30 Ağustos 2014 Cumartesi

Bir dekor şehir: Prag (1)


Epeydir methini duyduğum, bir şeyler okurken karşıma bir arka fon olarak sık sık çıkan bu şehre, Prag'a, sonunda gelmek nasip oldu.

Genelde ben bir şehre gelmeden onunla dolmaya, yorulmaya başlarım. Prag için de aynı şey söz konusuydu. Bir hafta evvelden yaptığım Prag okumaları, gezi yazısı taramaları, gezi rehberlerinden fotoğraf incelemeleri, hatta harita ve yol tariflerine varana dek dersimi çalışmıştım. Dolayısıyla havaalanında indiğimizde hangi standa gidip Chek Pass adı verilen 24 saatlik toplutaşıma biletlerini nereden alacağımı hatta tam ve öğrenci indirimli(kızım için) biletin kaç Çek kronu olduğunu biliyordum.

Biletlerimizi aldık, not defterime baktım, hangi otobüse bineceğimizi ve nerede metro transferi yapacağımızı zihnime yazdım. Prag keşfi başladı.

Havaalanından metroya kadar tabii olarak şehrin dış mahallelerini görüyorsunuz buralar biraz Eski Komünist Yugoslavya yapılarını andırıyor. Bitki örtüsü ise Almanya’ya değil Avusturya’ya benzerlik gösteren bir mahiyette. Yani çok sık olmasa da arada bir güneş gören bir ülkenin bitkileri. Almanya’da ise her yerden orman fışkıracak, ağaçlar bıraksanız şehri hemen geri alıverecek gibi. Burada öyle değiller. Hadlerini biliyor, mimarinin başladığı yerde usulca geri çekiliyorlar. Sonra metro ile gittiğimizden yerin altından değişimi göremiyorum. Metro ile şehir merkezinde otelimize en yakın durakta indiğimizde yerin üstüne çıkınca oldukça şaşırıyoruz. Dekor tamamen değişmiş. Şimdi Prag bize tüm görkemiyle ben bir Ortaçağ Orta Avrupa şehriyim diyor. Otele ilk yürüyüşte yönümüzü şaşırıp haritaya göz atıyoruz, Vltava Nehri şurda, öyleyse biz şu yöne gideceğiz. Biz bakınırken bir yaşlı Çek Beyefendi yanımıza geliyor, sokağın adını söylüyorum, Jilska, telaffuzumu J den Y ye düzeltip yolu gösteriyor. Teşekkür edip yürüyünce oteli kolayca buluyoruz.
Valizleri bıraktık ve Eski Şehir Meydanı’ndayız, burası kaldığımız yerin hemen arkası. Old Town Square’de dolaşırken eşime ve kızıma aldığım notları okuyorum.

“Bu meydan 10.yy da bir uluslar arası ticaret merkezi olarak kurulmuş. Etrafta gördüğümz tarihi yapılar: Astronomik(Astrolojik desek daha doğru bence) Saat, Nicholas Kilisesi(tadilatta), Tyn Kilisesi(Şu gotik yapı), Jan Hus Anıtı(yakılarak öldürülen bir din adamı), Mariana Sütunu(Özgürlük anıtı), 12. Ve 13.yy dan kalma gotik ve roman tarzda evler, City Hall(Belediye Binası), eski pasajlar, bak şurası da Kafka’nın babasının dükkanı olan bina, tam burada eski şehir meydanında.”

Bu meydan hem 1300 lerden itibaren taç giyme törenlerine hem de idamlara ev sahipliği yapmış. Denilen o ki 1422’de Prag vatandaşlarının lideri olan Jan Zelivsky burada idam edilmiş. Yine Çek tarihinde önemli ayaklanmalardan biri olan İmparator Mattias’a karşı gelen 27 lider de burada asılmış. Belediye Binasındaki 27 haç bunu temsil ediyormuş.

Meydanda herkes bir yere toplanmış, Astronomi Saati saat 3 ü vuracak, bir aziz heykeli görünecek. Onu fotoğraflamaya çalışıyorlar, biraz ileride sokak müzisyenleri var, biraz dinleyip yürüyoruz, meydanın arkasına geçince bir Kafka Kafe çıkıyor karşımıza, kafenin bulunduğu yer Kafka’nın doğup büyüdüğü evin önü. Yola devam ediyoruz…

Yolda yürürken birileri elimize konser ilanları tutuşturuyor. Önünden geçtiğimiz kilisede akşam saat 17.00 de klasik müzik konseri var, biraz ilerleyince başka kiliselerde de benzer ilanlar görüyoruz, sanırım burada kiliseler ibadetten çok bir konser salonu işlevi görüyor. Zaten gündüz vakti pek çoğu kapalı, girip içeriye bakmak mümkün değil, sadece konser zamanı açılıyor. Çeklerin dinle ilişkisi bu minvalde seyrediyor. Kilise akustiğinden yararlanıyorlar.

Sokaklar genelde araç trafiğine kapalı ve Arnavut kaldırımı. Benim gibi ayak bileğinde birkaç burkulma, kas zedelenmesi ve bir çatlak yaşamış biri bu taşlara basarken çok dikkatli olmalı. Etrafa bakarken ayağım yamuk bir yere basar ve dönerse… Allah korusun.

Az ileride yine bir kalabalık çıkıyor karşımıza, bu da önemli bir turistik yapıya yaklaştığımız sinyali veriyor, evet Tyn Kilisesi’yle benzer gotik yapıya sahip Charles(Karl) Köprüsü bu. Köprüde sayısız heykeller var. Prag’ın her yerinde sanat tecelli ediyor, meydandaki müzisyenler yerini köprüdeki ressamlara bırakmış, turistler portre çizdiriyorlar, ya da köprüyü ve nehri içine alan bir fotoğraf karesinde yer almaya çalışıyorlar.
Burada ilk köprü 10. Yydaki tahta köprüymüş, tabiidir ki Avrupa’da içinden nehri geçen pek çok şehride görüldüğü gibi sellerle yıkılmış ve yerine gotik mimariyle  14. Ve 15. Yy larda bu yeni köprü inşa edilmiş. Yeni köprünün 16 sütunu var. Sayısal matematiksel bir anlamı varmış sanırım. Şimdi hatırlayamadım. Dikkat edin “yeni köprü” diyorum ve 14. 15. Yy lardan söz ediyorum, Orta Avrupa’da ‘yeni’nin tarihleri böyle. Şaşılacak bir şey yok. Karl Köprüsü görülmeye değer bir yapı.

Köprüden karşıya geçip biraz yokuş tırmanmayı göze alırsanız Hrad bölgesine varırsınız. Hrad Çek’çe ‘kale’ demek. Bu kale uzun zaman Avusturya Macaristan Hanedanı olan Habsburg’lara ev sahipliği yapmış, uzun zaman Prag’ı başkent olarak kullanmışlar. Zaten mimaride de Avusturya etkisi görülüyor. Yüksek bir tepeye kurulu Prag Kalesi içinde oldukça çok yapı barındırıyor. St. Vitus Katedrali(Çek Cumhuriyetindeki en büyük kilise), St George Basilikası(Çek Cumhuriyetindeki en eski kilise), All Saints Church, St Cross Chapel, Yazlık Kraliyet Sarayı, Yeni Kraliyet Sarayı… Kale Meydanı’nda asker değişim törenini izleyin dediler, ama biz uygun bir saate denk gelmedik sanırım.

Kale çıkışı yokuş aşağı yürüyor ve yolun karşımıza çıkardığı bir parkta dinleniyoruz. Sabah 5 te uçak için uyanıp yola çıktığımız düşünülünce bu kadar yeter. Yine de ilk günün yol yorgunluğu ile iyi dolaştık.
Yarın nehride bir tekne turuna katılmayı, Yahudi mahallesine gitmeyi, Kafka Müzesine girmeyi, bir de ‘Yeni Meydan’ denilen Wenceslas Square’ı dolaşmayı planlıyoruz. Zaten seyahatin sonraki durakları için tren biletlerimizi almak zorundayız ve istasyon Wenceslas Meydanı’na yakın.

Yürüdüğümüz yolu geri yürüyemeyeceğim, metroya biniyoruz, nasılsa 24 saatlik biletimiz var, otele en yakın durakta iniyoruz. Biraz dinlenelim, yemek yemek için Eski Şehir Meydanı’nda ya da ona yakın ara sokaklarda bir yerler bakacağız.


Mona İslam

29 Mart 2014 Cumartesi

İnsan Kendine Bakmaya Dayanamaz

İnsanın vehmi onun kuyruğudur.
Hayatın içinde dengeli yürümesini sağlar.
Kuyruğu yok mu insanın?
Vehim de bir var bir yok zaten.

Telefon çalıyor…
Arkadaşım arıyor, açıyorum, ağlıyor, konuşamıyor, eşimin adını söylüyor birkaç kere şaşırıyorum ‘ne oluyor’ diye, arkadaşım ne diye ağlayarak eşimin adını söylüyor? Acaba eşime kötü bir şey mi oldu?
“Mona çok fena kaza yaptım, Tarık gelsin!”
Sonra konuşamıyor daha fazla, telefonu başkaları alıyor. Adres, tarifi,panik…
Kötü bir şey olmuş evet, hemen eşimi arıyorum.
“İki dakika sonra evdeyim” diyor, çıkıyoruz.
Hava yağışlı, yürürken bile kayıyor yollar, fırtına arabayı sarsıyor, acele etmeye çalışıyoruz bir kaza da biz yapmamaya özen göstererek, arıyorum tekrar.
Yabancı birileri çıkıyor telefona.
“Hanımefendi şu an konuşacak durumda değil.”
Elim ayağım boşalıyor, niye konuşamıyor çok mu kötü?
Paniğe kapılmamalıyım. Benden bir şey bekleniyor, kontrollü olan, güçlü olan ben olmalıyım, bir de benimle uğraşamaz kimse.
“Biz hemen geliyoruz, kendisine söyleyin.”
Çamlıca sırtları. Polis arabaları görüyoruz uzaktan, olay mahalline geldiğimiz anlaşılıyor. Olay mahalli, ne soğuk bir ifade. Duruyoruz.
Arkadaşım nerde? Arabası nerde?
Polislerin arabasında otururken buluyorum onu. Zangır zangır titriyor. Şokta, konuşmuyor.
Beni görünce hareketleniyor biraz.
“İfadesini almamız lazım.”
“Biraz sakinleşsin” diyor eşim, ben kızı alıp bizim arabaya götürüyorum.
Arkadaşımın arabasını görüyorum uzaktan, ıslak ve yokuş  zeminde manevra yapamamış, savruluşuna rüzgar da katkı yapmış,  önce bir arabaya, sonra bir merkezcil kuvvetle  fırlayıp bir ağaca, ve sonra  doğalgaz borusunun olduğu yerden bir bina duvarına çarpmış. Doğalgaz borusu patlamış, arabanın önü tamamen ezilmiş içe çökmüş, kız ordan zor çıkmış. Herkes kaçışmış, çünkü doğalgaz açıktaymış ve infilak olabilirmiş.
Kağıt gibi buruşmuş bir arabadan çıkmasına yardım etmeye korkmuşlar.
Allahım!
Çok korkmuş, konuşamıyor. “Oku bana” diyor sadece, Ayet-el Kürsi, Felak, Nas… okuyorum.
Bekliyoruz öylece.
“Burdan gitmek istiyorum, gözümün önüne geliyor, kimseyle konuşmak istemiyorum” diyor.
Polis tekrar geliyor.
“Alkol muayinesi”
İçimden “Başörtülü kadın, ne alkol muayinesi” diye geçiyor, susuyorum, polis işini yapıyor.
Arkadaşım şaşkın, anlamıyor ilkin. Ne yapması gerektiğini söylüyorum sakince, sakinleştirmeye çalışarak, sanki ben biliyormuşum gibi. Bildiğimi varsayıyorum, biliyormuş gibi yapıyorum, vehmediyorum. Şimdi bilen olmam gerekiyor.
Aradan biraz vakit geçiyor, eşi ve erkek kardeşi geliyorlar. Bir ağlama nöbeti daha…
İnsan ağlayabileceklerinin yanında ağlar.
İnsan dayanabileceklerinin yanında ağlar.
Kimin yanında ağlayabildiğiniz, kime güvendiğiniz dayandığınız ve kime aciz görünmekten korkmadığınızla ilgilidir. Evet, dönüp bakınca kendi hayatıma benim için de hep öyle olmuş. Yanında ağladığım insanlar, gerçek benle karşılaşmasından korkmadığım insanlar. Aciz, kararsız, çaresiz, ne yapacağını bilmeyen Mona’yla.
Yine kaygılanıyor. Vehmin işi yine. Bize yük olduğunu düşünüyor. “Gecenin bir vakti çıkardım sizi” diyor. Evde bekleyen kızımın telaşına düşüyor.
“Siz gidin isterseniz.Ben kimseye yük olmak istemiyorum.
Hayır, çünkü eşi ve kardeşi de telaşlı. Birilerinin zabıt, çekici, ifade vs işlerinde polislerle konuşması gerek. Hem insan onu bu halde nasıl bırakıp gider?
Ben tutamadım arabayı Mona, biri tuttu ama, biri durdurdu beni havada savruluşum gözümün önünden gitmiyor.”
Savrulmak, hayatının kontrolünün elinden çıkması, saniyeler içinde ne olacağını bilememek, öylece seyretmek, korkuyla…
Olanı anlatmaya başladığına göre daha iyi. Şimdi ne söylemem gerektiğini bulmalıyım, az önce dışarıdaki kadınlar da öyle söylemişlerdi bana “Onu sakinleştirecek birşeyler söyleyin”.  
Ne söyleyeyim ki, bilmiyorum ki, gerçek bu. Ama bilmeliyim, bulmalıyım, hikmetli teselli verici sözler bildiğimi vehmetmeliyim.
“Allah Hafiz” diyorum. “Hem hafaza melekleri var ya, seni Allah’ın emriyle onlar tutmuştur.”
Bak çıktı işte ağzımdan, çıkınca fark ettim ben de, vehim böyle zamanlarda işe yarıyor. Bir emniyetin,kudretin ve hikmetin kaynağı gibi davranmayı vehmediyor insan, böylece o emniyete, kudrete,hikmete tecelligah olabiliyor. Vehim ayna kılıyor insanı…
Büsbütün değersiz değil yani, vehmederek biliyor kudretin, hikmetin ne olduğunu insan. Yoksa kendinde hakikatte mevcut değil bunlar.
“Bir daha seninle hiç film seyredemeyecektik” diyor, cız ediyor içim. Ben seyredebilecek miyim ki bir daha bir film? Şu an ona öyle geliyor, o ölüme yakın, ben uzak. “Ben de her an ölebilirim” demenin alemi yok şimdi. Bir an için benim ölüme uzaklığımı vehmedebilirse, tutup onu o panikten çıkarabilirim.
Bir gün önce Blue Jasmine’i birlikte izlemiştik. Bir gün sonra onu bir araba enkazından aldık.
“Bırak kendini bana, bırak da bu kez seni ben taşıyayım.”
“Bırak da bazen birileri seni taşısın, her zaman kuruğu dik tutmak zorunda değilsin.  Ağlayacaksan ağla, bizi eve yollamaya çalışma, bırak biz seni düşünelim, bırak kendini aciz olmaya.”
İnsanın vehmi ile Hakk’a ayna olacağı zamanlar olduğu gibi, vehminin hiç hükmünde olduğunu anlayıp acizliğini çaresizliğini kulluğunu idrak edeceği zamanlar da var. Sade kendinde mi? Başkasında da bazen kudreti, hikmeti, emniyeti vehmetmeye ihtiyacı olduğu gibi bazen de onların aciz, fakir, çaresiz birer kul olduklarını görmek durumunda kalıyor. Yeter ki dengeli olunsun, iki hal de gerekli.
Sürekli acz hissederek de, sürekli kudret vehmederek de yaşanmıyor hayat.
Gerçeğe dayanamıyor insan, ama vehim de onu sarhoş ediyor.
Kuyruğu hep dik tutmak zorunda kalmak, kendini çaresizliğe, acizliğe, kulluğa bırakamamak hayattaki en yorucu şey olmalı. İyi ki bazen kontrol elimizden çıkıyor ve gerçekle yüzleşiyoruz. Aciz olduğumuz ve hayatımızın direksiyonunun elimizde olmadığı gerçeğiyle…
Bu kez aynada kendimize bakıyoruz. Bu bakış bizi zangır zangır titretiyor.
Çünkü insan kendi gerçekliğine, karanlığına bakmaya dayanamaz. Biri elini tutmadıkça.
İnsan başkasının gerçekliğine bakmaya dayanamaz, Allah, gören gözü olmadıkça.
Mona İslam


 Bu yazı www.kulturgundemi.com da yayınlanmıştır.
KARINCALAR VADİSİNDEN GÜVENLİ GEÇİŞ

“Hırs sebebi hasarettir” derler eskiler. Yani hırs kaybetme sebebidir. Manidar değil mi? Hırs bütünüyle kazanmakla ilgilidir oysa. Hırs sahibinin kaybettiğini söyleyen bu söz onun niyetinin tersi ile tokat yediğinin bir göstergesidir.Yine eskiler tabiri ile aks-ül emel ile cezalandırılır harîs.

Hırsı hayvanlar aleminde karıncalar temsil eder. Tasavvufta karınca neden hırsın temsili sayılmış olabilir? Kanaatimce kendi cüssesinin belki iki katı büyüklüğünde bir ekmek kırıntısını taşımadaki iştiyakı ve durmadan dinlenmeden çalışması sebebiyle. Bunlar bir yandan kulağa güzel geliyor değil mi? Bedeninin takatini aşan bir gayret, çok çalışma say ve gayret. Evet, bunlar başlıbaşına kötü şeyler değil. Onları kötü kılan kimin için veya ne için yapıldıkları olsa gerek. Hırsı kötü kılan da, azimden ayıran da aynı sebep. İnce bir çizgi, hassas bir ayrım.

Her konuda olduğu gibi hırs konusunda da rehberlik için Kuran’a ve kamil insanlar olan Peygamberler’e yüzümüzü çevirelim. Kuran’da Hz. Süleyman ve karınca arasında geçen bir kıssa mesel nazarımıza sunulur. Hz. Süleyman bir fetih için insanlar cinler ve kuşlardan oluşan olağan üstü ordusunu toplamış ve yola çıkmıştır. Karşısına karıncalar vadisi çıkar. Bu işareten bize Hz. Süleyman’ın dahi hırs ile imtihan olduğunu haber verir. Karıncalar vadisi tehlikeli bir vadidir, buradan geçen insan ve hayvanlar bir tür ısıran karınca orduları tarafından perişan edilmektedir. Hırs da böyle birşeydir, ısıran karınca orduları. Görünmez bir tehlike…
Karıncaların şöyle dediğini duyar Hz. Süleyman: “Dikkat edin yoksa Süleyman ve ordusu sizi ezecek”. Evet hırsı ezip geçen, fethi sadece Allah için isteyen, nefsinde buna bir pay çıkartmayan bir peygamber ahlakı, karıncalar gibi olan hırsı ezer geçer. Karıncaların korkusu Süleyman Peygamberi güldürür. Zira her nefsini bilen insanı korkutacak olan hırs, her o vadiden geçen akıl sahibini korkutacak olan karıncalar, kendisinden korkmaktadır. Kamil insan duygularının efendisi olduğu ölçüde dışarıdaki alemin de efendisidir.
Neml Suresine nazar edelim:
18- Ordu karınca vadisine vardığında ordudaki karıncalardan biri "Ey karıncalar yuvalarınıza giriniz ki, Süleyman ve ordusu farkında olmadan sizi çiğnemesin" dedi.
19- Süleyman, karıncanın dediklerini işitince gülümseyerek dedi ki; "Ya Rabbi gerek bana ve gerekse ana babama bağışladığın nimetlere olanca gücümle şükretmemi ve hoşnut olacağın iyi işler yapmamı nasip eyle, rahmetinle beni iyi kullarının arasına kat.

Hz. Süleyman’ın hırsını yendiğini nereden biliyoruz? Bu sadece “Öyle olmalı çünkü o bir peygamber” akıl yürütmesinden kaynaklanmıyor. Allah bize bir başka ayette Hz. Süleyman’ı şöyle anlatır. Süleyman Peygamber mülkiyetindeki atlara bakar ve “Koşan atları severim çünkü bana Allah’ı hatırlatırlar” der. “Atları severim çünkü onlar benim gücümün ve zenginliğimin göstergesidir” değil, “Severim çünkü bana Allah’ı hatırlatırlar”.
Sad suresine bakarsak:
32-"Ben güzel olan her şeyi severim, çünkü Rabbimi bana hatırlatır!" derdi; (atlar koşarak uzaklaşıp) gözden kayboluncaya kadar (bu sözleri tekrarladı. Daha sonra,)
33-"Onları bana getirin!" (diye emretti) ve bacakları ile boyunlarını (şefkatle) sıvazlamaya başladı.
Sanırım hırs ile azmi ayıran şey de budur. Bir kazancı, mülkü, başarıyı, Allah’ı hatırlattığı, Allah’ı memnun ettiği için istemek. Aksi takdirde Allah’ı unutturacaksa, Allah’ı bizde hoşnutsuz kılacaksa hemen terk etmek. “Herşeyde bir işaret vardır Onun varlığını birliğini gösteren”kaidesince eşyaya muhatap olmak. O vakit bir de bin de bir…

Rızık için, başarı için, beğeni için koşturup duruyoruz. Etrafımızda ne kadar çok insan olursa o kadar çok sevildiğimizi düşünüyoruz. Ne kadar malımız olursa o kadar güçlü, yenilmez olduğumuzu. Sanki gücü ve beğeniyi elde ettikçe ontolojik acizliğimizi, faniliğimizi yeniyormuşuz hissine kapılıyoruz. Öyle bir şey yok. Hepsi vehim. Bu vehim balonunun sönmesi bir iğne ucu misali musibete bakıyor. Musibetler kafamızı duvara vurmuşuz hissi ile vehimden aynalarla büyüttüğümz varlık odamızın aslında ne kadar küçük olduğunu bize ihtar ediyor.
Değerli olmak istiyoruz. Bu varoluşsal bir ihtiyaç. Her birimiz bir filmin başrol oyuncusu gibi alkışlanmak, hikayenin hayatın odağı olmak istiyoruz. Bu yüzden kılık kıyafetimizle, evimiz arabamızla, entelektüel birikimimizle caka satıyoruz. Spot ışıkları üstümüzden inmesin, buradaki en önemli kişi benim diye için için bağırıyoruz.
Mal hırsı da, değer hırsı da, benliğimiz için olduğunda bizi karıncalar vadisine sokuyor. O vadiden yalnızca Süleyman ve ordusundakiler geçebiliyor. Biz o orduda mıyız? Değer arayışımızın, mal sevdamızın, beğenilerimizin yüzünü Allah’a çevirdik mi? “Şu saati, şu çantayı, şu arabayı seviyorum çünkü bana Allah’ı hatırlatır”mı diyoruz, yoksa “Şu evi, şu gözaltı kremini, şu tatili istiyorum çünkü bana daha değerli olduğumu hissettirir” mi diyoruz?
İnsanın kendi kendine değeri hiçtir, pahası sıfırdır, aşınırlığı maksimumdur, çabucak demode olur. İnsanı demirciler çarşısında satmaya çalıştığınızda ona üç kuruş fiyat biçilir. İnsan bir antikadır. Kıymeti malzemesinde değildir, malzemesi alelade topraktır. Kıymeti üstündeki sanat-ı Rabbaniye’dedir. O sanata baha ise ancak Sani olan Allah ve onun sanatını öğrettiği insanlar olan nebiler arifler alimler salihlerce bilinebilir.
Bu yüzden ey nefsim, beyhude hırs yapıp sana değer katmayacakları satın almaya, kendini onların yolunda heba etmeye uğraşma. Gayretini üstündeki sanat-ı Rabbaniyeyi ahlak-ı kemaliyeyi zuhur ettirmek için harca ki uzaktan parlayan bir şaheser gibi seni Sani olan Malikin ve Onun melekleri, ehil olan kulları fark etsin.
Bir de bir daha mutfağına kadar çıkan karıncalar “Vay canına! Apartmanın bunca katını nasıl tırmanıp çıktılar” deme, hırsı ve yapabileceklerini hatırla. Mutfağını karıncalardan arındırmak için yaptığını nefsini hırstan arındırmak için de bir dene…

Mona İslam


 Not: Bu yazı İlim ve İrfan Dergisinde yayınlanmıştır.