KİM DEMİŞ AŞKTAN ÖLÜNMEZ DİYE?
İnsanı hayvanlardan ayıran nedir, aklı mı? Ya insanı
meleklerden ayıran nedir, tercih etme kabiliyeti mi? Ya insanı şeytandan ayıran
nedir, tevbesi mi? Kanaatimce insanı tüm mahlukattan tek bir vasıfla
ayırabilirsiniz. O da muhabbettir. Muhabbet duymayana insan denilir mi? Onu
hangi varlık kategorisine koyacağımızı bilebilir miyiz? “İnsan kocaman bir
kalpten müteşekkildir” desek mübalağa etmiş olur muyuz? En azından benim
durduğum yerden olmayız. Zira hakikatin benim gördüğüm kısmı böyle arzı endam
ediyor.
İnsan muhabbetle donanmıştır. Var olduğu andan itibaren
etrafındaki tüm yaratılmışları sever. Bazen muzır şeyleri dahi sever. İnsanı
günaha sevk eden nefsin o şeye olan muhabbeti değil midir? İnsan hayra ve şerre
sonsuz muhabbet kapasitesiyle doludur. Melekler vazifelerini ifa ederler.
Rububiyete ubudiyetle mukabele ederler.
Denilir ki onların ubudiyeti külli değildir. Ancak insanın ubudiyeti küllidir.
Nedir insanın ubudiyetini küllileştiren? Elhak muhabbettir. İnsan katıksız
muhabbetten yoğrulmuş bir hamurdur. Hamuru pişiren fırın ise muhabbetullah
değil de nedir?
Kudrete ve iradeye boyun eğer insan da melekler gibi.
Rububiyetin üzerindeki tesiri ile halden hale döner, kemalat mertebelerini kat
eder insan da, cinler gibi. İnsanı onlardan ayıran şey ihsan mertebesinin
icabı, “Ya Rab ne güzel emretmişsin, ne
hoş şeyler istemişsin, ne güzelsin, ben bu dediğini aşk ile yaparım, yeter ki
sen benle ol, sen bende ol” demesi değil midir? Her cemal pırıltısında, her
şeyi hüsnü cemalini aksettirsin diye yaratanı aratan, terbiye etmesi gereği
verdiği her sıkıntıda ona imdat ettiren, her şeye “Bu da güzel ya Rab!”
dedirten muhabbet ihsan değil midir? İnsanı Kainatın Sahibi ile rube ru eden,
söyleşmeye doydurmayan, özlemini bitirmeyen, “Bana yalnız Sen lazımsın”
dedirten, bir cilvesine ruhunu feda ettiren, en küçük bir ricayı emir telakki
ettiren, rızasını da geçip kendisini istettiren aşk değil midir?
Sabahın ilk saatlerinde bir meleğin nidasında “Ey insan kalk
ve içindeki ateşi söndür!” diye seslenişine lebbeyk diye cevap verdiren, alelacele
soğuk suya daldırıveren, içimizde her vakit namazına koşmazsak alevlenip bizi
tutuşturuveren ateş aşk değil midir? Bizi hiçbir sevgili aç susuz bırakamazken,
uğruna seve seve aç kaldığımız, midemizin kasılmasını bir kurban gibi kendine
sunduğumuz En Sevgili değil midir? Çalışıp didinip kuruş kuruş biriktirdiğimiz,
hesap kitap yaparak sarf ettiğimiz her dirhemi avuç avuç yoluna feda ettiren,
“Hepsi zaten senindir Ya Rab. Buyur al, canım feda! ” dedirten sevda değil
midir? Yediğimiz içtiğimiz her lokmada aldığımız lezzet, sevdiğimiz her insana
sarıldığımızda duyduğumuz sıcaklık, yaşadığımız her günde duyduğumuz mutluluk,
bağrına sığınıp dinlendiğimiz her gecede duyduğumuz huzur Zat-ı zülcemal’e duyulan aşk değil midir? Sevdiğimiz,
sardığımız, huzur duyduğumuz, tattığımız, özlediğimiz, beklediğimiz, içimizde
hissettiğimiz, kainatın görkemli burçlarında fark edip ürperdiğimiz O değil de
nedir?
Derler ki dost isteyince verilirmiş, mahbuba ise istemeden
verilirmiş. Biz daha hiçbir şeyi istemeden bize her şeyi veren, istemeyi
bilmediklerimizi bize Kuran’ıyla talim ettiren, Rasulü’nün mübarek
dudaklarından hıfz ile kalbimize nakşettiren, “size hiçbir gözün görmediği
hiçbir hayalin uğramadığı nimetler hazırladım” dedirten, Cemal-i Kudsi’sini
yeryüzü sayfasında ve semada tecelli ettirdiği gibi bizim yüzlerimizde de tecelli
ettiren Zat için biz mahbub değil de neyiz ki? Bütün alemin gönüllü hizmet
ettiği mukarreb meleklerin bile huzurunda hicab ettiği, hiç kimseyle değil
bizle konuşan, hiç kimseyi değil bizi kendine halife eden, hiçbir şey bilmez
iken bilmediğimizi öğreten, bizi meleklere gıpta medar bir hale getiren,
kimseye değil bize Rahman sureti giydiren Rabb biricik mahbubumuz değil midir?
Habibi olan zat-ı şerifini üzerimize kendi mübarek
isimleriyle müsemma, Rauf ve Rahim kılan, doğumundan, miracına, ölümünden,
haşrine dek, bizim adlarımızı zikrettiren, hatırına bizi hiç çıkmamacasına
kazıttıran, her derdimizde Cemal-i Mustafa’yı yanımıza koşturan, her gece
yavrusunun üzerine defalarca örten bir anneden daha şefkatle her gün defaatle
hatalarımızı örten Allah-ı Zülcemal bizi göz bebeği gibi sevmez mi? O nurundan
gölgesi yere düşmez mübareğin peşine takılıp her çağrısına lebbeyk denilmez mi?
Maşukun verdiği randevuya heyecan ve mutlulukla gidilmez mi? Onun için dünya ve
içindekilerden bir kalemde vaz geçilmez mi? Aşk için ve aşk ile ölünmez mi?
Aşık sıkıntısında yarine sarılır, sevincinde yari ile
söyleşir, yalvarışı yarinedir, zilleti yari içindir, sabrı yare kavuşmakla
müjdelenmesindendir, ayrılığı Maşuk’un nazındandır. Allah aşıklarına küsmez.
Allah aşıklarına müştaktır. Aşığın gözü Ondan başkasını zaten görmez. Aşık
hayatını Sevgilisinin hasretiyle geçirir. Her yerden ondan tebessüm
kırıntıları, sevgi mesajları, hatıra girme yolları arar durur. Her çiçeği
yarimdendir diye koklar, her güzelliğe yarimindir diye nazar eder. Yar onu ayın
halleri gibi çevirir durur da hoştur der. Ömrünce peçesi ile vurulduğu yarini hiç
peçesiz görmek istemez mi? “Yar lutfun da hoş kahrın da hoş!” denilmez mi? “Kul bu dünyada Rabbinin Zatını görmeyecektir”
hadisini duyup da O Zat-ı Ehad ve
Samed’in hasretiyle gelen Melek-ül Mevte “Hadi ne duruyoruz çabuk gidelim!”
demez mi? Vallahi ölüm Aşıklara şifadır!
Ya Rabb bunu çoğu kör kalbimin Cemaline şehadeti kabul
eyle….
Mona İSLAM
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder