzik başlıyor, keman ve piyano. Nasıl kıvrak bir melodi. Yorgunluğa ne iyi geliyor bir bilsen! Kahvelerimizi yudumluyoruz, müzik yavaşlıyor, sanki Tuna’nın akan şırıltısı gibi bir başka melodi ile yer değiştiriyor. Hemen arkamızda St Matthias Kilisesi bulunuyor, şu an restorasyonda, ama sarı kırmızı kubbeleri ile çok güzel görünüyor. Minik minik sarı ve kırmızı taşları birbirinin içine geçmiş sanki. (MATTHİAS KİLİSESİ ÖNÜNDEKİ MEYDAN) Bu kilise Budapeşte’nin ikinci büyük kilisesi, Kanuni zamanında bir müddet cami olmuş. Kim bilir belki bu yüzden mekan içimi ısıtıyor.  Ne de olsa 160 yıl içinde namaz kılınmış bir bina burası. Kiliseler de kapalı, çünkü kimse gitmiyormuş.

Biraz ileride yuvarlak yeşil kubbesi ile Kraliyet Sarayı uzanıyor. Görkemli bir bina ama Parlamento binası yapıldıktan sonra görkemi biraz sönmüş. Cumhuriyet krallık çekişmesini mimarisiyle heybetiyle Parlamento Binası kazanmış gibi duruyor, ama yine de bu Saray bahçesi , heykelleri ile çok zarif . Tepede ve erişilmez duruyor. Arada bir de böyle bir fark var sanırım, Parlamento Binası düzlükte ve içeri girilebiliyor, halen yaşıyor. Saray içine bir müze yapılmış ama ölü ve ulaşılması güç bir noktada tepede yer alıyor . Buradan da manzara müthiş  . Yokuşlar Arnavut kaldırımı sokaklar, sıra sıra güzel evler bakmaya doyulur gibi değil. Her şeyin ötesinde çok yeşillik var, şehrin içi bu kadar ağaç ise var sen şehrin taşrasını tahmin et…

Burada çok yorulduk. Gellert tepesi de epey uzak güneyde kalıyor. Orada bir orman ve bir meydanda inşa edilmiş kahramanlık anıtı var. Türkler’le epey savaşmışlar bu insanlar, her yerdeki anıtlarda bizim de payımız var. Bize karşı zaferlerini kutlamışlar. Zaten şehirde hiç Müslüman izi kalmamış. Denildiği üzere Budin tarafında vaktiyle kırk mescid varmış, şimdi bir tane bile yok. Kilise ve Sinagog var, ama Cami yok. Bir taksiye atlıyoruz, adım atacak halimiz yok Gellert tepesine çıkacağımızı umut ederken taksi bizi tepenin eteklerinde bırakmaz mı? Allah Allah buraya araba çıkmazmış, vallahi biz de bu takatle tepeye çıkamayacağız, bir şey yokmuş zaten, sadece iyi bir fotoğraf çekme noktası diye kendimizi avutuyoruz. Balıkçılar Kasrında ve Kraliyet Sarayı bahçesinde epey fotoğraf da çektik, bu kadarı yeterli. Elif’in ricası ile koruya,onun tabiri ile ‘orman’a tımanıyoruz. “Anne” diyor “İstanbul’da gitmiyoruz, bari burada ormana gidelim.” Sanki İstanbul’da orman var da biz götürmüyoruz.

Yeşil köprüden karşıya geçtik, köprülerden yürümek çok hoş, hafif hafif sallanıyor, salıncak gibi. Karşımızda Peşte tarafında Hal binası var. Elimizdeki haritada Central Market olarak geçiyor. Ama ne hal bir görsen! Dışarıdan bir köşkü, yahut bir devlet binasını, bir mini sarayı andırıyor. Binaları öyle güzel yapıyorlar ki. Zaten Balıkçılar Kasrı da ilk dönemde balıkçıların yanaştığı ve çalıştığı bir mekan olarak tasarlanmış, balık hali desek abartmış olmayız. Aman Masal Diyarı gibi mübarek… Hale girdik, dolaşıyoruz, dükkanlarda çeşit çeşit peynir, salam sucuk var, çok da güzel görünüyor ama ağır bir koku da var ki sorma! Üste domuz butları kurutulmuşa benzer bir tarzda yan yana dizmişler, midemiz kalkıyor, dolaşmaktan vaz geçiyoruz. Hayalen geri gidip sabah otelde gördüğüm ve özendiğim jambonlara tövbe ediyorum. Allah nasıl gösteriyor, aklımızda bir şüphe bırakmıyor, iğrenç olan iğrençtir, Allah temiz ve iyi bir şeyi yasaklamaz, anlıyoruz.

Vaci Utca’ya daldık yine, namı diğer Macar İstiklal Caddesine. Burada da akordeon çalan bir zat var. Bir konser salonu önü zaten durduğu yer. Bozuk para atan geçiyor. Biraz oturuyoruz, şehri kuzeyden başlayıp güneye dolaştıktan sonra biraz oturmadan olmuyor. Beni bilirsin, hep evdeyim, yürümek kim ben kim! Ama burada süper performans gösteriyorum, ayaklarım şişti çaktırma. Burada bir sürü hediyelik eşya dükkanı var. Macar bebekleri, matruşkalar, paskalya yumurtaları, çeşit çeşit buzdolabı mıknatısları, cam balonun içine yerleştirilmiş Macar önemli mekanları, kartpostallar, masa örtüleri, nakışlı geleneksel bluzlar vs…

Metroya binip otele dönüyoruz, herkes yorgun. Bir saat kadar uyuyoruz, sonra yine sokaklardayız. Bu kez daha kuzeye gideceğiz. Çünkü orada Margit adası var. Yürüyüş yapanlar, bisiklete binenler, tenis veya futbol oynayanlar oradalar. Sonradan Avusturyalılarla karşılaştırınca anlıyorum ki Macarlar kıpır kıpır hareketli hayat dolu insanlar. Burada hayat gece de devam ediyor. Budapeşte meydanları kafeleri, barları, sinema ve tiyatroları, sokakları, ulaşım araçları gece de insan kaynıyor.Onların nüfusu az olduğu için tıklım tıklım görünmüyor ancak Viyana ile karşılaştırmak gerekirse, Budapeşte genç ve hareketli bir kadına Viyana ise yaşlı ve hayattan yorulmuş bir adama benziyor. Margit adasında güzel kafeler var, sokaklarda davul çalanlar, sokak müzisyenleri  , onların etrafına durmuş dans eden gençler görüyorsunuz. Gece geç saatlerde rahatsız edilmeden yeşil alanlarda koruda, Tuna kıyısında jimnastik yapan kızlar var. Duvarlara tünemiş ellerinde bira kutuları olan gençler de. Çok içiyorlar, tramvayda yanına oturduğunuz bazı insanlar buram buram alkol kokuyor. Kibrit çaksan tutuşacak neredeyse. Ama yine de kavga gürültü yok, içip delirmiyorlar, sağa sola sataşmıyorlar diyebiliriz. Macarlar genellikle sakin, yumuşak başlı, güler yüzlü insanlar. Allah hepsine hidayet etsin, ben onları sevdim. Ne yazık ki Avusturyalılar için benzer bir hidayet duası yapmak içimden gelmedi. Benim gönlüm dar demek. Güneş gibi her yere ışıyamıyorum. Ama zaten güneş de Viyana’yı Budapeşte’yı aydınlattığı ve ısıttığı gibi ısıtmıyor. Burada güneş gözlüğü taktım hep, ve yüzüm epeyce yandı, Viyana’da güneşi ara ki bulasın. Ben zaten Budapeşte’yi daha çok sevdim. Viyana’ya bir daha gitmek istemeyebilirim ama buraya tekrar tekrar gelinir. 

Birazdan güneş batacak ve biz önce buraya yakın Budin tarafında Gül babayı ziyarete gitmeliyiz. Bunun için de az yokuş tırmanmadık. “Ah işte türbeyi bulduk” derken, “tüh kapalı dememiz” gecikmedi. Dışarıdan dua ettik, selam gönderdik, “ahirette tanışalım inşallah” dedik. “Allah’ım ziyaretine geldiğimizden bu Bektaşi Dervişini, insanlara gül dağıtan ve Anadolu’dan buraya İslam’ı anlatmak için gelmiş bu zatı haberdar et” duamıza bu topraklarda yatan diğer şehitlerimizi de ekledik. Tam o an, bir bekçi geldi. Bir umut sordum, “girebilir miyiz?” diye. Adam saati işaret etti, belli ki İngilizce bilmiyordu. Ben ona “İstanbul’dan geldik, lütfen!” dedim. Gönlü razı olmamış olacak ki bize hem bahçe kapısını, hem türbe içini açtı, kabre kadar girdik, dua ettik. Burası gül kokuyordu. Bahçedeki çinili Osmanlı çeşmesinden su içtik. Adama teşekkür için biraz para verip çıktık. Gül baba ziyaretine geldiğimizi duymuş mudur bilmiyoruz, ancak hakkalyakin anladık ki Allah bizi işitir ve duamıza cevap verir, bu akşam da o tepeye kadar çıkışımızı, sayimizi, yorgun bacaklarımızı boş çevirmedi. Bize adeta bir tebessüm etti.

Budapeşte’yi gece görmelisin. Okuduğuma göre Avrupa’nın en iyi ışıklandırılan birkaç şehrinden biriymiş. Tuna boyu biraz Boğazı andırıyor. Köprüler çok zarif. Karşılıklı saraylar, kiliseler nehir boyunca süzülüyor. Yol üzerinde St İstvan Basilikası’nı buluyorum. Kapı açık. Ne talih! İçeri giriyoruz. Bu kilise tüm Macar Kiliselerinin en büyüğü, merkez kilise anlamında Basilika diyorlar. Diğer kiliseleri içeriden göremesem de bu bana yetiyor , muhteşem bir mekan. Ancak insan şunu düşünmeden de edemiyor. O kadar ayrıntı ve süs var ki, resimler, heykeller, tasvirler, süslemeler, tahta sıralar, oymalı kakmalı sunaklar, şamdanlar, kafesler. İnsan etrafa bakarken hiç Allah hatıra getiremiyor. Mekan bir işaret olarak Allah’ı değil bizzat kendini gösteriyor. Hani derler ya “ben ayı gösteriyorum adam parmağıma bakıyor”, tam da o hesap. Mekan sonsuzluğun önünde perde oluyor, ayet, işaret alamet olamıyor. Hristiyanların nasıl esbabperest insanlar kaldıklarını, Hz. İsa’yı Allah’ın önünde perde yapmakla başlayan sürecin nerelere kadar dayandığını görebiliyoruz.


Bu gün Budapeşte’de gezilebilecek her yeri bitirdik sevgili dostum. Yarın nasipse, kuzeye Szentendre’ye gideceğiz. Buraya trenle kırk dakika uzaklıkta bir sayfiye kasabası Szentendre. Yine yollara düşeceğiz bakalım, Allah bize ne gösterecek. “İnsan nereye gitse aslında kendinden bir şeyler bulur, kendinde olmayanı zaten afakta var olsa da göremezsin” hakikatini zikrediyorum. Bakalım ben kendimden ne bulacağım, içimde küçük alem olup göremediğim neyi büyütülmüş bir halde büyük alemde müşahede edeceğim anlayacağız. Sana gene yazacağım, şimdilik hoşçakal….

Mona

10 Şubat 2013 Pazar


Budapeşte Mektupları 1

Sevgili Dostum,

Bugün Macaristan’a öğle suları indik. Şehir merkezine yolculuk biraz sürüyor, elbette İstanbul’la kıyaslanamaz, zira hiç trafik yok. Şehir bizi karşılayan arkadaşın anlattığı üzere Tuna kıyısında temerküz ediyor. Biz de Peşte bölgesinden başlayarak şehre önce hızlı bir bakış fırlatıyoruz. Bana biraz Sarajevo girişini hatırlatıyor, elbette burası yakın zamanda bir savaş geçirmediği için daha bakımlı ve güzel, delik deşik binalar bulunmuyor.

Önce valizleri bırakmak üzere buradaki öğrenci arkadaşımız Abdülkerim’in evine uğruyoruz, otel bakacağız, fakat otel kimin umurunda nasılsa yatacak bir yer illa ki buluruz diyerek, şehri arşınlamaya başlıyoruz. Bizi evvela Tuna kıyısına götürüyor%7 Abdülkerim, Tuna Budapeşte’de tek kol halinde akıyor, Slovakya ve Avusturya’dan da gelen kollar burada birleşiyormuş, biraz kirli aktığını öğreniyoruz. Denilen o ki Viyana’da dibi görmek mümkünmüş, gidersek göreceğiz bakalım. Yine de zihnimdeki en görkemli nehir Nil’le karşılaştırılınca Tuna bir yavru gibi, çok küçük ve temiz kalıyor.

Sana Tuna’yı görünce mesaj atacağımı söylemiştim ya, işte şimdi Aslanlı Köprü’deyiz,%11 buraya Zincirli Köprü de deniliyor, ilk yapılan köprü buymuş. Daha evvel Budin ve Peşte ayrı ayrı iki kasaba imiş. Karşıya geçiyoruz, burası Budin tarafı, tam önümüzde Mathias Kilisesi duruyor, şu an restorasyonda. Macaristan’ın ikinci büyük kilisesi imiş ve Kanuni döneminde bir müddet cami olmuş. Şimdilik sadece uzaktan bakıyoruz, esas tur yarın. Hemen onun berisinde eski Kraliyet sarayı var. Kubbesi çok hoş bir mavi yeşil ara rengi, turkuaz gibi değil ama yeşile daha yakın. Seramik kaplı olduğunu öğreniyoruz. 13. ve 15. yüzyıllar arası yapıldı deniliyor ama iki yüzyıl sürer mi canım demekten kendimi alamıyorum. Ne diyelim “el ilmu indallah”.

Arkadaşlar bugün bize sadece şehrin ana hatlarını gösteriyorlar, gezi işi bize kalıyor, zira onlar burada öğrenci ve yaz okuluna gidiyorlar. Tekrar Peşte’ye geçiyoruz. Elizabeth köprüsü ayağından başlayan bir caddeye varıyoruz, burası Vaci Utca, Macarların İstiklal Caddesi. Utca Macarca “cadde” demekmiş. Bağımsızlıkla bir alakası yok tabii İstiklal caddesi demem araç trafiğine kapalı ve sağlı sollu mağazalarla dolu oluşundan kaynaklanıyor.  Bir köşede geleneksel Macar kıyafetleri ile bir dans gösterisine hazırlanan bir ekip ile karşılaşıyoruz. %143 Keşke beklesek, izlesek, ama arkadaşlar yürüyorlar, biz buraya yarın tek gelmeliyiz, ama bu gösteri yarın olmaz ki, uff başkasına bağlı olmak pek iyi değil! Napalım, çocuklar yardımcı olmaya çalışıyorlar. Keşke burada olsan da hep caddede kahve içmeye gittiğimiz gibi buradaki Gerhaud Cafe’de birer machiato içsek. Biliyor musun burası Avrupa’nın en eski pastanesiymiş, içi Barok tarzı inşa edilmiş, harikulade bir yer. Ama burada olsak kahvenin yanına o ekzantrik pastalardan söyleyemezdik be canım, ne de olsa gavuristandayız, neyin içinde ne var belli değil…

Sarı hattaki tramvaya binip Andrasse Utca’da iniyoruz. Burası da Nişantaşı’nı andıran bir yer. Biraz yürüyoruz, pahalı marka dükkanlar, sosyetik kafeler, publar, yorulduk, birinde oturuyoruz, ince eleyip sık dokuyarak içinde alkol bulunmayan bir şeyler arıyoruz, ayaklarımız ne çok ağrımış. O da ne bir müzik sesi geliyor, arkadaşları eşimi ve kızımı masada bırakıp kalkıyorum, bunun nereden geldiğini bulmalıyım, nasıl bir melodi bu Ya Rabbi. Yürüyorum, bir park var geçiyorum. Evet, ses buradan geliyor, çok heybetli süslü bir bina, kapıda Litsz yazıyor. Hiçbir şeyin İngilizce açıklaması yok burada, çekilen en büyük sıkıntı bu. Karşıdaki pubın önünde duran garsonlara soruyorum, bana buranın bir Müzik Akademisi olduğunu gelen sesin de içeride çalışan pratik yapan öğrencilerden kaynaklandığını anlatıyorlar. Allah’tan gençler İngilizce biliyorlar. Zira Macaristan on milyon nüfusuna karşılık her yıl yaklaşık yirmi milyon turist alıyor. Harika canlı müzik, keşke burada otursaydık, neticede burada her yer içkili. Bir fotoğraf çekiyorum, bunda hiç becerikli değilim…
Artık bir otel bulmalıyız, (Budapeşte’de bir otel) tek tek dolaşıp soruşturuyoruz, sonunda bir yer bulduk, yakında da bir Türk lokantası var, akşam yemeğini orada yiyeceğiz, emin birkaç yerden biri burası. Yemekleri hiç beğenmiyoruz, Macarlara yutturabilirler belki ama bu yemekler 3. sınıf Türk yemeği. Yine de nimet elbette yiyoruz. Üstelik eşimin “ben bilmediğimi yemem” muhafazakar tavrına mukabil ben gittiğim yerlerde farklı tatları denemeyi severim. Ama dedim ya burası gavuristan burada Arap ülkelerinde alışageldiğim kadar özgür değilim. “Ee”, diyorum Tarık’a “şimdi nereye gidiyoruz”, otelden aldığımız haritaya bakıyoruz,  Kahramanlar Meydanı’na  gideceğiz, ama nasıl? Yolu bulabilirsek, inceleyelim bakalım. Allah nasıl yardım ediyor, yan masadaki kadın da Türk. Biraz aksanlı konuşuyor ama neyse, selamlaşıyor sohbet ediyoruz. Ama biz biraz sonra fena halde yanıldığımızı anlıyoruz, zira Sofia hanım bir Macar, “Allah Allah” diyoruz, nasıl bu güzel Türkçe, deyimleri bile harika kullanıyor, “ben Türkleri çok severim” diyor. Anlıyoruz ki yanındaki ona göre az konuşan bey Türk ve onun eşi, hanımefendi de Türkçe’yi eşinden öğrenmiş. Ama nasıl güzel konuşuyor, deyimleri bile yerli yerinde kullanıyor. Çok da sıcakkanlı bir hanım. Gideceğimiz yerin tarifini onlardan alıp yola düşüyoruz. Elhamdülillah…

Tramvaydan indik Octogen diye bir kavşak burası Andrasse Utca’ya  döneceğiz, gündüz geldiğimiz yer burası. Ama bu kez kuzeye doğru gideceğiz, yolda muhteşem evler var, kimi köşk gibi, kimi işyeri, kimi konsolosluk binası, burası şehrin en zenginlerinin muhiti olmalı, yürüyoruz, yolda bizi opera binası olduğunu öğrendiğimiz bir mekan ve önündeki sanatçı heykelleri selamlıyor. Yolun sonu büyük meydana çıkıyor. Solda Roma tarzı yapılmış büyük bir bina var. Sağda bir büyülü kilise bulunuyor ve karşımızda büyük bir meydan var. Meydanda yedi Macar kabilesini temsil eden heykeller, Türklere karşı savaşmış kralların heykelleri  , bir de elinde bir haç taşıyan Cebrail heykeli var. Solda bir kalabalık görüyoruz, bir müzik duyuluyor, herkes kıpırdamadan duruyor. Bu Macar Ulusal Marşı olmalı. Duruyoruz, saygısızlık etmek istemeyiz. Büyük bir koro toplanmış, dev ekrandan da verilen bir tören ve anma günü var. Milli marş bitiyor, bir klasik müzik şöleni başlıyor. %34 Bir adam bir sürü isim okuyor, fotoğraflar %40 gösteriyor. Yaklaşıp korumalardan birine soruyorum. “Bu ne toplantısı, ne için yapılıyor, bugünün önemi nedir?” Bana 16 Haziran 1956 da bir devrim olduğundan söz ediyor. “Revolution day” sırasında Sovyetlere karşı ayaklanmışlar ve şehitler vermişler, yandaki tepede onların mezarları  bulunuyor. Tanık olduğumuz gösteri onları anma toplantısı imiş. Gidip bakıyoruz, 1956 1989 gibi iki tarihe rastlıyoruz, bunlar Macaristan için önemli zamanlar olmalı. Ama tüm tabelalar Macarca tek bir İngilizce ibareye rastlayamıyoruz.

Meydanı arkamıza alıp bir köprü geçiyoruz. Burası bir koruluk. Peri masallarındaki gibi bir şato ile çevrilmiş. Şatonun yanı başında bir göl var, içinde ördekler koro ile şarkı söylüyorlar, öyle enteresan ki bu ses, oturup dinliyoruz. Burada insanlar, hayvanlar, her şey şarkı söylüyor gibi. Şatonun bahçesine giriyoruz. İçeride akşam olduğu için kapalı, ama büyüleyici bir kilise var . Nasıl güzel yapılmış, nasıl davetkar… Şato hali hazırda bir müze, ama ne müzesi anlayamıyorum, yazılı her şey yine Macarca. Parkta koşanlar, yoga yapanlar görüyoruz, öyle sessiz ki burası. Güneş batıyor, kıpkırmızı. Yağmur da başladı ince ince yağıyor. Ah bir görsen, nasıl güzel düşüyor gölün üzerine. Sanki yağmur da Macarca bir şarkıya iştirak ediyor. Önce sık adım yürüyoruz, gideceğimiz yol uzun bir yürüyüş mesafesi, ıslanmak istemiyoruz. Sonra bir miktar ıslanınca battı balık yan gider hesabı yavaşlıyoruz. Islanmaya aldırmayınca, bir yere yetişme derdi olmayınca, nasıl da özgür hissediyorum kendimi. Sokaklarda öyle az insan var ki. Yağmur, ağaçlar, güzel sokaklar, ardımızdan gelen klasik müzik sesi, bulutlu Macar göğü. Hesap etmeye çalışıyorum senden ne kadar kuzeydeyim, aynı göğe mi bakıyoruz. Yok, burası başka bir gezegen olmalı. Her şeyleri başka insanlar bunlar. Sakinler, sessizler, yavaşlar. Kimsenin bir telaşı yok, sokaklarda kimse yüksek sesle konuşmuyor. Sanki hayat ağır çekimde ve düşük volümde seyrediyor burada. Bunlar da bir Türk kavmi ama biz onlara hiç benzemiyoruz, biz asırlarca beraber yaşadığımız Araplar’a benziyoruz. Gene “Arap damarın tuttu” deme. Kavmiyetçilik buradan bakınca öyle tuhaf geliyor ki. Saçma, gülünç, zorlama. Bu insanların tipleri bile farklı, ekseriyetle sarışınlar.  Bizim İstanbul’daki hayat ritmimiz ancak NewYork’la Londra ile karşılaştırılmalı, sıcaklığımız ve karmaşıklığımız ise Kahire’yle, Şam’la, Tahran’la.

Çok yorgunum, nereye gitmiş olursak olalım tatilin ilk gecesi hiç uyuyamam, heyecandan yer yadırgamaktan, gün boyu gördüklerimi hayal etmekten, vücudum bitap da düşse, ruhum hızını ve enerjisini kaybetmez. Onu “uyu ve rüya gör” diye de kandıramıyorum. Ben de sana yazıyorum, belki kafamdakileri sana anlatırsam, seni hayalimde Budapeşte’de dolaştırırsam, belki zihnim boşalır ve uyuyabilirim. Sensiz her şey biraz eksik, ama ne yapalım. Ve ibn-i Arabi’nin belirttiği gibi insan yazıda da var olabiliyor, birine yazarken de onunlaymış gibi hissedebiliyor…

8 Şubat 2013 Cuma


İz Bırakmak

Allah Vacib-ül Vücud’dur. Varlık sıfatı bizzat O’na aittir. Eşya vardır. İnsan ise var olur. Varoluş bir süreçtir ve insana hastır. Biz bir hilal misali ala-i illiyinden esfel-i safiline inebilir, esfel-i safilinden ala-i illiyine çıkabiliriz. Dünyaya inişimiz ve bekaya gidişimiz bir tam daire teşkil eder. “Sonunda bize döndürülürsünüz” hakikati böylece tahakkuk eder. Bu bizim hikayemizdir.

Bu sabit ve kararlı bir varlığa sahip olmama hali bizi varoluş endişesine sürükler. Biz ne melek gibi ne hayvan gibiyiz, makamımızın bir garantisi yok, gözde de olabiliriz, gözden de düşebiliriz. Bir bakmışsın cansın, yakınsın, bir bakmışsın tard edilmiş uzaklaştırılmışsın. Bağlar kurulur, bağlar kesilir. Her an varlığımızdan bir şeyler yitirme korkusu taşırız, ve bu endişenin üstesinden gelebilmek için kainatta bir iz bırakmaya çalışırız. İz bırakmanın tek yolu ilişki kurmaktır. Biz de varlıkla ilişki kurarız. Bağ kurarız. Kesilebileceğini bile bile kurarız hem de. Risk alırız. Hiç olmamışa olmuş bitmişi yeğleriz çünkü. İlki yokluktur, ikincisi fani de olsa varlık. Severek, şefkat ederek, infak ederek, biçim vererek, değiştirerek, hatta bazen yıkarak, yok ederek iz bırakırız varlıkta. Hep temasla, hep uzanarak, hep dokunarak. Eller hem tutmaya tutunmaya hem fırlatıp atmaya yönelir. Cemale ve celale. 

Bu öylesine bir fıtri ihtiyaçtır ki küçük çocuklarda bile kendini gösterir. Yaptığı bir resmi size beğendirme çabası ile, bir kitaba daldığınızı gördüğünde ilgi isteyip “seni seviyorum anne” demesi ile, hatta yaramazlık yapmaları ile çocuklar “beni gör, ben varım” derler. Görmezden gelinmeyi, cevap verilmemeyi, sevmez insan. Varlığını hissetmenin ilk adımıdır şeylerin varlığını hissetmek, kendini ötekine göre tanımlamak, ötekinin başladığı yerde bitmek, sınırını bilmek. Şeylerin yokluğundaki var oluş biçimi varoluşun üst basamaklarındadır, ona ulaşana dek nice şeyle nispet kurarız, bozarız. Önce o nispetleri bilmeliyiz ki sonra aşkın olana, hiç bir şeyle bağlanabilelim. Şeylerin yetmediğini anlamamız gerek ki la şeydeki zati nispeti görebilelim. 

“Fernando Silva, Managua’daki çocuk hastanesini yönetiyordu. Noel arifesinde gece geç saatlere kadar çalışmıştı. Patlayan havai fişekler gökyüzünü aydınlatmaya başlayınca artık gitme zamanının geldiğine karar verdi. Evde, bayramı kutlamak için onu bekliyorlardı.
Her şeyin yolunda olduğuna güven getirmek için son bir kez çevreyi gözden geçirirken arkasında yumuşak ayak sesleri duydu. Dönüp bakınca hasta çocuklardan birinin peşinden geldiğini gördü. Loş ışıkta bu kara bahtlı, kimsesiz çocuğu tanıdı. Şimdiden ölümle kırışmış olan bu yüzü, bağışlanmak, belki de izin almak ister gibi bakan bu gözleri biliyordu.
Fernando onun yanına gitti ve çocuk doktora elini verdi. “Birilerine söyleyin…” diye fısıldadı çocuk. “ Birilerine söyleyin benim burada olduğumu”.”

Eduardo Galeano “Kucaklaşmanın Kitabı”nda bu varoluş çığlığına küçük bir çocuğun dilinden ses veriyor. Çünkü birilerinin bizim burada olduğumuzu bilmesi, her birimiz için bu denli hayatidir. Öyle ki tüm varlıkları ile bizi algılasınlar isteriz. Bizi görsünler, işitsinler, bize dokunsunlar, bizi anlasınlar, bizi sevsinler, bizi hatırlasınlar dileriz. Bize hem gözle hem kulakla, hem akılla, hem kalple, hem hafıza ile muhatap olsunlar diyedir tüm çabalarımız.

Ben de bugün hastalıktan ve evde yatmaktan usanmış, ama yorgun, bitkin bir hal içinde yakınlardaki bir büyük park alanına gittim. Her yer papatyalarla doluydu. Öyle ki küçük kızımın söylediği gibi sanki “bir çocuk melek gökyüzünde patlamış mısır yemiş ve yerlere dökmüştü”. Papatyaları sevdiğimi onlar biliyorlar mıydı? Onlara usulca fısıldadım, “benimle berzaha da gelir misiniz?”. Ardından eşime kendisinden önce ölürsem mezarıma papatyalar ekmesini söyledim. Bu bahar şenliğinde ölümü düşünmeme bir anlam veremedi. Ama güzellik bu kadar göz alıcı olmasa ondan ayrılmak da bu denli zor olmazdı. “Papatyalar da beni seviyor mudur?” dedim, bir tane koparıp bana uzattı. Papatyalara bitişme arzumun güzelliğe, sonsuzluğa, varlığa bitişme sevdası olduğunu biliyordu. Papatyaların gönlünü kazanabilirsem benimle alemin her yerine geleceklerdi, biliyordum.

Bir kedi ile yemeğimi paylaştım, yemeği verirken onun da beni hatırlamasını diledim. Çünkü kedileri de yanımda götürmek dilerdim. Bir köpeğe yanaştım, hasta gibi görünüyordu, ona dua ettim, şifa diledim, başını kaldırdı bana baktı, gözlerinde kendimi gördüm. Onun hastalığı benim hastalığımdı. Ya beraber şifa bulacaktık, ya birlikte düşüp kalacaktık. Dileğim köpeğin dünyasında iz bırakmaktı. Giderken onu ardımda bırakmamaktı.

Denize baktım uzun uzun yunusları aradım, bir iki kez görmek nasip olmuştu onları Marmara'da zıplayarak yüzerlerken, yosunlara daldım, dalgaları saydım. Dalgalara, yosunlara, yunuslara gözlerimle işaret koymak istedim. Ağaçlara dokundum, tek tek işlenmiş oya gibi çiçeklerine ve yapraklarına temas ettim. Yıllardır geldiğim bu parka ait her nesne beni tanısın istedim. Tüm dualarım bir yerlerde beni hatırlayan birileri olması içindi. Öyle ki insanlar yetmiyor, dağ, taş, çiçek, hayvan tüm kainat beni hatırlasın istiyordum ve hatta beni sevsin. Her yere benimle beraber gelsin. Güneşe gözlerimi dikip uzun uzun bakışım, gözlerim kararınca geri çekilişim bundandı, yıldızların meleklerine selam verişim de öyle, o küçük çocuk gibi “Ey güneş benim burada olduğumu biliyor musun, ey yıldız seni sevdiğimin farkında mısın?” diyordum. Ne güneşsiz ne de aysız yaşayabilirdim, her şeyi hep beraber varoluşumun içine derc ediyordum. Ben hepsiydim, aramızda ayrı gayrı yoktu. Kalbime bir kez dokunan hiçbir şey geride kalmamalıydı. Sevdiğim hiçbir varlıktan karşılık almamaya gönlüm razı değildi. Ben elmayı seviyorsam elma da beni sevmeliydi. Benim hayatıma dahil olmaktan memnun olmalıydı. Kulağa diktatörce geliyordu ama belki de “halife” olarak yaratılmanın bir anlamı da buydu. Tüm varlık alemi üzerinde bir halife isek her bir varlıktan da biat istiyorduk. Biat varlığımızın onaylanışıydı, meleklerin secdesiydi.

Namaz kılıyorduk, hayırlı bir şeyler yapmaya çalışıyorduk, hepsi bir deftere kayd olsun istiyorduk. Bu da bir iz bırakma çabasıydı. Ruhumuz bedenimizden ayrıldığında bizi hatırlayan ve dua edenler olsun istiyorduk, bu da bir iz bırakma çabasıydı. Biri doğum günümüzü hatırladığında bunun için bu kadar seviniyorduk. İnsan unutulmak istemiyordu. Bir zihinde var olmak, olumlu ise cennet, olumsuz ise cehennemdi. Ama yine de hiç olmamaktan iyiydi, zira insan cehennemde dahi olsa var olmak istiyordu. Bu yüzden birinin size nefretle bile cevap vermesi sizi yok saymasından, unutmasından iyiydi, yok saymak en büyük şiddetti. Adem mutlak şerdi. Cehennem bile üzerindeki celal tecellileri ile ademe göre hayır kalıyordu.

Etrafta gördüğümüz insanları buram buram parfüm sürmeye, en sıra dışı kıyafetleri bulup giymeye, saçlarını savurarak, kahkahalar atarak konuşmaya, yazmaya, başarılı olmaya, meslek edinmeye, kariyer sahibi olmaya, evlenmeye, çocuk doğurmaya iten şey bir iz bırakma çabası değil miydi? Herkes cennette veya cehennemde mutlak olarak var olma emelinde idi. 

 En temel ve sahici aynı zamanda etkili var olma çabası, Allah’ta iz bırakma çabası idi.(teşbihte hata olmasın) Bu da dua şeklinde tezahür ediyordu. Her duada her yakarışta her Rab’la konuşmada O’nda iz bırakmaya çalışıyorduk. Aslında istenen şey değildi önemli olan, bu iz bırakma gayesi idi her şeyin sebebi. Bu yüzden duamız olmayınca ehemmiyetimiz yoktu, çünkü duamız olmazsa yok oluyorduk. Dualar Ona nispetimizdi. Onlarda şeyleri esas maksat yapmak olmazdı bu yüzden. Dua la şeyde, hiçlikte, boşlukta zatımızı Onun Zatına rabt etmekti. Dua boşluktan yönelmekti. Ellerimizin işaret ettiği boşluktan Mutlak Varlığa.


Şüphesiz her dua O’nda silinmez bir iz bırakıyordu. Yahut zaten var olan kadim yerimizi, izimizi bize fark ettiriyordu, zira Allah’ta bir şey sonradan var olmazdı. Ondaydık ve ezelden ebede yerimiz Onun varlığındaydı. Öyleyse varoluş telaşı boşunaydı. Hiç bir şeye iz bırakmamız gerekiyordu, biz vardık, buradan geçtik, bunları sevdik, şunları öğrendik demek için. O Semi idi, bizi duyuyordu, Basir idi, görüyordu, bize hemen cevap veriyordu, yok saymıyordu, umursamamazlık etmiyordu, derdimizi anlıyordu, mazeretlerimizi dinliyordu, aşkımızı hissediyordu, mukabele ediyordu, bizi unutmuyordu. O Baki idi ve fani mahlukatta bıraktığımız izler ancak O izin verirse fenadan kurtulabiliyordu. O bizi seviyordu, ve tüm varlık alemine de sevdirmek diliyordu, bu yüzden bizi tüm kainatla alakadar kılmış, her bir varlığa karşı içimize muhabbet koymuştu. Ne zaman ki Allah’ı zikrederek mahlukatı seviyorduk, el hak sevilmeyi hak ediyorduk. Bu Allah’ın kurulu ve bozulmaz yasasıydı. Bu güvencemizdi, emniyetimizdi.

O varsa her şey vardı. Yahut hiç bir şey olmasa kaç yazardı. Ona nispetimiz tamsa şeylerin varlığı yokluğu nazarımızda sadece Onun dilemesi kadar dilenecek bir şeydi. Varlığını dilediğine sevinir, yokluğunu dilediğine üzülmezdik. Gayrı her şeyle aramızdaki nispet Oydu.