16 Mart 2013 Cumartesi


Nehirler İçimizden Aksın, Durmasın Sana Varsın!

Müminlerin cennetlerini anlatan ayetler ne güzeldir, okuyuşu bile bir lezzet hasıl eder. O cennetlere dahil olanlar için çok şeyler vaat edilir. Şüphesiz Allah vaadinde sadıktır. O cennet ehlinin meziyetleri bir bir sayılır. Şüphesiz O övenlerin en güzelidir.

O sonsuz bahçenin varislerinin en başta gelen özellikleri “Rabbi zikretmedeki iştiyaklarıdır”. Öyle ki Rabbimiz kalplerimizdeki bu arzuya ve aşka bakarak çok derinden bildiğimiz bir şeyi bize haber verircesine “Ela zikrullahi tatmainnul kulub” (Allah’ın zikri kalpleri tatmin etmez mi?) buyurur.(Rad 28) Bu tıpkı “Elestu birabbikum” suali gibi Arapça gramer açısından kendi olumsuz fakat cevabı olumlu sorulara bir örnektir. Üstelik cevap muhakkak surette “Elbette, aksi düşünülemez” anlamında “Bela” olmalıdır. Öyleyse sualin cevabı bellidir, “elbette Allah’ım senin zikrinle kendimizden geçiyoruz, tatmin ne demek, aşkla pervane oluyoruz” demek, duyguları anlatmada aciz kalmak, kulaklarından ateş fışkıracakmış gibi heyecanlanmak ve oturduğu yerde duramamak, ayağa kalkmak, elini ayağını nereye koyacağını bilememek, belki sevinçle zıplamak, şaşkın aşık halleri sergilemektir.

Rabb bizi de, bu şaşkın hallerimizi de çok sever. Öyle sever ki bu zikrin tekrarındaki halavet ve zevk Onda da kendine mahsus bir tarzda vuku bulur. Kuran’da da okuyup gördüğümüz gibi Rabb da bizden bahsetmeyi, bizi anmayı çok sever. Kullarını anlata anlata bitiremez. Bu noktada Rabb-i Tealanın bizi zikri, bir annenin iftihar ettiği evladını, akrabalara, komşulara, ahpaplara anlatması, övmesi, meziyetlerini sayıp dökmesinden farksızdır. Ve yine bildirir “fezkuruni ezkürküm” (bakara 152)(anın beni anayım sizi). İfadenin başındaki “fe” harfine dikkat çekerim, acelecilik, çabukluk, sürat, sabırsızlık, hemen peşinden geliş, fasılasızlık haber verir bu harf. Rabb bizim onu anmamıza müştaktır, “ hadi der, ne duruyorsunuz ansanıza beni”. Gidersek üzülür “fe eyne tezhebun” der (nereye gidiyorsunuz?). Burada da bir “fe” bulunmaktadır. Bu “fe” ler bana hep “lebbeyk” dedirtir. Bu da acele dönmemizi istediği, bizim gidişimize bir an bile tahammül etmek istemediği ifadesidir. Zira nazar- hayretle ona bakan hayranlıkla, aşkla bakmalıdır, ona dalıp onda serhoş olmalı, onda fena bulmalıdır. Şüphe ve tereddüt, sağa sola bakınış, Güzeller güzelini bulmuşken ağyar ile oyalanış hayret nazarını ifsad eder.  Yine bir başka yerde “kullarım sana beni sorarlarsa deki…” “fe inni karib” ben onlara çok yakınım”, hemen de aman asla umutsuzluğa kapılmasınlar, beni çağırsınlar hemen gelirim. Zaten ayet de öyle devam eder, “ucibu davetid dai” (çağıranın davetine icabet ederim) ne büyük onur, ne büyük muhabbet.  

Bu kadar sevdiği kullarına hayallerinin erişemeyeceği şeyler hazırlamıştır Rabbimiz. Elbette hepsinin ötesinde her şeyi hiçe indiren vuslatı vardır. Derler ki, insan ölünce melekler onu alır haline göre cennetten veya cehennemden bir gömlek giydirir, gök katlarını çıkarmaya başlarlar. Her bir katta eğer salihlerdense melekler ve ruhaniler onun adını sorarlar, ne güzel bir koku diye merakla toplanırlar, katlar bir bir çıkılır. Bir yere gelir kul, bu onun kemalat arşıdır. Burada Rabbine mülaki olacaktır. Melekler geridedirler. Kul Rabbi ile yalnızdır. Rabb ona bakacak mıdır? Onunla konuşacak mıdır? Şayet O yüzünüze bakarsa o andan itibaren sizin için “la havfun aleyhim ve la hüm yahzenun” (onlara korku yoktur mahzun da olmazlar) hükmü geçerli olacaktır. Rabbin vechi onun ilgisi ve sevgisi demektir, insana Allah’ın vechinden başkası gerekmez. Ve meleklere sizi alma izni verilir, kutsal bir emaneti taşırlar artık onlar ve sizi kabrinize götürürler. Size denilir, “Uyu seni en sevdiğin uyandıracak” şüphesiz müminin en sevdiği Allah’tır. O bilir, zira o hep Rabbinin vechini aramış, yüzünü nereye dönse Allah’ın yüzünü orada bulmuştur. Sevdiğinin uyandıracağını bilerek uyunan uyku da görülen rüya da ne hoştur. Kul adeta Rabbinin rahmetinden müteşekkil koynuna kıvrılır ve yatar. Ölmeden ölmeyi deneyenler, kat kat göklere tırmanmaya cehd edenler, üzerlerine Muhammedi kokuyu sürünenler, Rabb ile alem değiştirmeden de mülaki olurlar. Böylesi ne dünyada, ne berzahta uyurken hiç şüphe etmez ki Sevdiği bir an bile gözünü ayırmadan Hayy ve Kayyum olarak ona bakmaktadır. Ferahla yatar, alem-i menamda sayısız alem dolaşır. Her yükselişi, her müşahedesi bir ölüm, her cesede dönüşü de bir kabir uykusu olur. Göklere bir kez yükselen bir daha iflah olmaz, cesedin kabına sığamaz, ancak dinlenmek için oraya varır, bedenini varlığa bakan bir pencere gibi kullanır.

İnsanı kabre defnederken annesinin adı okunur. Bunun çok hoş bir sebebi vardır. Bu Allah’a o kulun annesini şefaatçi kılmaktır. Rabbimize deriz “Ya Rabbi bu kulun bir annesi vardı, onu her halükarda severdi, acırdı, kollardı, korur gözetirdi, şimdi anne rahmine benzer bir yerde yine üç karanlık içinde aciz, kıvrılmış yatıyor. Sen tüm annelerden merhametlisin, ona merhamet et.” Şüphesiz bu niyeti bu duayı karşılıksız koyacak biri değildir Erhamürrahimin. Şüphesiz bağrından bir doğumla çıkacağımızı bildiğimiz annemizdir toprak.

İnsanlar mahşer meydanında toplanırlar. Herkeste bir merak ve kaygı vardır. Şefaat etmesine izin verilenler, şefaat ederler. Seven sevdiğini alır götürür. Herkes kabzasına göre birilerinin elini tutar. Herkes gözlerinin değdiği yere kadar canı huzura kavuşturmayı diler. Herkes atının terkisine birilerini atar. Sıra El Vedud’a gelir. O buyurur, “Seven sevdiğini aldı götürdü, şimdi sıra bende”. Onun rahmet kabzasının dışında kim kalır bilinmez, benim itikadım öyledir ki O sağ eliyle hiçbir mümini geride bırakmaz. Ömründe bir kere “Ah Ya Rabb” demiş olanı ah u enin ettirmez. O sonsuz sever. O bizi sever. Bir kere dahi gönülden “Seni seviyorum Allah’ım” diyeni asla cevapsız bırakmayacaktır. O Ona hasretimizi bizden ziyade bilir.

Bir müjde verir bize şimdiden mübarek kitapta. Onların der “altlarından” nehirler akar. İbare şöyledir “min tahtihal enhar”. Ayetin zahiri manalarının dışında acizane kalbime açılan şudur. Nehir zamandır. Ve biz bu dünyada bu zaman nehrinin içindeyiz, sürükleniyoruz yahut batıyoruz ama zaman bize değiyor, biz eskiyoruz, yıpranıyoruz. Oysa cennette Rabbimiz bizi zamanın üzerine çıkaracak ve zaman nehri artık altımızdan akacak ve biz onu huşu içinde izlerken onun üzerinde yıpranmadan, eskimeden, yaşlanmadan, fena bulmadan ayrılmadan baki kalacağız. Evlerimiz, eşlerimiz, dostlarımız, çiçeklerimiz, elbiselerimiz, meyve ağaçlarımız, meleklerimiz hiç uzaklaşmayacaklar, elimizin yetişeceği yerde olacaklar. Ayrılık olmayacak, su hiçbir şeyi uzaklaştıramayacak. Eksiklikler tamamlanacak, varlık kemal bulacak.

Meleklerimizle gireceğiz cennete, yediğimiz elmada, okuduğumuz kitapta, dinlendiğimiz yatakta, dinlediğimiz melodide, yüzümüzü ısıtan ve ışıtan güneşte, sevdalandığımız ayda var olan tüm melekler bizimle gelecekler. Biz imamları olup ardımızdan onları dahil edeceğiz ebedi mekanımıza. Allah’ın ipine topluca sımsıkı tutunduğumuz ne varsa kim varsa, cem olacağız. Kimsenin elini bırakmamız gerekmeyecek. Dostumuz olan şehirler ve onların melekleri, Mekke’nin, Medine’nin, Kudüs’ün, İstanbul’un , Kahire’nin, Şam’ın, Mostar’ın, Sarayevo’nun, Üsküp’ün, Bağdat’ın meleklerini de davet edeceğiz. Rabb bizi sevdiklerimizden ayırmayacak. Herkes dünyası kadar sevdiklerini götürecek beraberinde. Gönlüne doldurdukları kadar kalabalık olacak cenneti de. Hava limanlarında, terminallerde, otogarlarda, limanlarda, kavuşanların kucaklaşmalarından daha büyük bir şevkle hiç ayrılmamak üzere kucaklayacağız sevdiklerimizi, en çok da Rabbimizi….

Ya Rabb, sen aşıkların kusuruna bakmazsın, kalbimin taşmalarını, kimi zaman haddi aşmalarını, galeyanlarını, incizaplarını, dönüşlerini, naralarını, susuşlarını, kahkahalarını, neşelerini, gözyaşlarını affeyle. Sen benim nefsimle kalbim arasındasın, beni kalbimden nefsime bir an bile meylettirme, meyillerimin tümü sanadır, bu nehrin akışı, taşması, çeri çöpü, köpüğü, çamuru, ferah suyu sanadır, önüme engel koyma Ya Rabbi. Yol ver de menzile varayım Ya Vedud…


Mona İSLAM


15 Mart 2013 Cuma


YARALAR DA ÇİÇEK AÇAR


 İnsan ezelden yaralıdır. İlk günah nasıl ana babamızı yaraladıysa, soyundan gelen herkes de elleriyle yapıp ettikleri ile yaralıdır. Yara sürgündeki insanın kaderi, Rabbinden kopuşu, arzda debelenip duruşu, dünya denilen hayvanat bahçesinde, ten kafesinde tutsak oluşu. Yara, sevgilinin yüzündeki peçe, görünmez oluşu, rızasının bilinmeyişi, vuslatın bir türlü gerçekleşmeyişi. Yara, özlem içinde kavrulan bir yüreğin ellerinden iş beklenişi, ucu bucağı bilinmez bir mesafede duraksız say edişi, ab-ı hayatı arayışı, aşkın susuzluğunu kesecek zemzeme bir delik, bir menfez bulamayışı. Yara, insanı yare götüren yolun başlangıcı.

İnsanın bir yarası iyileşse bir başka yara belirir. Hele varoluşunun temeli olan iki büyük yarası hiç geçmez. Acz ve fakr sağında ve solunda, merhem bekleyen, sızlayıp duran iki yaradır. İnsanın dar-ı dünyada yaralı kalması murad edilmiştir. Zira onu hareket ettiren, aratan, susatan, koşturan, işlettiren, amel ettiren bizzat yarasıdır. İnsan, incinebilir olduğu için savaşması değerlidir. İnsan, ömrü kısa olduğu için hayatını vakfetmesi değerlidir. İnsan sevdasına erişmek elinde olmadığı için sevmesi değerlidir. İnsan öldüğü için hayatı değerlidir. İnsan fakir olduğu için kalbini hediye etmesi değerlidir. Aczi yüzünden kıyamı ve mücahedesi değerlidir. Muhtaç olduğu için vefası değerlidir. Hiçbir şeye sahip olmadığı için emanete sahip çıkması, kaybetmekten korkarken cesaret gösterip dürüst olması değerlidir.

Maziden yaralıdır insan, özlediklerini geri getiremez. Hayallerindekilere ellerini uzatıp dokunamaz. Onlara bir selam dahi gönderemez. Atîden yaralıdır insan, akıbetini bilemez. Sevdiklerine tırnaklarını geçirse, gitme diyemez, tutup baki edemez. Varlıkla yaralıdır insan. Eline dolan suyu tutup, benim diyemez. O sadece akışın yeridir, gelip geçilendir, yoldur, berzahtır. Yoklukla yaralıdır insan. Boynu bükülmezse nefis, çiçek olup yüzünü güneşe dönemez. Ezilmezse, içindeki rayihayı salıp koku veremez. Kozasına sıkışıp kalmaz, ve bundan rahatsız olmazsa, nazenin kanatlar bitiremez. Karanlıktır nefsin üstünü örtüp ruhun kanatlarına kuvvet veren, balığın karnında halvettir, çekilen tesbihtir, edilen nedamettir insana boy verdiren. Günahla yaralıdır insan. Unutup hataya düşmezse, mahcubiyetin al yanaklı güzelliğine erişemez.

Ağrısı insanı maksuda eriştirir. Ağrıyan bir ayak yürünecek yollara özlem getirir. Ağrıyan bir diş leziz taamlara özlem getirir. Ağrıyan eller işlenen nakışlara özlem getirir. Ağrıyan bir göz ustalıkla resmedilmiş manzaralara özlem getirir. Ağrıyan kulaklar sevgi sözcüklerine, ruhu sağaltan bir ezgiye özlem getirir. Ağrıyan bir baş hikmetin pınarlarına, tefekkürün dumanlı zirvelerine, bilmenin ve tanımanın lezzetine özlem getirir. Ağrıyan bir yürek En Sevgilinin bağrında dinlenmeye özlem getirir. Gönül ağrıdıkça ağarır.

Yarasıdır insanın yol azığı, beslendiği çıkını, biriktirdiği dağarcığı. Her ne güzellik varsa iki dudaktan dökülen, yaralı bir sadrın mahsulatındandır. Kazılmış toprağa ekilen tohum gibi ekilir yaralara hayata dair hikmetler. Şerha şerha yarılan sadra üflenir nefes-i Rahman. İnsan gariptir, insan yalnızdır,insan anlaşılmazdır, insan karmaşıktır, insan yoksuldur, insan acizdir, insan aşıktır. Dilinden kimsenin anlamadığı, özünden kimsenin haberdar olmadığı, yarasına kimsenin deva bulamadığıdır insan. Kimse bulamasın da yalnız Rabbi bilsin ve bulsun diye kadife bir mahfazaya, kilitli bir sandukaya koyulmuştur. Sevgilisi onu buluncaya kadar yapayalnız bırakılmış bir minik bebek gibi ağlar durur da, kim gelse susmaz, kim ne verse haz etmez, kim ne söylese huzur bulmaz. Zira huzur O’nun huzurunda olmaktır. Bize nazarını O tevcih etmelidir. Yoksa susmayız, yoksa durulmayız, yoksa iflah olmayız. 

 İnsan sevdiğine akıttığı kanı ile layık olur. Sevgilinin gölgesi her vurduğunda yüzüne bir çizik daha atar kalbine vuslat. Sızladıkça yürek çentik çentik  bir adım daha yaklaşılır menzile. Aşkın sunağında boynunu seve seve uzatır insan. Bıçak kestikçe kat kat yeni dünyalar açılır önüne, yara derinleştikçe safha safha gölge asla inkılab eder.

İnsan Yar’ine döktüğü gözyaşı ile erişir. İnsan Rabb’ine yakarışı ve sızlanması nispetinde vasıl olur. Özlem dolu gönlün ah-u eninidir ki insana Rabb’in meveddetini celb eder.  Yalnız aşktır ki sizi Rabb’in sinesine gömer. Yalnız Allah’tır ki sevdalılarının serzenişlerine bigane kalmaz. Şüphesiz ki hiçbir sevgili Allah gibi sizi sarıp sarmalamaz. Burası naz makamıdır. Aşktan öncesi yoktur ehl-i naz ve niyaza. Aşk yaralar, aşk yarada  çiçek açar. O tutuşturulduğuna şükredilen tek ateştir. Dileyen dilediği kadar sızlanmakta özgürdür. Zira aşık Yakub gibi şikayetini yalnız Ona eder. “Ya Rabb gel artık” diyenin haddi aşması burada affedilecektir. Burada ah edenin ahı göksel bir musikidir. Onun tek bir dokunuşu tüm ahları dindirecek, tüm sesleri kesecektir. Vuslat sessizliktir.

İnsan ancak yarasından akan kan damlalarını takip ederek Yar’ini bulacaktır. Yahut Yar kendisine acıyarak son damlayı akıtmadan peçesini açacak ve şavkını insanın dağdan büyük kalbine vuracaktır. Yaramız şansımızdır. Ey Sevgili sensizlikle  yaralıyız, görmezden gelme,  bak yüzümüze!

Mona İSLAM


10 Mart 2013 Pazar


KİM DEMİŞ AŞKTAN ÖLÜNMEZ DİYE?

İnsanı hayvanlardan ayıran nedir, aklı mı? Ya insanı meleklerden ayıran nedir, tercih etme kabiliyeti mi? Ya insanı şeytandan ayıran nedir, tevbesi mi? Kanaatimce insanı tüm mahlukattan tek bir vasıfla ayırabilirsiniz. O da muhabbettir. Muhabbet duymayana insan denilir mi? Onu hangi varlık kategorisine koyacağımızı bilebilir miyiz? “İnsan kocaman bir kalpten müteşekkildir” desek mübalağa etmiş olur muyuz? En azından benim durduğum yerden olmayız. Zira hakikatin benim gördüğüm kısmı böyle arzı endam ediyor.

İnsan muhabbetle donanmıştır. Var olduğu andan itibaren etrafındaki tüm yaratılmışları sever. Bazen muzır şeyleri dahi sever. İnsanı günaha sevk eden nefsin o şeye olan muhabbeti değil midir? İnsan hayra ve şerre sonsuz muhabbet kapasitesiyle doludur. Melekler vazifelerini ifa ederler. Rububiyete  ubudiyetle mukabele ederler. Denilir ki onların ubudiyeti külli değildir. Ancak insanın ubudiyeti küllidir. Nedir insanın ubudiyetini küllileştiren? Elhak muhabbettir. İnsan katıksız muhabbetten yoğrulmuş bir hamurdur. Hamuru pişiren fırın ise muhabbetullah değil de nedir?  

Kudrete ve iradeye boyun eğer insan da melekler gibi. Rububiyetin üzerindeki tesiri ile halden hale döner, kemalat mertebelerini kat eder insan da, cinler gibi. İnsanı onlardan ayıran şey ihsan mertebesinin icabı,  “Ya Rab ne güzel emretmişsin, ne hoş şeyler istemişsin, ne güzelsin, ben bu dediğini aşk ile yaparım, yeter ki sen benle ol, sen bende ol” demesi değil midir? Her cemal pırıltısında, her şeyi hüsnü cemalini aksettirsin diye yaratanı aratan, terbiye etmesi gereği verdiği her sıkıntıda ona imdat ettiren, her şeye “Bu da güzel ya Rab!” dedirten muhabbet ihsan değil midir? İnsanı Kainatın Sahibi ile rube ru eden, söyleşmeye doydurmayan, özlemini bitirmeyen, “Bana yalnız Sen lazımsın” dedirten, bir cilvesine ruhunu feda ettiren, en küçük bir ricayı emir telakki ettiren, rızasını da geçip kendisini istettiren aşk değil midir?

Sabahın ilk saatlerinde bir meleğin nidasında “Ey insan kalk ve içindeki ateşi söndür!” diye seslenişine lebbeyk diye cevap verdiren, alelacele soğuk suya daldırıveren, içimizde her vakit namazına koşmazsak alevlenip bizi tutuşturuveren ateş aşk değil midir? Bizi hiçbir sevgili aç susuz bırakamazken, uğruna seve seve aç kaldığımız, midemizin kasılmasını bir kurban gibi kendine sunduğumuz En Sevgili değil midir? Çalışıp didinip kuruş kuruş biriktirdiğimiz, hesap kitap yaparak sarf ettiğimiz her dirhemi avuç avuç yoluna feda ettiren, “Hepsi zaten senindir Ya Rab. Buyur al, canım feda! ” dedirten sevda değil midir? Yediğimiz içtiğimiz her lokmada aldığımız lezzet, sevdiğimiz her insana sarıldığımızda duyduğumuz sıcaklık, yaşadığımız her günde duyduğumuz mutluluk, bağrına sığınıp dinlendiğimiz her gecede duyduğumuz huzur Zat-ı zülcemal’e  duyulan aşk değil midir? Sevdiğimiz, sardığımız, huzur duyduğumuz, tattığımız, özlediğimiz, beklediğimiz, içimizde hissettiğimiz, kainatın görkemli burçlarında fark edip ürperdiğimiz O değil de nedir?

Derler ki dost isteyince verilirmiş, mahbuba ise istemeden verilirmiş. Biz daha hiçbir şeyi istemeden bize her şeyi veren, istemeyi bilmediklerimizi bize Kuran’ıyla talim ettiren, Rasulü’nün mübarek dudaklarından hıfz ile kalbimize nakşettiren, “size hiçbir gözün görmediği hiçbir hayalin uğramadığı nimetler hazırladım” dedirten, Cemal-i Kudsi’sini yeryüzü sayfasında ve semada tecelli ettirdiği gibi bizim yüzlerimizde de tecelli ettiren Zat için biz mahbub değil de neyiz ki? Bütün alemin gönüllü hizmet ettiği mukarreb meleklerin bile huzurunda hicab ettiği, hiç kimseyle değil bizle konuşan, hiç kimseyi değil bizi kendine halife eden, hiçbir şey bilmez iken bilmediğimizi öğreten, bizi meleklere gıpta medar bir hale getiren, kimseye değil bize Rahman sureti giydiren Rabb biricik mahbubumuz değil midir?

Habibi olan zat-ı şerifini üzerimize kendi mübarek isimleriyle müsemma, Rauf ve Rahim kılan, doğumundan, miracına, ölümünden, haşrine dek, bizim adlarımızı zikrettiren, hatırına bizi hiç çıkmamacasına kazıttıran, her derdimizde Cemal-i Mustafa’yı yanımıza koşturan, her gece yavrusunun üzerine defalarca örten bir anneden daha şefkatle her gün defaatle hatalarımızı örten Allah-ı Zülcemal bizi göz bebeği gibi sevmez mi? O nurundan gölgesi yere düşmez mübareğin peşine takılıp her çağrısına lebbeyk denilmez mi? Maşukun verdiği randevuya heyecan ve mutlulukla gidilmez mi? Onun için dünya ve içindekilerden bir kalemde vaz geçilmez mi? Aşk için ve aşk ile ölünmez mi?

Aşık sıkıntısında yarine sarılır, sevincinde yari ile söyleşir, yalvarışı yarinedir, zilleti yari içindir, sabrı yare kavuşmakla müjdelenmesindendir, ayrılığı Maşuk’un nazındandır. Allah aşıklarına küsmez. Allah aşıklarına müştaktır. Aşığın gözü Ondan başkasını zaten görmez. Aşık hayatını Sevgilisinin hasretiyle geçirir. Her yerden ondan tebessüm kırıntıları, sevgi mesajları, hatıra girme yolları arar durur. Her çiçeği yarimdendir diye koklar, her güzelliğe yarimindir diye nazar eder. Yar onu ayın halleri gibi çevirir durur da hoştur der.  Ömrünce peçesi ile vurulduğu yarini hiç peçesiz görmek istemez mi? “Yar lutfun da hoş kahrın da hoş!” denilmez mi?  “Kul bu dünyada Rabbinin Zatını görmeyecektir” hadisini duyup da O  Zat-ı Ehad ve Samed’in hasretiyle gelen Melek-ül Mevte “Hadi ne duruyoruz çabuk gidelim!” demez mi? Vallahi ölüm Aşıklara şifadır!

Ya Rabb bunu çoğu kör kalbimin Cemaline şehadeti kabul eyle….

Mona İSLAM


HAYAT HATALARLA GÜZELDİR

İnsan hayatı boyunca seçimler yapar. Seçimlerinin sonucu olarak, bazı insanlarla tanışır bazılarını terk eder.  Bir şeyleri başarır bir şeyleri  kaybeder. Hayat ayrılıklar ve kavuşmalar dizisidir. Ayrılıkların kızıştırdığı  gönül, kavuşmalara daha fazla bir tutkuyla yapışır. Elindekilere daha bir eğilir, onları da kaybetmemeğe uğraşır.

İnsan hayatında yaptığı seçimleri ve terk ettiklerini, herhalde en çok ömrünün sonunda düşünür. Ölüm döşeğinde bir hastanın hayalleri, terk ettikleri yahut kendisini terk edenlerle dopdoludur. Onlarla yaşadığı alternatif yaşamların rüyalarını görür. Başka şehirler, başka insanlar, başka bir adam, başka çocuklar, başka bir iş, sonsuz alternatifler, sonsuz hayaller, sonsuz hayıflanmalar. Aklından çıkaramadığı hataları, pişmanlıkları, keşkeleri birer hayalet olup dadanırlar sekeratta başucuna insanın.

Şeytanın son kozu bu olsa gerek; keşke. Keşkeler insana yaşadığı hayatı değersiz hissettirir.Yaptıkları anlamsızdır. Emekleri boşu boşunadır. Aklı ermekte ama gücü yetmemekte, zamanı geri çevirememekte, ayrıldığı sevgilileri geri getirememektedir. Yanı başındaki sevgiliye başkasının adıyla hitab eder. Çocuklarına hiç tanımadıkları kişilerden bahseder, onlara  işlediği suçları bir bir anlatır. Sürekli “o yelkenliye binip gitmeliydim” der. Uzaklara çok uzaklara.

Sorumluluk duygusu anlamsız hale gelir, insan sadece kendi acısını hisseder. Yaşanmamışlıklarla kıvranır durur. Utanç bile duymaz keşkelerinden ki insan, en derin yaralarını açar, en gizli sırlarını faş eder.  Özlem en büyük şeytanı olur. Son nefesinde bile bir “Ah!” ile onu yoldan çıkarmaya uğraşır. Bu gerçekten korkulacak bir şeydir. Bir ömür boyu yapılmış güzel şeyleri insan kendi elleriyle mahvedebilir ölüm döşeğinde.

“Evening” “Günbatımı” bunu anlatmaya çalışan bir film.  İyi oyuncular (Meryl Streep, Glenn Close), ve hayalle gerçek , geçmişle an arası yumuşak geçişlerle yönetmen (Lajos Kolati) son nefesteki yaşam sorgulamalarını harikulade anlatmış.

Ölüm döşeğindeki Ann, bizi iki kızına ve eşine adanmış hayatından alır ve gençlik günlerine ve farklı bir seçimle her şeyi değiştirebileceği aşkına götürür. Kızlarının gözündeki sorumluluk sahibi erdemli fedakar anne bir bir foyalarını ortaya döker. Büyük kızı, zihnindeki kusursuz anne imajını zedelemek istemez, saçmaladığını düşünür, küçük kızı ise anlatılanların doğru olabileceğini düşünür, şüphelenir. Odaya giren her kişiye “Harris” diye hitap etmektedir Ann. Kızlar sormaya başlarlar, “”Harris kim anne?” diye. “ O benim en büyük hatam” der Ann. Ve kızlar babalarının hayata annelerinden önce veda etmesine ilk kez şükrederler. Bu babalarının kaldıramayacağı bir isimdir çünkü. Bir sırrın faş edilmesidir. Bir keşkedir, Harris. Hepimizin Harris’leri vardır.

Sonraları annelerinin bir çocukluk arkadaşı gelir, ve meraklı küçük kıza “Harris” i anlatır. Harris annesinin büyük aşkıdır. Ann büyük bir hata yaptığını söylemektedir kıvrandığı ölüm döşeğinde. Harris’le gitmemek hayatının hatasıdır. Her şeyi riske atıp neden gitmemiştir. Neden kalbini değil mantığını dinlemiş, kendinden başka insanları düşünmüş ve endişe etmiştir ki, şimdi hiçbiri yoktur. Onun fedakarlığından kimsenin de haberi yoktur. Ona kim teşekkür edecektir?

Sanki Harris büyülü bir sözdür, sanki hayat onunla periler diyarında “lived happly ever after( sonsuza dek mutlu yaşadılar)” geçecektir. Evlenmiş olduğu adamla yaşadığı sıkıntılar Harris’le yaşanmayacaktır sanki. Bu bir yanılsamadır. Ne Harris mükemmeldir, ne de Ann onunla yaşamış olsa  istediği mükemmel hayata ulaşacaktır. İşin doğrusu, bu dünyada ne mükemmel insan, ne de mükemmel hayat vardır.  Arkadaşı Lila ona “ Sen hayattan mutluluk adına çok şey bekledin, bak iki güzel kız yetiştirdin bu mutluluk için yeterli değil mi?” der.

Kanımca şeytanın hilesinin bozulduğu yer de budur. Ann anlar ki uzun ve güzel bir hayat yaşamıştır. Keşkelere harcayacak enerjisi yoktur. İyi bir evliliği, çok mutlu zamanları olmuş, çok büyük acılar da çekmiştir. Onurlandığı zamanlar ve çuvalladığı yerler olmuştur. Hayat tam da böyle bir şeydir. Allah her şeyin hamuruna biraz acı katmıştır. Güzel şeyleri anlamlı kılan belki de bu acılardır. Ann hayalinde son şarkısını söyler. Durur notalarda hata yapar, siyah piyanist ona “neden durdun bebeğim” der. Hata yaptım der Ann, “Devam et bebeğim, hayat hatalarla güzel diye” yanıtlar adam. Ann şarkısına devam eder. Son nefesini verir.

İnsan mutlaka seçim yapmak zorunda kalır. Ya şartların zorunlu kıldığı, ya ahlakın emrettiği, ya kalbinin yönlendirdiği seçimler yapar. Ama her seçim noktasında Allah önümüze yepyeni bir yol çıkarır. Yolda çiçekler de taşlar da vardır. Yepyeni olanaklar, yepyeni başarılar, yepyeni hüzünler. İnsanın “Bunun yerine onu yaşasaydım daha mutlu olurdum” demesi şeytanın en büyük tuzağı olsa gerek. Ve o bu oyunu bize, tam da ruhumuz bir kelebek gibi pencereden uçmaya en şevkli olduğu anda oynar.

Şeytan bizim sadece anımızla uğraşmaz , geçmişimizi de yok etmeye çalışır. Her keşkede bir nimeti siler, her pişmanlıkta bir emeği yok eder. Hayat nötr bir şey değildir. O, bizim ona verdiğimiz anlamla iyi veya kötü olur. Biz onu güzellikle, tebessümle, şükürle andığımızda, geçmiş ülkesinde çiçekler açar, biz ona pişmanlık ve acıyla yöneldiğimizde onun üzerine bir kasırga iner var olan tüm çiçekleri savurur ve onu ıpıssız, çorak bir bozkıra  döndürür. Yaşlılıkta insanın anı değil de geçmişi hatırlaması ona geçmişi düzeltmek için yeniden verilen bir şanstır. Geçmiş elimizden çıkıp gitmiş midir? Bence hayır. O bizim onu yeniden anlamlandırmamız sayesinde yeniden hayat bulur, geçmişimize ruh üflemek elimizdedir.

Hayatımız bizim elimize verilmiş bir kısmettir, nasıl yaşamış olursak olalım, tercihlerimizden pişmanlık duyamayız. Onu belkilere kurban edemeyiz. İnanmalıyız ki var olan her şey mutlaka en iyisi olduğu için var olmuştur. Elimizdeki hayat denilen talih kuşu uçup gitmeden her zaman onu küçücük bir sihirli sözle iyiye tebdil etme şansımız vardır. Bu söz Elhamdülillahtır.

Pişmanlık olsa olsa geçmiş zamanın günahlarına yöneltilmelidir. Ancak o zaman yararlı bir ilaç olacaktır. Acı içinde mazinin günahlarına bakmak bizim için oradaki susuz vadileri yeşertecek , pişmanlığımız ve istiğfarımız ancak o zaman bizi yüceltecek, anlamlı kılacak, şeytanın eline bırakmayacaktır.

Hz İsa der ki: “Mirasyedi diz çöküp ağladığı anda, servetini fahişelere yedirmiş, sonra da domuz besleyip domuzların yediği mısır yapraklarında gözü kalmış olmasını, yaşamının güzel ve kutsal olaylarına dönüştürmüş olur.”

O halde seçimlerimizi hata olarak görmeyelim. Hata ancak günahlarımızdır. Göz yaşlarımızı terk ettiklerimize yahut yoksun olduklarımıza değil, günahlarımıza yöneltelim. Zira göz yaşlarımız  sonsuz değiller. İsraf edilmemelidirler. Günahlar da kabili istiğfardır. Rabbi olan için her zaman umut vardır. Ölüm döşeğinde bile….

Geçmişimize ruh üfleyelim öyleyse, bir elhamdülillah, bir estağfirullahla…
Mona İSLAM

6 Mart 2013 Çarşamba


İKİ ELİMİZ DE BOŞ

Kainatın Yaratıcısı önce melekleri yarattı ve onların temaşası ile kainatı ziynetlendirdi. Kasırlar gibi yıldızlar, burçlar gibi seyyarelerle donattı, ışıklandırdı. Bazıları için bir görsel şölen bazıları için ateşli bir alev kıldı onları. Sonra İnsanların Rabbi olan Allah, Adem’i yarattı. Onu biçimlendirdi, ruhundan üfledi, meleklerine karşı savundu, muhabbetle kayırdı öne çıkardı. Allah Adem’e iki el verdi. Adem iki elini de günaha uzattı. Adem iki elini istiğfar için de kaldırdı.

Ellerin kaderi idi bu Beni Adem için. Ya “iki elin kurusun!” dedirtecek şerre tevessül edecekti, ya parmaklardan ab-ı hayat fışkırtacaktı. Ya şamar vuracak, ya okşayacaktı. Ya çalacak ya da infak edecekti. En temiz işleri de, en pis işleri de aynı ellerle yapacaktı insan. Eller insanın kainata uzanan köprüleriydi. İnsanın kainatla ilişkisini eller belirlerdi. İmanın mahalli kalp enfüste dururken salih amelin icracısı eller afakta gezinecekti. Yine küfrün çekirdeği acı acı yakarken insanın içini, eller dışında hoyratça tahrip edecekti Rabbin meleklere nezaret ettirdiği mahlukatını. İşin ayinesi ellerdi, mahşerde de ağız susacak eller konuşacaktı.

Şerrin bir temsilcisi şeytanın avanesinden biri şöyle dedi, “ Bu ellerin biri hayat verir biri ölüm” . Bir organ mafyası doktoru idi kendisi. Kimin ölüp kimin yaşayacağına karar vermenin sarhoşluğu başını döndürmüş, kendini muazzam bir kudrete malik hissediyordu. Tıpkı selefi Nemrut gibi “Ben de Muhyi ve Mumitim” diyordu Alemlerin Rabbine kendini denk tutarak. Birini öldürüp diğerini serbest bıraktığı iki mahkumla kanıtlıyordu iddiasını Nemrut. Günümüzdeki takipçisi de birine ölüm diğerine yaşam sundum diye böbürleniyordu.
İkisinin de unuttuğu şey kendilerinin de dahil olduğu şu koca kainatı çeviren, güneşi ve ayı döndüren bir Rabbe kafa tutmakla büyük bir belaya zemin hazırladıkları idi. Nemrut şayet Tanrı olsaydı, yeryüzündeki bir sineğe söz geçirebilirdi. Doktor şayet Tanrı olsaydı, kendisine isabet edecek musibeti bilebilir ve tedbirini alabilirdi. Tuzak kurdular ancak Allah tuzak kuranların en hayırlısıydı. Allah şer doğuran elleri ebter kıldı.

Musa elleriyle sihirbazların oyunlarını bozdu, denizi yardı, çölde su fışkırttı, Tur’da el açtı kavmi için aman diledi. Davud elleriyle Calut’a bir taş fırlattı, elleriyle adil bir devlet kurdu, elleriyle demiri yumuşattı, elleriyle Süleyman’ı yetiştirdi. İsa elleriyle annesini müfterilerin ezasından korudu, marangozhanede iş işledi, o ellerle gözleri açtı, o ellerle ölüleri diriltti, o ellerle şifa dağıttı. Tabileri olan müminler elleriyle hayr-u hasenatlarını Rabbe takdim ettiler. Tabi olduklarını iddia eden kafirler elleriyle onlara ihanet ettiler, kitabı yine elleriyle değiştirdiler.

Hz. Muhammed(sav) elleriyle Hacer-ül Esved’i taşıdı. Fatma’yı ve Ali’yi büyüttü. O eller ayı yardı, ağaçları çağırdı. O ellerle Hatice’sini gömdü. Kanlara bulanmış iki el kalktı semaya Taif’te kana karşılık merhamet diledi. Bir hastalıklı keçiye dokunan ve onu bir süt çeşmesine çeviren de o ellerdi, arkadaşının sırtını sıvazlayıp “Korkma Allah bizimle” diyen de onlardı. O eller yemeklere bereket kattı, o eller hastalara şifa sundu, o ellerden su fışkırdı, o eller bir hurma kütüğünü teselli etti. Taşlar o ellere temas edince zikirlerini aşikar etti. O eller ümmetin her ferdine merhamet dağıttı. Allah onun ellerini Kevser kıldı.

Biz de ellerimizi onun ellerine benzetmek isteriz. Bunun için her gün beş defa suya sokar ve ellerimizden çıkan tüm seyyiat için af dileriz. Onun sünneti ellerimizi temizler. İçine girilip yıkanılan ırmaktır Efendimizin sünneti. Onun gibi ellerimizi açarız semaya. Onun dualarına “amin” demektir tüm yaptığımız. Cennete değebilsin diye parmak uçlarımız onun ellerini tutarız. Taşlar avucumuzda zikretmese de biz onun gibi sayarız parmak boğumlarımızı tek tek “Subhanallah” diyerek. Dileriz onun teması ile taş kalplerimiz bile zikre iştirak etsin. Onun gibi dokunmaya çalışırız müminlere şefkatle. İnfak ederken cimrilikten titremesin diye ellerimiz, hatırası ile doldurur da öyle uzatırız yoksula onları. O bizi ellerimizden tanır, zira secde eder, mushafa dokunur,yetimi okşar, rızkı paylaşır, dua eder ellerimiz.


Biz beni Ademiz. İki elimiz de boştur, ne ile doldurulacağı bize bırakılmıştır. Ellerimiz cehenneme de cennete de uzanır. Şeytana da temas edebilir, Rahman’a da uzanabilir. Ancak Efendimizin duası ile onlar cennete yetişir, cehenneme değmez olurlar. Bizim tüm yaptığımız ellerimizi açıp ona eşlik etmek, ellerini uzattığını fark etmek, ellerimizi onunkine bitiştirmektir. Onun ellerini tutan ve ona bu surette biat edenlerden olmak dileriz. Zira biliriz onun ellerini tutarken tuttuğumuz Allah’ın elleridir. Şüphesiz ona biat edenler Allah’a biat etmişlerdir.




Mona İslam





5 Mart 2013 Salı


AŞKIN KİTABI

Aşk insanı büyütür. Zira çok zorlu bir savaştır aşk. Bir kılıç ustasının, her gün rakipleriyle çalıştığı gibi çalıştırır aşk kalbimizin kaslarını. Her geçen gün daha dişli bir rakip çıkarır karşınıza, her gün yeniden terletir sizi. Aşkın ağrı ve sızıları, yoğun egzersizin ardından gelen,  kas ağrılarından farksızdır. Buna böyle bakmayı öğrenirseniz, aşktan iyi öğretmen bulamazsınız.

“İnsan bu dünyaya, taallümle tekemmül için gelmiştir” der Büyük Üstad. Bunu bir yaşam biçimi edinenler her unsuru, her vesileyi bu yönde değerlendirirler. Hayat deneyimlerine bir ekleme yapmak, cennetteki evlerine bir kat daha çıkmak gözüyle bakarlar aleme. Ben de aşka hep böyle baktım. İnsanı bu kadar baskı altına alan, bu kadar sıkı çalıştıran, disipline eden bir memur, boşu boşuna gelmiş olamazdı. Onun bize söyleyecekleri, bizde inkişaf ettirecekleri, açığa çıkaracakları vardı. Asıl olan da buydu; inkişaf. Hikmet aradım aşkı buldum, aşka hoş amedi edince aşk koynundaki sırrı, hikmeti bana faş etti.

Aşkın herkeste inkişaf ettirdiği ortak meziyetler vardır elbette. Ama özelde de her bünyede tesirini farklı icra eder kara sevda. Her insanın evrende boyayacağı özel bir rengi, zahir edeceği özel bir kabiliyeti, söyleyecek özel bir sözü vardır. Herkesin gök kubbede bırakacağı bir ses olacaktır. Bu ses bazen bir acı çeken çığlık, bazen kalabalıkta kaybolup giden bir kakafoni, bazen de kainatla ve benliğinizin tüm parçalarıyla uyum içinde bir armonidir. Armoni hikmettir. Kendi bestenizi yapar ve Allah’a arz edersiniz. “Ya Rab bana verdiğin malzemeleri birleştirdim, ve senin için  bunu yaptım” dersiniz. Hediyenizi ona sunar, peygamberlerin, meleklerin, salih insanların nazarlarına arz edersiniz.

 Bazıları bu arzı, bir beste ile yapar. Aşkın malzemesini terinizle ve gözyaşınızla iyice yoğurur ve ondan Davudi bir ses çıkarırsınız. Bu ya her dinleyeni mest edecek Vedudi ve Rahmani bir şarkı, ya da bir altın buzağının ağzından çıkmış, dinleyicilerini tapınmaya sevk eden büyülü ve bir boğuk çağrı olacaktır. Ama her halukarda içinde, acılarınız, susuşlarınız, ve tefekkürleriniz için  anlamlı bir es durağı olmalı. Durmak ve düşünmek, ardından gelecek melodi fırtınasına hazırlanmak, durup, tapınma nesnenize bir daha bakmak, liyakatini bir daha ölçüp biçmek, bir derin nefes çekmek için evrenin büyük bestesinden içinize. Ve layık olan sevgiliyi bulduysanız onun için meşk etmek. Ve onu kendi tarzınızda, uslubunuzda söylemek. Kainat orkestrasının solisti olmak…

Kelimeler de, notalar gibi aşktan nasibini alır böylelerinin ellerinde. Kalem mürekkep hokkasına değil, kalbin kutsal kasesine batırılır, kelimeler kalpten damlayan sonsuz kudretteki damlalarla, kanla yazılır. Kalp ölünceye dek Vedud’un arşına bağlıdır. Tüm gücünü oradan alır. O yüzden ne kanama biter ne de kelimeler. Zaten böyleleri sözcükleri bitinceye dek yaşarlar. Sözün durduğu yerde hayat da durur. Susmak ölümdür. Aşkın geliş maksadı kelimelerdir. Kelimeler semada  asılı kalır. Kulaklardan içeri girer, kalplerde bir yer bulur. Aşkın kelimeleri bir kalbe yerleşti mi, onları oradan ancak ölüm çıkarabilir. Aşkı tapınılan bir altın heykel olmaktan kurtarıp, Vedud ile ilişkilendirmeyi başarabilen talihlilerse ölümden bile azad olurlar. Hadisi şerif ile sabittir aşk kendini Vedud’a bağlamışsa,  aşıka  şehadet verir. Kişinin ruhu aşk kuşuyla beraber semaya uruc eder. Aşk çilesine rağmen, kendisine sahip çıkana vefakardır çünkü.

Bu şehadetten  anladığımız sadece ölünce kavuşulan büyük mertebe olmasa gerek. Bu Yusuf’a Rabbinden verilen vahyi, hadisatı ve rüyaları yorumlama bilgisidir. Kalple hadisata bakmak, onları tabir etmek, anlamları çözmektir. Zira Yusuf nefsini de kalbini de, arzusunu da aşkını da Rabbine rabtetmiştir. Yusuf şahit olan bir gözdür. Onun şehadeti sadece alem-i mülke dair değildir. Aşk gözüyle şehadet, alem-i melekuta, alem-i misale, alem- i gayba sirayet eder. O gözüyle kalplere bakar, sezgisiyle zamanı aşar bir mahiyettedir. Aşık burada aramızda dolaşır, ama yediği, içtiği arzın malı değildir artık. O rüyalarla beslenir, vahiyle serpilir, hadisatın iyi veya kötü her dalgalanışı ona lezzet verir. Mecnunların ciğerlerine doldurduğu hava değil, aşktır. Bunun için aşk şükrüne yetişilmez bir armağandır.


Jane Austen ünlü bir İngiliz edebiyatçısı. Yaşadığı dönem, kadınların ellerine kalemi almadıkları, öğrenme, okuma, yazma çabasının erkeklere özgü olduğu  bir dönem. Ona bir kalem veren, geceleri ayağa diken, kan ter içinde sayfalara ve mürekkebe serenat yaptıran şey de aşktan başka bir şey değildir. O her satırını kavuşamadığı sevgilisine yazar. Her romanında arzu ettiği hayatı tekrar kurar, kahramanları üzerinden yaşar. Aşk onu mutlu bir eş ve anne yapmaz ancak altı klasik romanın sahibi bir leydi yapar. Bugün onu anmamızın sebebi, aşkın ona istediği şeyi değil, layık olduğu şeyi vermesidir. Onun toprağı yazar olmaya uygundur. Tohumu çatlatacak, toprağı delecek, sürgünü verdirecek, fırtınalara meydan okuyacak direnci ise, aşktır.


Aşka bağrını açan, onun getirdiğine razı olmalıdır. Aşkı taşıyabilen bir gönül, yükselmeye adaydır. Kalbin idaresine giren, arşın idaresine girer, zira kalp Rahmanın arşıdır. Onun sebeplerin üstüne çıkacak iradeyi bulmasına, sosyal direnç noktalarını aşmasına, kaidelerin üzerinde yükselmesine yarar kalbindeki muazzam enerji. Aşk yazdırır. O yazar. Aşk hayal ettirir, o eder, aşk inceltir, o letafetini mürekkebine döker. Aşk Jane’i yetiştirir. Becoming Jane “Aşkın Kitabı” filmi, aşkın bir insanı nasıl tasarlayıp, inşa ettiğini gözler önüne serer. Bu açıdan izlenmeye değer bir film.

Adını bugün bile anmamıza sebebiyet verecek kadar beka vermiştir aşk Jane Austen’a. Bu azımsanacak bir şey değildir. Bir mümin aşkı ile arzda kalmaz, semaya rabt olursa, ve aşkın onu evirip çevirmesine, tekamül ettirmesine izin verir, yolculuğunu aşkla yaparsa, yolun ahirinde karşısına ebediyet seve seve çıkacaktır. Cennet ona müştak olup onu hak ettiği biçimde kucaklayacaktır.



Aşık için yol : *“ölememek…yaşamak zorunda kalmak…gurbette kalmayı tercih etmek…dolaştırmak…biteviye dolaştırmak…emanetle dolaşmak…emaneti dolaştırmak hem de deliler köyünden bir menzil aşkın…ve ateşten zehirini tatmak o okun…”  ise,

Vuslat: **“Evet hala bekliyorum, perdesinden bütün perdelerin yırtılacağı o muhteşem vuslat anını bekliyorum; narının tüm perdeleri yakıp kül edeceği, lakin bu sefer narının celaliyle değil, nurunun cemaliyle tecelli edeceği o sevgiliyi bekliyorum! Beni “gelecek güzel sofraların çeşnisi için kurusun diye kilere asılan bir ayva dalı gibi sallantısız halde bulacağı” o günü perdelenemez bir hüzün ve hasret içerisinde bekliyorum”  olsa gerek…


Öyleyse, yapılacak tek şey aşka teslim olmaktır, bırakınız o hükmünü icra etsin. Aşk neylerse güzel eyler.

3.07.2008 
http://www.karakalem.net/?article=3158
Mona İslam


Not: * VE ** İFADELERİ DÜCANE CÜNDİOĞLU’NUN CENAB-I AŞKA DAİR KİTABINDAN ALINTIDIR.

3 Mart 2013 Pazar


NUN, KALEME ANDOLSUN…

“Nun…
Kaleme ve yazdıklarına and olsun!”

Kalem ilk yaratılanlardandır. Bir hikayeyi yazmaya başlar. Bu “nun” un hikayesidir. “Biz” im hikayemiz. Nun denilince akla biz zamiri gelir, nahnu sırrını anlatır nun. Aslında kalemin yazdığı en ilgisiz zannedilen iki şey, çizdiği en uzak ve alakasız iki resim dahi birbiriyle ilgilidir. Varlığımız kalemin ucundan akan mürekkepten ibarettir. Hikayeci bunu böyle murad etmiştir. Hikmetle dolu bütünlük, sırlı parçaların birbirini tamamlayışı, sorulan soruların cevabı hikayenin sonunda kendini gösterecektir. O bizi anlatır, ve tabii ki bizimle kendini...

Hikayeci birbirinden ilginç karakterler yaratır. Öyle ki bazen bu karakterler öykü içerisinde kendileri için güzel şeyler yazan Hikayeci’ye işveyle gülümserler, bazen de O’nun yazmaya doyamadığı kedere alın buruşturur “neden?” derler. Yazar karakterlerinin işveli tebessümüne de, sitemkar serzenişine de hoşnutlukla bakar. Bir kuyuya düştüklerinde de, bir dağın zirvesine çıktıklarında da hiç şüphesiz onların yanındadır. Hikayeci ile kahramanların arasında yeni tabirle “interaktif” bir ilişkinin bulunduğu, hareketli, görüntülü, canlı bir hikayedir yazılan, an be an eski kurgu alaşağı edilir, yenisi icad olunur. Kimi zaman kötü adamlar iyi olurlar, kimi zaman iyilerden kötülük sadır olur. En sadık dostlar ihanet eder, en yabancı insanlar her şeyden yakın olurlar. Beyazla siyahın durmaksızın değiştiği, karıldığı, dahası kırılıp sayısız renklerle geçit resmi yaptığı bir anlatı şölenidir karşımızdaki. Elbette tüm bunların içerisinde bir de sürgit devam eden, kararlı, muhkem hakikat direkleri vardır. Onlar asla değişmez, zıdlarına inkılab etmezler. Ayan-ı sabite denilen bu olsa gerek.

İnsan hayatın içerisinde böyle bir hikaye kahramanıdır. Bu hikaye yazılırken hem başrol bize aittir, hem de figüranlık. Kimi zaman en mümtaz yerde oturtulurken, kimi zaman fark edilmeden kıyıda köşede kalırız. En mümtaz yerde de olsak, en kenarda köşede de, bu sair kahramanlar nazarında, hikayenin akışında çok şey değiştirse de Yazar açısından hiçbir farkı yoktur. Zira O bizim konumumuzu bizzat kendi elleriyle yazar. Önemsediği şey de sadece orada ne kadar liyakatle durduğumuz, yüklenen vazifeyi ne denli iyi yaptığımızdır. Bir filmde izlediğimiz bir karakterin acılı durumunu çok iyi oynayışı nasıl bizi hayran bırakırsa, bizim acıyı dahi hakkıyla yaşamamız Yazar’ın hoşuna gider. Neşesi de O’nu gülümsetir. Yaz-boz tahtası elindedir. Dilediği an padişahları köle, köleleri padişah yapabilir.

Bir hikayeyi okuyan ve bir filmi izleyen akıl sahibi kişi şayet insansa empati yeteneğinin de yardımıyla aynel yakin o hale vakıf olabilir. Ana fikri anlayabilir. Maksada nüfuz edebilir. Ancak hakkal yakin vukufiyet, hikayenin bizzat içinde olmakla, kahramanı bulunmakla, yine de bir hikaye karakteri olduğunun idrakinden sapmamakla mümkündür. Bu hikayenin hem içinde hem dışında olma durumudur. İçindeyken yaşar, tadar ve hissederiz, dışında ise okur, anlar ve idrak ederiz. Bu hassa, onu bizden evvel okumaya başlamış olan meleklerde yoktur. Onlar insanın ve kainatta bulunan nesnelerin öyküsünü, kendi cinsleri de dahil olmak üzere sadece sathi bir okuma ile okuyarak ilmel yakin bilebilirler. Hissetmek, idrak etmek, tatmak yetilerinden mahrumdurlar. Bu yüzden de öykünün kahramanlarını ne kadar ilgiyle takip ederlerse etsinler, derin bir bağlılıkla sevemez, sevinç ve kederlerini içlerinde hissedemezler. Kendilerini onların yerine koyamazlar. Yine aynı sebeple ne kahramanın ne de Yazarın dünyasına tam vakıf olamazlar. Bu yüzden kalem yaratıldığından bu yana insana ihtiyaç duyulur. Yaratılışın en olmazsa olmazı insanın varoluşudur. Yine bu yüzden insan hem Rabbine, hem kainattaki her varlık çeşidine, hem de insan cinsinden olana en yakın (mukarreb) olandır. İnsanın ünsiyetten gelmesinin anlamı tam da budur.

Çünkü insan, hikayenin içindeki varlık, serüvenini korkuyla, umutla, sevinçle, kederle, acıyla, hazla yaşarken, bir yandan da hem kendi hikayesini, hem sair mahlukatın hikayelerini yazar. Bu adeta bir Yazarın kahramanının da bir yazar olmasına benzer. Bu iki yazar karşılıklı oturup söyleşirler. Hikayenin nedeni, niçini, felsefesi, ruhu, içeriği, biçimi, üslubu, sanatı üzerine sohbet ederler. Bu sohbetten daha büyük bir haz ne Yazar için ne de öykü kahramanı yazar için düşünülemez. Biz buna kulun Rabbiyle sohbeti diyoruz. Tefekkür gibi, dua gibi, Kur’an kıratı gibi, namaz gibi, toplulukla yapılan sohbet ve zikir gibi çeşitleriyle bu sohbeti çok iyi tanıyoruz. Kimi zaman insan, “okuyucular” olan meleklerle de söyleşir, ancak bu ne Yazar’la söyleşmeye ne de bir başka öykü kahramanı olan insanla söyleşmeye benzer bir tat vermez. Zira maksat Yazarla söyleşi olsa da, onun halefi ile söyleşmek de O’ndan bir tat taşır. Meleklerde bu “halifelik” vasfı da yoktur. Sohbet de muhabbet de gönülden gönüledir. Melekler gönül taşımazlar. Bu yüzden kainattaki en yüksek maksat olan muhabbete bir yol bulamazlar. İnsanın büyük bir farkıdır gönül, melekleri secdeye getiren şeylerden en önemlisi de bu olsa gerek.

Kimi zaman insan hikayenin içinde öyle büyük hazlar, öyle büyük kederler yaşar ki bunun bir hikaye olduğunu unutur, acısının yahut neşesinin içine gömülür. Bir hardal tanesinde boğulur. O zaman dönüp Yazar’a bakmayı, ve O’nunla söyleşmeyi de unutur. Kahramanımız kendi masalının sayfalarının arasında nisyanından bir girdapla yutulur. Bu unutuş zamanlarında insan, yaşamını ıslak kumlara yazılmış yazılar gibi tahayyül eder. Biraz sonra deniz gelecek ve onları silip yok edecektir. Canhıraş bir biçimde yeniden yazar, daha derin batırır elindeki dal parçasını, daha büyük harfler kullanır. Ne yazık ki zaman denilen deniz, bizim elimizdeki cüz-i irade çubuğundan da, yazdığımız yazının derinliğinden de daha güçlü, daha etkilidir.

Yazar’a bakmayı, O’nunla söyleşmeyi unutan karakterler içlerinde bulunan dayanılmaz, söyleşme arzusunu, ve öykülerini baki kılma sevdasını bir başka kahramanın hafızası üzerinden yapmayı denerler. Buna aşk-ı mecazi diyoruz. Islak kumlarda baki olma çabalarının en derinidir aşk-ı mecazi. Onun çabası ne heykeller dikmeye, ne geride eserler bırakmaya, ne de adını sonsuza dek yaşatmaya dayanan çabalara benzer. O çoklar üzerinde sathi bir iz değil, bir kişi üzerinde derin izler bırakarak baki olma çabasıdır. Zira bu öyle derin bir varoluşsal ihtiyaçtır ki, derin bir bağlılıkla bizi karşımızdaki insanın içine gömer. Onda kayboluruz. Kanaatimce Yazar’ın yazmaktan en çok hoşlandığı öyküler de bu aşk-ı mecazi öyküleridir. Öyle ki biz öykü içindekiler dahi en çok bunu anlatmaktan hoşlanırız. Zira bu öykünün bir yerinde kahramanın girdaptan kurtulup yüzünü Yazar’a dönmesi ihtimali kuvvetle muhtemeldir. Yazar onun kıvranışlarının, hasretlerinin, iç çekişlerinin, kendisi için olduğunu bilir. Farkında değil ama, aslında Beni özlüyor duygusu ile onun yarasına dikkatle bakar. Aşık yoğun bakımda bir hasta titizliğiyle takip edilir.

“Hafıza-i insan nisyan ile maluldür” ya bir başka insanın hayalinde, kalbinde, hafızasında var olmak, öykünüzü ona anlatmak bir örümcek ağı örmek gibidir. İnce ince işlersiniz, itina ile bezersiniz, çok sağlam zannedersiniz ama sizi şoka sokacak bir kolaylıkla dağılıverir. “Beni unutma hikayemin tek şahidi sensin” dediğiniz, en mahrem taraflarınıza, ruhunuzun en aciz köşelerine, en fısıltıyla söylenebilecek sözlerinize sahip olan insanlar dahi, ellerinde olmaksızın sizi unutabilirler. Şayet unutmuyorlarsa, onların sizi unutmayışı Yazar’ın bunu onlarda muhkem kılması ile mümkündür. Zira hikaye aslında bizim değil O’nun hikayesidir. Hikayesinin bekasını bizden ziyade O istemektedir.

Ama bir tarafıyla insanda var olmak çabası anlamlı da bir çabadır. Rabb için içimize derc edilen muhabbet duygusu, O unutulunca O’na(teşbihte hata olmasın) en benzeyene, O’nu en çok hatırlatana yöneltilir ki bu da yine bir insandır. Bu yüzden çiçeğe, aya, yaprağa, değil insana aşık olunur. İnsan aynaların en güzelidir. Üzerinde Sevgiliyi en çok gösterenidir. İnsan ilişkilerinde dahi sevdiği birini kaybeden kişi ona en benzeyeni arayıp bulmaya çabalar. Onu hatırlatan yerlerde dolaşır, onun sevdiği nesneleri toplar. Bir insanın aynasında temessül etmek Rabbin dahi arzu ettiği bir şey olunca bunu insan niçin istemesin? Ancak insan, sizin hikayenizi en derin duygularıyla hisseder. Sadece o kendini sizin yerinize koyabilir, siz olabilir. Zaten sevgi de benliğini büyütüp birden fazla insan olmak demek değil midir? Bu sayede insanlar sevdiklerinin başlarına gelen bir sıkıntıyı hisseder, onların hallerini rüyalarında görür, onların eksiklerine, aczlerine canhıraş bir biçimde şefkat ederler. Sevgi sayesinde onun yarası benim yaram olur, onun sevinci de benim sevincim haline gelir. Ama yine de hiçbir yer, insan hafızası veya gönlü dahi, O’nda baki kalmak gibi değildir.

Bu zor dengeyi tutturmak lazımdır. Bu ise yüzünü Allah’a dönmeyi O’nunla söyleşmeyi O’nu anlama çabasını sürdürürken, onun dahi Kendisini anlamasını murad ettiği insanı ıskalamamaktır. Aşk-ı hakiki ile aşk-ı mecaziyi birlikte ve iç içe geçişlerle yaşamaktır. Sevgiliden En Sevgiliye, En Sevgiliden de sevgiliye yol bulmaktır. Bu sayede insan sadece kendi öyküsünü değil ötekinin öyküsünü de yaşar. Bu sayede insan sadece kendi yüzünü dönerek değil, sevdiklerinin de yüzünü dönmesiyle Allah’la sohbet eder. Bu sayede gönül inbisat eder, genişler, içine birden çok nihayetsiz sevgileri, kainat kadar bir merhameti içine alır, ve nahnu sırrı tecelli eder. Ben, biz olur. Kainat arkaya atılmadan Rabb’e kavuşulur. Her sevgiliden O’na aşkla yol bulunur. O’ndan da her sevgiliye merhamet burcunda geri dönerek nur olunur. Rahman ve Vedud isimlerine beraberce kavuşulur. Böylece bizim öykümüz uruç ve nüzullerler, yükseliş ve alçalışlar birbirini kovalayan, bitmeyen, yeniden yeniye yazılan, her batında yeni bir bölümle doğan bir öykü olur. Nun sırrı, tam da burada rahmetle aşkın birbirine dönüştüğü yerde ayan beyan ortaya çıkar.

Aşkın, faniliğin, kaderin, cüz-i iradenin aklen olmasa da hissen ne olduklarını anlatan harikulade bir üslubuyla, insanı yüksek sesle okumak arzusu ile tutuşturan kelimeleriyle, göze, kulağa, hayale bir şölen yaşatan teşbihleriyle, padişahı unutup cariyeye giden hattatın, mavi bir yıldıza aşkından eriyip giden ve aşkına kavuştuğunda aşkı bitiveren mezarlık bekçisinin, mürekkep ile demir huruf arasında bir devrime kalbi burkularak tanıklık eden sahafın, beyaz karanfil kokusu yayan ve nuru sükunet veren şeyhin masallarıyla hayatımda okuduğum en seçkin kitaplar arasına giren “nun masalları”nın tefekkürümdeki payını inkar edemem. Nazan Bekiroğlu’na beni bu masal diyarında gezdirdiği için teşekkür ederim.

Tek bir harfin bir yazar tarafından okunan dünyası buysa bizim daha okuyacak çok şeyimiz, yürünecek çok yolumuz, tadılacak çok lezzet ve acımız, hissedilecek çok latifemiz, anlatılacak ve dinlenecek çok masalımız var demektir. Bir hikayede durup düşünmekle, onda takılı kalmak arasında büyük fark vardır. Bu yüzden hakikat şudur ki, hayattaki tüm hikayelerin sonu noktayla değil, virgülle bitmektedir.

Dileriz tüm masallar bizi O masallar ve hikayeler sahibi Büyük Yazar’a yakınlaştırsın.

Mona İSLAM


1 Mart 2013 Cuma


YAŞAMAK İÇİN BİR GÜN YETER            

“Ben sadece Seni seven bir kadınım…”
Sonsuzluk ve Bir Gün, Theo Angelopulos.

Sabahın erken vakitleri, uyandım. Etrafıma bakındım. Günlerden Pazar, ama o çoktan gitmiş. Şimdi Bayezid Camii ne güzeldir. Keşke bir parmak kız olup gömleğinin cebinde onunla gidebilseydim. Onu çalışırken, ropörtaj ve çekim yaparken, kârileri tilavette dinler ve kaydederken izleyebilseydim. Neyse, biraz daha uyuyabilirim…

Çatal bıçak sesleri, demlenmiş çay kokusu… Hımm, gelmiş, bir de kahvaltı hazırlamış. Ne tatlı! Gözlerimi ovalayarak kalkıyorum. Önce kızımın kapısını tıklatıyorum. Yorganın altından bir çift koca göz açılıyor. “Kalk” diyorum, “baban kahvaltıyı hazırlamış bile…”

“Hadi” diyor “adaya gidelim.” Adayı çok sevdiğimi biliyor. Hatta berzahı bir ada ülkesi gibi hayal ettiğimi. Uçsuz bucaksız bir denize serpili irili ufaklı adalar. Grup grup, çeşit çeşit insanla cıvıl cıvıl adalar memleketi. Muhayyel berzah ülkemin, her seferinde yeni yolcular getiren bir limanı var. Kıyamete değin onları oraya taşıyan bir de yandan çarklı gemisi. Küçükken Bostancı’da ağabeyim ve arkadaşlarının kaptandan izin isteyip üstünden denize atladıkları eski tip vapur gibi. “Kaptan amca!”diye seslenişleri hala kulaklarımda. Ne yandan çarklılar, ne de eski Bostancı kaldı geriye. Kaptan amcadan da zihnimde belli belirsiz, yine ağabeyimin dinleyip durduğu bir Chris De Berg şarkısına karışmış Ferryman imgesi.  Denizin mülkünün gasp edilip doldurulmadığı, sahil yolunun yapılmadığı, denize bakan evlerin sayfiye niteliğinde olduğu, komşularımızın bir kısmının karşıdan sadece yaz aylarında geldiği, denize ayaklarımızı soktuğumuz,sokakta gün boyu tehlikesiz, tasasız oynadığımız, karne günlerinde bakkalın bize çikolata dağıttığı, hep babamı beklediğim, ha bir de arkadaşım Alev’in boğulduğu günler. Hepsi  berzah ülkesine gitti. Alev’i ben bulmuştum, koşup kahvede tavla oynayan amcalara haber vermiştim, neyse ki o sağ şimdi…

Hayatımın ilk onsekiz yılını geçirdiğim mahalleye, sahile Bostancı’ya geldik, birkaç yıl ayrıldığım, sonra evlenip tekrar geri geldiğim bu semt, artık selam vere vere geçtiğim eski bakkal ve kasaplar olmasa da, her karışı ile benim evim. Vapura daha çok var. En iyisi motora binelim. Hem motorla Heybeli’ye uğramadan Büyükada’ya varabiliriz. Yol boyu denize bakıp, “Bir yere giderken ara menzillere uğramak mı, uğramamak mı iyidir?” diye düşünüyorum. Bir tasavvuf dersinde hocaya da buna benzer bir şey sormuştum. “Bu menzillere uğramadan maksuda ulaşmak mümkün mü?”  Bana “Buradan Ankara’ya kara yolu ile gidersen, birkaç şehrin ya içinden, ya dışından, ama illa ki yakınından geçmek zorunda kalırsın. Ama Allah sana bir uçak gönderdiyse o başka” demişti. O zamandan beri düşünüyorum, acaba hangisi daha iyi. Yolda olmayı sevenler için ilki, sona ulaşmayı maksad edinenler için ise ikincisi olsa gerek…

Adadayız şimdi, denizin tatlı salınımlarını geride bıraktık. Ayaklarımız tekrar toprağa bastı. İnsanın yolculuğu havada da olsa, suda da, daima toprağa dönüş var. Kah muhayyilemize binip havaya çıkıyoruz, ki hayal zaten bizatihi hava, kah aklımızın engin denizinde seyrediyoruz. Akıl ise sudan. Son tahlilde tüm yolların sonu kalpte bitiyor, yani toprakta. Bu yüzden insan en çok toprakta rahat ediyor, kalbinde…

Laf aramızda ben denizi hep severim. Hele de uçsuz bucaksız olmayıp da ortasında adalar olanını. Ege'yi sevişim de hep bundan. Adalar ünsiyet verir. Denizin celalini cemale çevirir. Belki böyle bir mekanın kıyısında büyüdüğümdendir. Deniz yazın bile nispeten soğuktur, bazen korkutur ama onun göze ferah mavisi, tuzlu ve rutubetli havası, güzel kokusu  gibisi de yoktur. Deniz uzaktan bakılan hiç sahip olunamayan sevgili gibidir. Toprağın eviniz oluşuna bedel, size dahil olamadığınız bir dünyayı nispet yapa yapa gösterir. Denizin çok sevdalısı vardır, ama o birini sevmiş midir? Sevdiğini yutmuş mudur? Bilinmez…

Motor kıyıya yanaşınca hayallerimden uyanıyorum. İskelede çok hoş bir sürpriz var. Bir seyyar satıcı papatya taçları örüyor. Gençler, çocuklar başlarına papatya taçları koymuşlar. Melekler, yahut periler gibi koşuşuyorlar, bisiklet sürüyorlar. Gözümü nereye çevirsem papatyalar. Bunu şahsıma bir letafet, bir karşılama töreni addediyor ve memnuniyetle, şükürle karşılıyorum. İnsanın afaktaki her şeyi kendisine ilişkin addetme, afaktan enfüsüne bir yol açma yetisi var. “Her şey benim için, ben dünyanın merkeziyim” diyebiliyor insan. Bir tarafıyla doğru da. Her şeyin bize bakan, bize konuşan bir yönü var. Buna vech-i has deniliyor.Kimse evreni bizim baktığımız yerden bizim baktığımız biçimde, bizim anladığımız manalarıyla göremiyor. Bu bakımdan biricikiz, eşsiziz.

Kızım dondurma istiyor. Zaten onbeş gündür dondurmayı vird edinmiş durumda. Her gün “hayır” diyorum, her gün yeniden soruyor. Biz de Allah’a böyle yapıyoruz. Gülüyorum. Eşim benden de keskin bir “hayır” diyor. Ona tekrar bakıyorum, “hava güzel, istersen…” diyorum. İfadesi değişiyor. Olumlu sinyal alınca ben de kızım gibi tutturmaya başlıyorum, “dondurma istiyoruz n’olur”. Onun yanında çocuklaşabiliyorum. Burada kimse benden ciddiyet beklemiyor, cıvıtıyorum ben de gönlümce.

İstediğimizi alıyoruz. Zaten kıyamaz ki…

Kızımı dondurma bitene dek külahın içinden çıkaramıyoruz. Bütün yüzü çikolata olmuş, yapış yapış. Sırıtıyor çikolataların arasından. Onda çocukluğumu görüyorum. Ancak bitince etrafa bakmaya başlıyor. Bir grup müzisyene doğru koşuyor. Babası da peşinden. Bağırıyor “Aman faytonlar çarpacak!” Bir delikanlı ve bir genç kız, ada meydanında canlı müzik yapıyorlar. Durup dinliyoruz. Hayat da hep böyle durup dinlemelerden, kulak verilen seslerden ibaret geliyor şimdi. Kulak hayatın merkezi sanki.  Küçük kız çocukları oynuyor. Pazar kalabalığı, karnaval , cümbüş. İnsanları seviyorum, mutluluklarını, kahkahalarını, coşkularını, üzerlerindeki hayat ışığını, İsm-i Hayy’ı. “İnsanları sevemiyorum” derken bana böyle bitmek tükenmek bilmez bir sevgiyle hayata sarılabilmeyi öğreten Rabbe minnet ve şükür, kalbimi açmama yardım eden vesileye bir dua salınıyor dudaklarımdan.

Dil Burnu’na dek yürüyeceğiz. Adanın En çok Heybeli’ye ve Kaşık adasına bakan tarafını severim. Sedef’e bakan yanı daha ıssız daha ürkütücüdür.  Yol boyu rüya gibi evler var. İnsan evlerin arasından geçerken gördüğü denize mi, bahçelerdeki çiçeklere, mimozalara, mor salkımlara, hanımellerine  ve onlardan yayılan kokuya mı, yoksa evlerin büyüleyici güzelliğine mi baksın, bilemiyor. Güzellik bizi çepeçevre kuşatıyor. Duruyorum. “Yoruldun mu?” diyor. Hayır yorulmadım, nefesim kesildi, birkaç zikir kelimesi söylemeli, birkaç şükür salmalıyım semaya. Kalbimden taşıyorlar zira. “Cennetime götüreceğim ağaçları, çiçekleri, evleri seçiyorum, yolluyorum” diyorum. Kızım da aynını yapmaya başlıyor. Dikkatle bakıyor, “maşallah, subhanallah, çok güzel, ben şu ağacı, şu çiçeği götürdüm, ama benimki şu renk olsun” diyor. İnsanın bu kadar güzellik karşısında dili tutuluyor. Zaten bir senedir gittiğim yolda, karşıma çıkan her güzellikle sarhoşum. Aklım hayalime bir selam çakıp aramızdan ayrılıyor yine. Büyülenmiş gibiyim.  Öğretilen tesbih lafızları da olmasa ne diyeceğini bilemez ki insan…

Küçük bir cami çıkıyor karşımıza, tam öğlen vakti. “Girip namazımızı kılalım” diyoruz, eve yetişemeyebiliriz. Hem şimdiye dek karşılaştıklarımıza bir şükür, şimdiden sonra göreceklerimize bir dua olsun.  Cami çıkışı tanıdık birilerini görüyor eşim, selamlaşıyor. Ardından dalıveriyoruz daracık sokaklara .Yan yollara sapıyoruz, ana yolun fayton geçişleri, bisikletlileri, kalabalığı da eğlenceli, ama bu sokaklar daha huzur verici. Keşfetme arzusuyla güç yetirebildiğimiz her tepeye tırmanıyoruz. Kızım yokuş aşağı koşuyor, geri geliyor. “İyi ki burada hiç araba yok” diye bağırıyor. “Keşke İstanbul’da da böyle olsa.” 

Her adımda bir şeyleri hüzünle geride bırakarak, bir şeylere de umut ve heyecanla yaklaşarak yürüyoruz.
Piknik alanına geldik, insanlar ağaçların arasında rengarenk kıpır kıpır. Çocuklar top oynuyor, ip atlıyor. Kimi oturmuş bir şeyler yiyor, kimi sevgilisiyle el ele dolaşıyor. Yoruldum, iyisi mi bir taşın üstüne oturayım. Kuş sesleri ne güzel. Sanki bir konser veriyorlar. Onlara bu besteyi verene, bu şarkıyı söyletene, bizi şu an burada kılıp bunu dinletene sena ediyorum. Güzelliğe sena Cemil’e sena, sevgiye sene Vedud’a sena. “Söyle” diyorum nefsime, yolun başında gençlerin verdiği konser mi, yolun sonunda kuşların verdiği konser mi güzel? “İkisi de ayrı ayrı güzel” diyor nefsim. Ne insana inen tecelli, ne doğaya inen tecelli göz ardı edilebilir. Hakiki marifet ve lezzet-i ruhani  ikisini cem etmede saklı.  Zaten nefsim ezelden beri, ne yardan ne serden geçebilir tabiatlı…

  Eşime “A! Şuraya bak! Çocuklar eşeğe biniyorlar”diyorum.  Doğru ya, bu adada hep vardır, ama ben yıllardır hiç görmemişim. Çocukluğuma gidiyor yine zihnim. Bir eşeği bindiğim günü tebessümle hatırlıyorum. “Elif’i götürsen…” diyorum. Önce kızıyor “nerden çıkardın şimdi” diye. Elif, ben ve eşimin yufka yüreği birlik olup onu razı ediyoruz. Baba kız eşek turuna doğru yola çıkıyorlar. Bari peşlerinden gideyim, bu görülmeye değer bir manzara olacak gibi. Ruhum yorgun bedenimi sürüklüyor. Hayatın hiçbir anını  kaçırmak istemiyor. 

Hayata sena Hayy’a sena…

Elifcik ne mutlu! Babası fotoğraflarını çekiyor. Ağzı kulaklarında minik kız ve süslü bir eşek. Ne güzel  Ya Rabbi! Yanlarına gidiyorum. Eşek “Kim o!” der gibi dönüyor, başını yaklaştırıyor, kokluyor beni. Başını okşuyorum, burnuna dokunuyorum. Ne kadar munis bir varlık. Ona selam veriyorum fısıltıyla. Başını sallıyor”aleyküm selam” der gibi. Ne kadar fıtri bir şey bu hayvanlarla insanın dostluğu. Ne yazık! Bir ata dokunmadan, bir eşeğin başını okşamadan bir ömür geçiriyoruz. Allah aşkına hangi araba bunlar kadar sevimli? Aa! Eşek kardeşle iştigalim hoşuna gitmiş olmalı ki flaşı patlatıyor. İstemeyene bak benden daha mutlu görünüyor. Eşekle vedalaşıyoruz. Onu enis kılana sena…

Bitap düştük, ama yorgunluğun böylesi çok tatlı. Yol boyu her şeye derin derin baktık. Dileriz ki iz bıraktık. Takatimizce suretini de, siretini de, zahirini de batınını da görmeye çalıştık.  Verebildiğimiz her varlığa selam verdik. Şimdi bir yorgunluk kahvesi içme zamanı.  Burası denize nâzır bir kafe. İnsan ne kadar yorulduğunu oturunca anlıyor. Bu yorgunluk içilen kahveyi daha da keyifli kılıyor. Susuyoruz, konuşamayacak kadar doluyuz. Birbirimizin yüzüne bakıp gülümsüyoruz. Suskunluğu ilk kızım bozuyor yine. Babasıyla yol boyu çektikleri fotoğraflara bakıyorlar. Ben fotoğraf çekmeyi de, çektirmeyi de sevmiyorum onlar gibi. Ama onlar durmadan her şeyi ve tabii beni de çekiyorlar. Herkesin bir kayıt yapma tarzı var. Herkeste tecelli eden bir ism-i Hafiz. Ben bunu hayalimle, hafızamla, gözlerimle, tesbih edişimle yapmayı tercih ediyorum. Onlar kadrajla, flaşla, zoomla. Galiba ben eski kafalıyım…

Dönüş motoruna bindik, her şeyin bir sonu var. Eşime “İnsan bu dünyada yalnızca böyle bir tek gün geçirse yetmez mi?” diyorum. Gülümsüyor. Kelebekleri anlamamak mümkün mü? Böyle güzelliklere şahit olarak, böyle tecellilere mazhar, geçirilen ve şahitliğini ikrarla tasdik eden, tesbihle dile getiren bir insan için tek bir gün sonsuzluk demek. Allah bize yeterli bir ömür veriyor. Yeter ki onun için, ona müştak, ona müteveccih olalım. Zaten bakacak başka ne var! Her görünen de, her işitilen de, her sevilen de O değil mi?

Martılar eskortluk yapmaya geliyorlar. Bize veda ediyor gibiler. “Onları havada tutan Rahman’dan başka kim ola?”diyorum sessizce. Çocuklar onlara simit-poaça fırlatıyorlar, yirmi-otuz kadar martı tekneyi nerdeyse Bostancı’ya dek izliyorlar. Havada ekmekleri kapışlarını görmelisiniz. Tam bir hava gösterisi. Rahman Rezzak burcunda görüyor bu kez. Sonra bembeyaz karınlarına bakıyorum, yeni banyodan çıkmış gibi tertemizler. Onları temizleyen Kuddüs’ü hatırlıyorum. Birkaç tanesi brandanın üzerine konuyor, yürüyorlar, alttan ayakları birer yaprak gibi incecik, yürüyüşleri paytak paytak. Ya Latif,Ya Cemil diyorum. Hiç biri de birbirine benzemiyor mübarek kuşlar, her biri ayrı bir karakter, tıpkı Richard Bach’ın Martı’sı gibi. Ya Ferd dememek elde mi? Tüm isimleriyle Ona sena…

Ayeti görür gibi, ayn-el yakin zikrediyorum, “Yüzünü nereye dönersen dön, Allah’ın vechi(yüzü) orasıdır.”
Elhamdülilllah.



Mona İSLAM