28 Kasım 2012 Çarşamba

Ahlak varlığa özen göstermektir

Her varlık biricik bir bilgi, biricik bir tecelli, bir sırr-ı ehadiyet.
Her varlık aziz, latif, incitmeden usulca tutmak gerek.
Hayatınıza giren her varlık size Ondan bir mektup.
Sevgilinin mektubuna hoyrat davranmamak, incelik göstermek gerek.

Sen inceliklerin peşinde ol. Gözünü bütüne çevirirken ayrıntıları da fark et.
Ayrıntının güzelliğini letafetini fark et. Bazen bir cümle bütün bir kitaba eşdeğerdir bilirsin.
Tafsil icmalin göstermediklerini gösterir bilirsin.
Görebilmek için ona muhtaçsın, bırak sana göstersin.

Sen sözünü tut, duaya devam et. Özündekini gördüğünün arazı, arızası için duayı terk mi edeceksin?
Sen hiç hoşlanmadığın biçimde ona "gidersen git" mi diyeceksin.
Bilirsin Allah insanlara sordu "fe eyne tezhebun"
Gocunmadı, züll addetmedi, gurur yapmadı, değer bildi.
Sen neden gurur yapasın ki?
Biricikliğinin farkına varmayanın biricikliğinin farkına var, sen kıymet bil, dua et.
En kızdığın anda ellerini merhametle açıp dua et.
Kendine değil kızdığına dua et.
Besbelli ki duaya muhtaç.

Cemm-i zıddeynde kemal vardı ya hani,
Kulaklarından öfke çıkarken dudaklarında dua varsa iki zıt şeyi birleştirmiş olursun.
Hani kemal istiyordun, hani hikmet istiyordun.
Hani nefhaları kolluyordun ya, işte mutlu bir fırsat sana.
Öfkelendiğin anda öfkelendiğin insana bir rahman suresi yolla.
Olur ya yüreği yumuşar, yumuşamasa da sen yine Rahman'ı çağır ona.
Kıymet bilse de bilmese de sen gönlüne giren kimseyi gönlünden çıkarma.
O senin Onun bir yüzü olduğunu unutsa da sen onda gördüğün Onu unutma.
Unuttuğun zaman hatırla.
Hem hani hatırlamak senin en kolay yaptığın işti.
Bırak unutan unutsun sen hatırla. Aziz hatıraları unutuşun koynuna atma.
Beğenmediğin değil beğendiğin şeyle uzan varlığa.
Letafetle, incelikle, nezaketle, muhabbetle, merhametle...

26 Kasım 2012 Pazartesi

Sadr, kadının evi.

Bir kadının bir adamın göğsüne doğru çekilme sebebi ne ola ki?
Sadr cezbedicidir. Huzur vericidir. Güven telkin eder.
Bir adamın göğsüne başınızı yasladığınızda dünyanın geri kalanını unutursunuz.
Her şey anlamsızlaşır, acılar azalır.
Yorgunluklar, taşkınlıklar, hoşnutsuzluklar, sözler silinir.
Hatta hafıza bile yitirilir.
Kadınlar için en zoru hafızayı yitirmektir.
Kadınlar nefse ve levhaya benzerler, kalem yazar ve geçer, yazılmış olan levhada kalır.
Hele de yazılanı sevmişse kadın o satırlar silinmez.

Ama nedir şu sadrın büyüsü? Bunun sebebi açık demeyin.
Görünen sebep her zaman gerçek sebep değildir.
Hatta çoğu zaman cevaptan sizi çeldirir.
Görünen, çoğu zaman gerçek sebebi gizlemek için bir tuzaktır.
İnsan gördüğüyle iktifa ederse maksadından uzak kalır.
Hayata geliş maksadından.
İnsan cevapları bulamadığında kendinden uzak kalır. Kendinden uzaklık gurbetlerin en kötüsüdür.
Zihnimizi biraz görünenden görünmeyene taşıyalım.

Kadın adamın göğsünde huzur bulur, bu huzur bir vatan-ı asli huzurudur.
Hani yurt dışına ne kadar güzel bir yere gitmiş olursanız olun, hava alanında dilinizi konuşan insanları duyduğunuda, hiç düşünme zahmetine katlanmadan okuduğunuz tabelaları gördüğünüzde, ayaklarının ürkek değil emin bastığında yere hissettiğiniz gibi.
Vatan.
Sokaktan yorgun argın gelmiş ayakkabılarını çıkarıp pijamalarını giymiş, kahvesini alıp kanepesine kıvrılmış insanın rahatlığıdır bir sadrın rahatlığı.
Evin rahatlığı, evinizin.
İnsan elbette her evde kendi evindeki gibi rahat hissetmez, bu yüzden her adamın göğsü de onu çekmez.
Kadın aslında sahiplenmez, sahip çıkılmak ister, çünkü içten içe parça olduğunu bilir, yerini bulması gereken bir parça.
Yeri neresi? Nereye geri dönmeli? En çok huzuru bulduğu yere tabi.

Kadın erkeğin göğsünden koparılan bir parçadan yaratıldı.
Bu yüzden ona döndü, ona yöneldi, onda dinlendi.
Bu dinleniş parçanın bütüne dönüşünden, her şeyin yerli yerine oturuşundan, birlikten gelen bir dinleniş.
Eğer dinlendiğiniz yerde kulağınızı açıp daha derin bir iç sese kulak verirseniz,
Orada Allah'ın sesini duyarsınız.
Vatan-ı asliniz Odur, koparıldığınız sazlık Odur.
Orada tam da güvende hissettiğiniz yerden size tecelli eden Odur.
Ve kadınlar için sevgi bile güvenlik hissi ile rekabet edemez.
Kadın önce güvende olmak ister.
Macera erkeklere göredir. Onlar eksik parçalarını ararken bir ağaçtan meyve koparır gibi ellerini uzatırlar.
Bu mu, bu mu, yoksa bana ait olan bu mu? Koparıp almadır erkeğin yaptığı.
Kadınınki öyle değil. O ürkek bir sincap gibi gireceği ve oradan alemi güvenle seyredeceği bir ağaç kovuğu arar. Bulduğunda seyre ve düşlere dalar.

Korkaktır biraz kadınlar.
Öyle de olmalılar.
Çünkü kolay kaybolurlar, evlerinin dışında korumasızdırlar, bu yüzden kendilerini kat kat perdelerler.
Evlerinin dışında onların seslerini duyan azdır.
Koruluktaki sincapları gören de azdır.
Ancak güvendikleri adamlar onları gerçekten tanırlar.
Ve kadınlar güvendikleri adamları onlar kendilerini bırakmadıkça bırakmazlar.
Erkeğin bırakma denemesi kadında güveni yırtar, o yırtık kolayca onarılmaz.
Nasıl olsun? Evi başına çökmek istemiştir kadının.
Tehlikenin sırtınızı dayadığınız yerden gelmesi kolay atlatılır travma değildir.
Artık bir depremzede gibi sadece dışarıda olduğunda korkmaz.
Eve korkarak girer ve evden hızla çıkar.
Evini kaybetmek kadar ürkütücü bir şey yoktur.

Kadın sokaklarda yaşayamaz.
BATIŞ ÇIKIŞ, İKİ KADIN

İki kadını düşünüyorum.
Biri Yusuf'un karşısında, diğeri İsa'nın.
Biri Züleyha, şerefli soylu hüküm ve söz sahibi tesirli kadın. Yukarılarda tahtı, makamı, baş üstünde adı, kulaklar dileğine ayarlı.
Diğeri Maria Magdalena, bir fahişe, sefalet içinde, düşmüş, kirli, kim kulak asar sözüne, ne dilediğine dilemediğine.
Gözümün önünde iki sahne, biri tırnaklarını Yusuf'un sırtına geçirmiş, gömleğinden bir parça koparmış Züleyha.
Biri çarmıha gerili İsa'nın ayaklarındaki kanı saçlarıyla silen Magdalena.
Bu şu demek "Senin kanın benim saçlarımdan temiz".
Ve o kan temizledi o kadını.
Yahut bütünüyle İsa'ya yönelişi, sadece saçlarıyla değil.
Bir çukura düşüş bir çukurdan çıkış hikayesi.
Ama ikisinde de bir diz çöküş.
Züleyha'nın diz çöküşü suret önünde suret için, Maria'nın diz çöküşü suret önünde mana için.
Suret doyurmadı Züleyha'yı, suret insanı ne zaman doyurdu ki?
Mana doyurdu, ve hatta temizledi Maria'yı.
Azize ilan ettiler onu, manastırlar yaptılar adına. İsa'ya söz vermiş kadınlar yetiştirdiler onun adıyla.
Neydi birini düşüren diğerini düştüğü yerden kaldıran?
İkisi de aşıktı.
Biri aşık olduğu adamdan bir şey koparmak istedi, diğeri hiç birşey istemedi, sadece hizmet etti.
Sanırım düğüm burada, istemek ve istememekte.
Aşkın düğümü, kördüğüm, aşık olup istememeyi başarabilmekte.
Yahut kalbinin tüm isteklerini surete değil manaya yöneltmekte.
Her birimiz biricik hikayesini yazacak, bu sadece iki kadının hikayesi, batışın ve çıkışın.

16 Kasım 2012 Cuma

Mühürlüydü...

Ne yapsanız olmuyordu.
Sizi dinlermiş gibi görünürken dahi kendi söyleyeceklerini prova ediyordu.
Zihni dipçik gibi sivri cümlelerle konuşlanmıştı.
Ona ulaşamıyordunuz, aslında seslendiğiniz yerde yoktu.

Mühürlüydü, en azından sizin baktığınız yerden sizin dilinizle, sizin bulunduğunuz an itibariyle...
Kalbiyle arasına bir moloz yığını devrilmişti.
Arama kurtarma çalışmalarına cevap vermiyordu, bir düdük öttürmüyordu göçük altından, ölü mü diri mi bilemiyordunuz, sesleniyordunuz biteviye "Beni duyan var mı?"

Kendini parçalara bölmüş her parçayı bir başka yere saklamıştı.
Parçalarını bulmasınlar diye üstüne şunu bunu örtmüştü.
Hani babamın kümesinde tavuklar vardı, yumurtaları bulmayalım diye onlar bir şeylerin altına saklarlardı ya öyle. Ancak o yumurtasını nereye sakladığını da unutmuştu. Potansiyelini bilmiyordu, kendini şimdiden ibaret sayıyordu. O buydu, değişmeyecekti. İki lafın arasında hakikatini bulmuş gibi "Ben buyum" diyordu, benin değişen birşey olduğunu bu diye işaret ettiğinizde başka yere kaçtığını fark etmiyordu.

Gücenmiyordum.
Sadece beni değil kimseyi içeri almıyordu, hatta kendi de içeri giremiyordu, kapının önünde yaşıyordu.
Varlık evinin kapısının önünde.
Kendi evine giremeyen adamın öfkesi vardı üstünde, evine giremediği için bir türlü pijamalarını giyip kendi olamayan, rahatlayamayan. Hep başka sandalyelerde, hep dış giysisiyle.
Ayakkabılarını hiç çıkarmamıştı, ayaklarımı sıkmıyor ki diyordu, aslında ayaklarını hissetmiyordu.
Ayakkabılarını çıkarmanın, şablonlardan kurtulmanın, kalıplardan çıkmanın hazzını tatmamıştı.

Üzüldüm. Üzülmemi de anlamadı.
O evinden uzaktı ya herşeyi herşeyden uzak sanıyordu.
Git dedi. 
Bir küçük kağıda bir dua yazdım, bir de telefon numarası kapının kenarına sıkıştırdım gittim.
Kağıdı aldı, baktı, baktı.
Ona bir şey bırakmama şaştı.
Beni kovmasına rağmen aramasını istememe şaştı.
O her şey her şeydedir ne demek bilmiyordu.
Hayatınıza giren herkes sizin bir parçanızdır dendiğini hiç duymamıştı.
Bırakıp gittiğimde neden eksik olduğunu ve eksik olduğumu anlamıyordu.
Eksiklik nedir bilmiyordu.
Hiç bir başkasını bünyesine katmamıştı.
Başkasına katıldığını anlamamıştı.

Uzaklaştım, onu kalbime koyan Allah'ı ardımda vekil bıraktım.
Bundan daha fazlasını zaten yapamazdım.





YORULMA YOL DEVAM EDİYOR

İlk öğretmenim "İnsan unutan varlıktır" derdi, burası bir çölde yolculuğum başladığı yerdi, ilk öğretmenim celaldi, bilirdim aslında celal de cemaldi, ancak onun talimi çölde ıssız yerlerde, vahşetteydi, belki o zaman bana bu gerekliydi. Öğretmenim bana bir şey öğretmeyi, beni ağlatmadan beceremezdi, ağlayınca şefkatle bir mendil uzatmayı severdi, ağlatan da mendili uzatan da aynıydı halbuki. Günler geçti, yıllar geçti çöl bitti, bir gün celali bir savaşın ardında öğretmenim yitip gitti.


 Rabbim ordaydı, Rububiyet nispeti devam etmeliydi, yolum bir şehre çıktı, kalabalıklar vardı, otobüsler kalkıyordu, artık yürümüyorduk, artık ıssız çölde değildik, artık düşmüyordum, Rab bir öğretmende daha tecelli etti.


 İkinci öğretmenim sık sık  "Unuttuğun zaman hatırla" derdi. İlki bir yönden ikincisi her yönden bakıyordu. Kime mi, hem bana hem hakikate. Aslında onun için hakikatle benim aramda pek de fark yoktu, o insanın Kuran'ın ikiz kardeşi olduğu, enel Hak diyenlerin anlayaşıldığı, tenzihle teşbihin birleştirildiği, cem edildiği diyardan geliyordu.


"Unuttuğun zaman hatırla"dedi tekrar tekrar, gücüm yettikçe zikrettim. Bir hadisti sözünün menşei, zaten onun diyarında her sözün geldiği kaynaktı hadis.Kimsenin seni çıkmıyordu yüksek perdeden, Peygamber konuşuyordu, o ancak fısıldıyordu. Fısıltı gibi yumuşaktı sözleri, nefse en ters gelen şeyleri söylerken bile incitmiyordu, seni tanıdığında ve kusurunu gördüğünde ayıplamıyordu, gülümsüyor, ben burdayım diyordu. SANA İNANIYORUM, BU KUSUR SEN DEĞİLSİN. Bu hiç birşey. Kusur gidiyordu. Hiç deyince hiç oluyordu. Vehim diyordu, toz oluyordu günahlar.


Düşünüyordum, düşünüyordum.  Fasih olsa da hep bir paradoks vardı sözlerinde, sırları paradoksların arasına ekmişti sanki, bilmeceler gibi takılıyordu aklıma günlerce gecelerce, rüyalarda aldığım oluyordu cevapları, bilmeceler eninde sonunda çözülüyordu, inanmak yeterliydi çözmek için inanmak ve beklemek. 


Ama bunu henüz çözememiştim, unuttuğu zaman nasıl hatırlayacaktı ki insan?

Demek insan ya unutmak ya hatırlamak değildi insan hem unutmak hem hatırlamaktı, ve aslen hatırlamak ve yer yer örtülüp unutmaktı insan.
Unutmak üstünü örtmekti hatırlamanın, vücudi değildi, ademiydi,hatırlamak asıldı. Artık biliyordum, normal olan unutmak değil hatırlamaktı.
Ve normalin ölçüsü insanların sayısal çokluğu değil Hz. İnsan'dı.

Öyleyse unuttuğumuzda hatırlayabilirdik çünkü hatırlayacağımız şey tam orda duruyordu, bir yere gitmemişti, silinmemişti, baksak görecektik.Bakmayı istiyor muyduk mesele oydu?


Biliyorsun değil mi?  Çoğu zaman insan acı veren şeye bakmak istemez, yarasına, oysa bakmak göz kapamaktan iyidir.


Allah Hafizdir unutan değil, Allah Basir'dir göz kapayan değil, Allah Habir'dir haberleşmeyi reddeden değil,bu isimler bizdedir, örtmesek...


Acizsin unutursun görmezsin haber almak istemezsin anladık. Hep aynanın sırlı tarafına bakıyorsun. Bu olduğun durum olman istenen durum değil, sen aynanın parlak yüzü için yaratıldın, güç yetirmen, hatırlaman, vefa göstermen, görüp gözetmen, haberdar olman için.


Korkmak, unutmak, kesip atmak, görmezden gelmek, her ne amaçla olursa olsun istenen şeyler değildir, yahut onlardan daha iyileri vardır. Onlar taban durumudur, tavan değil.


Ancak doğruyu yapmak için bunlardan iyisini bilmeyen yaraya bakınca düşüp bayılacak gibi olan bunları seçmekte mazurdur. Fenasını bekaya gurbetini kurbiyete çeviremeyen mazurdur. 


Ama bize lütfen "amel etmemeyi" yapılabilecek en yüksek şeymiş gibi anlatmasın. Aktif durum her zaman pasif olana yeğdir. Hiç oturanla Allah yolunda savaşan bir olur mu? Savaşanlar oturanlardan kat kat üstündür. Ama insanın her eylemine, her meyline günah nazarıyla bakandan, yapraklar gibi sessiz sedasız durmasını beklemek tabiidir. Ama yapraklar bile rüzgara meyleder, sağa sola oynaşırlar, duramazsın öyle bir halde ölü gibi kalamazsın. Henüz ölmedin.


Hatırlamak, hafızanın seni yönetmesine izin vermek değildir, hafızan yeniyi yaşamaya izin vermiyor diye unutmak da çare değildir. Unutmakla savaş.

Hafızanı da her şey gibi yerli yerine koymalısın, ne başının üstüne, ne ayak altına. Hafızan seni yönetmek isterse onunla da savaş.
Allah bir şeyi alınca daha iyisini verir,amenna, daha iyiyi görmek için bile öncekini unutamamak lazımdır.

"Herkes" ölçü değildir, ölçü esma-i ilahidir. Ölçü Peygamberdir. Ona benzeyemem sanma,peygamberler ümmetlerinin potansiyelini temsil ederler.


Peygamber kimseyi unutmadı. Ardında bırakmadı, yanında götürdü, kab-ı kavseyne kadar, bu Allaha bakan gözüne şaşma da vermedi. Çünkü seni beni oraya götürürken çokun bir olduğunu, Ondan gayrı olmadığını biliyordu.Demek yapılabilirmiş.


Söyle bana sen Onunla baş başa kalsan kaç kişinin adını söylersin, kaç kişiye "onlara da selam olsun" dersin, sana gelen selamı onlara da bölersin. Sana göre Onun huzurunda onları anmak bile edepsizlik. Sen eksik biliyorsun, sana her gün namazda tahiyyatta Peygamberini ve alini ashabını, İbrahim'i alini ve ashabını andıran sırrı ıskalıyorsun, onlar onları andılar, sen anmıyorsun, sen Onu onlardan ayrı sanıyorsun.


Oysa bilsen Ona huzurunda senin şu şu şu yüzlerini çok sevdim, bana onlardan yine görün demek en güzel edeptir, Allah suretine vefa göstereni sever, hepsi Allah'ın sureti, hepsi Onun vechinden bir vecih.


Sen Onu onlarda görüp duruyorsun ama fark etmiyorsun.

İnsan kalbi alemi icine alir birini kabul icin birini cikarmaya gerek yoktur. Bu coklukla neyaparim deme Allah namina sevilirse cok birdir.

İnsan kalbinde çoku bir eden tevhid sırrı varsa kalabalıklar birdir.


Sakın "Batın-ı kalbe Ondan gayrı girmez" deme gene anlamıyorsun, Ondan gayrı yok ki...

İnsanin günü cismi elinin uzandığı menzil dardır, bir isi yaparken diğerini bırakır, ruhu, kalbi, hayali geniştir çok şeyi elde tutabilir.

Cismin dairesinden kalbin ve ruhun dairesine geç o zaman alemi cebine koyup gezersin.

Yoruldum, sana anlatmaya çalışmaktan yoruldum, dinlemeyen kulağa vefadan yoruldum. Sende Onun yüzünü görmesem çoktan bırakıp gitmiştim ama yoruldum, artık dinle...
Lütfen ayırma, bağla, bağlı olanı fark et. Her bir şeyi birbirine bağlayan rakikaları fark et, Onun seninle kalbinin seninle benim aramızda oluşunu fark et, Onun nispette zuhur ettiğini fark et. İman kopuş değil ittisaldir. Onunla, yani her şeyle... Kalbine aldığın şeyler kadar imanın marifetin.

"Yorulduğun zaman başka bir işe sarıl" diye ikaz etti öğretmenim, "çalışmaktan yorulan tembeldir" diye ekledi. Sözünü dinlediğimi görünce "Söz dinleyecek kadar tembel" diyerek şefkat gösterdi.


Merhametten daha güzeli yok diye düşündüm.

Yorulmamalıydım, yol devam ediyordu. Öğretmenim yürüyebileceğime inanıyordu, ben de onun üzerinden kendime inanıyordum.



GARİBİN MÜJDESİ
 
"Müminler ki gariptirler müjdeler olsun o gariplere". Gurbet memleketinden uzak olmak, vatan-ı asliden sazların koparıldığı yerden, Ondan...

Mümin gurbette olduğunun farkında olana denir. Ve ona müjde verilir, Müjde gurbetin içindedir, manen şöyle denir ona:
Hani sen kendini Ondan uzak sanıyorsun ya, bir sen var bir de O sanıyorsun ya, dünya çilehane ve gurbet sanıyorsun ya, yok öyle değil.Bak içine, O kalbinle senin aranda, bak etrafına nereye dönsen Onun yüzü karşında.İyice bak ki bu müjde ilkin kendini gurbette hissetmeyene verilmez, önce faniliği hissetmeyene beka şerbeti içirilmez.

O zaman müjde gurbetin soğukluğunu kurbiyetin sıcaklığına çevirir. Sevgilim ne güzelsin, bir yerden değil her yerden gamzeni görüyorum.

O herkese mizacına uygun şerbeti içirir, belki benimki bu baharatlı hoş kokulu çaydır. Sunumu porselen bir demlikte, benzeri bir fincandadır.

Yok, fincanın ne ehemmiyeti var deme, evet aslolan içilen şeydir ama fincanın letafeti elde tutuluşu, gözüne ve dudağına hoş gelişi mühimdir.Boşuna mı RAHMAN Suresinde fincanlar anlatılıyor.
İçtiğini sunan sâki de önemlidir. İnsan bilmediği bir içeceği güvenmediği birinin elinden içmez. Güven ve teslimiyet varsa ne verse hoştur.