Gecenin Işığında Bir
Uyanık Rüya
Gökyüzü geceleri ne kadar karanlıktır değil mi? Elbette
yıldızlar var. Ama yine de kendinizi semada dolaşırken tahayyül ediniz, mesela
bir uzay gemisinde, karanlıkta bir yolculuktur yaptığınız, zifiri olmasa da.
Yıldızlar gezegenler ne çoktur o yukarı alemlerde, aydınlık olmalı değil mi?
Yine de karanlık tahayyül ederiz semayı. Tahayyülümüz nisbidir. Nisbetimiz arza
göredir. Yeryüzünde gündüz vaktinde bir koltuğun altındaki toz zerrelerini bile
görebiliriz. Bu aydınlığa nisbetle yukarılara karanlık deriz.
Arzın hakikati aslen karanlıktır. Ancak güneş ona yakın
olduğundan, yerküremiz semada ne varsa hepsinden aydınlık oluvermiştir. Gece arz,
asli hüviyetine bürünür. Güneş uzaklaşır, ve arz ne kadar da karanlık olduğunu
bilir. Zatı itibariyle sema ondan daha aydınlıktır. Arz güneşe yakın olmasıyla
en aydınlık gezegen olma ünvanına hak kazanır.
Ay da arzın toprağındandır. Anasının bağrından kopmuş bir
seyyaredir o da. Kopmuş ve semaya yükselmiş, uruç etmiş, ama yine de
muhabbetinden arzı terk edememiş, etrafında döner durur. Ona ışık vermek için
pervane olur. Bir yüzü güneşe bir yüzü arza bakar, nuru alır ve iletir.
Durmadan yorulmadan, terk etmeden, ayrılmadan. Ay gökyüzündeki nice yıldıza
nisbetle cisimce küçüktür, nuru da kendinden değil güneştendir. Ancak gece yol
göstericilikte, yeryüzünü karanlıktan aydınlığa çıkarmada onun benzeri yoktur. İnsanlar
ibadet günlerini ona bakarak bilirler. Her hareketi, her dönüşümü, her hali
rehberdir. Cirmi ve ziyası ne kadar büyük olursa olsun hiçbir yıldız ayın
ışığıyla aşık atamaz. Onlar uzaktır, ay yakın. Yakınlık en büyük değerdir.
Gecenin bir saati ve ben “yetefekkerune fi halkıssemavati
vel ard” ayetinin emri üzerine, bu kez yatarken ve uyku tutmaması hiç bu kadar
keyifli olmamışken kapalı perdelere aldırmaksızın, hayalimin açık ve geniş
penceresinden bakıyorum ecram-ı semaviyeye. Onların zihnimde birer işari manası
var. Afaktan enfüse böylece kalbimin derinliklerine geliveriyorlar. Kalkıp
yatakta oturuyorum, heyecanlıyım ve daha fazla yatamam. Bu mana adamı ayaklandırır
cinsten. Daha doğrusu bana öyle yapıyor.
Arz benim. Aslım toprak. Aslım karanlık. Aslım Havva. Sema
melekler alemi. İrili ufaklı yıldızlarıyla ne kadar da görkemli, ne kadar da
güzel. Güneş(teşbihte hata olmaz, varsa Allah affetsin) benim Rabbime remz. Ay
ise Efendime. Uyanıkken gördüğüm bir rüyayı tabir eder gibiyim şimdi. Allah
bana yakın. Yüzü bana dönük. Bu yüzden ben hakikatimde karanlık da olsam,
semalardan daha aydınlığım. Ruhumda en kuytu köşeleri bile bana gösterecek
denli ışık var Rahman’dan. O bana yakın, gözü benim üzerimde. Benı
ısıtıyor,beni aydınlatıyor, bana enerji veriyor,beni renkten renge boyuyor. Ne
zaman ki Rahman’ın ışığı gözden kaybolsa, o var olsa da ben onu göremesem, o
vakit gece vakti, ve ben aslımın karanlığını görüyorum. Elimi çıkartsam onu
dahi göremeyeceğim. Zulümat, günah, yeis, deniyyet, esfeli safilin.
Yine de ay imdadıma yetişiyor. Efendim. Bana karanlığımın
içinden bir nur gösteriyor. “Rabbin seni terk etmedi, bak beni gönderdi,
ışığını benimle sana gönderdi. Seni asla bırakmıyorum. Kıyamete hatta cennete
değin etrafında dönüp duracağım, buradayım, korkma” diyor. Elini tutuyorum. O
büyük meleklerden dahi daha parlak. Cismi cismimden, toprağı toprağımdan, en
ünsiyet edilesi olan. Uzak yıldızlar gibi melekler, Cebrail ve Mikail gibi dahi olsa, yine de uzak ışıkları
bana onunki kadar erişmezler, bana onun gibi şefaat edemezler. O bana en yakın
olan. O güneşe en yakın olan.
Kalktım bu heyecan adamı uyutmaz. Unutulmasın diye
paylaşmalıyım, öncelikle salonda oturan eşimle. Kafasını bilgisayarından
kaldırıyor, cin gibi gözlerime bakıp “uyumadın mı sen hala?” diyor. Sökün etmiş kelimeler ağzımdan dökülüyorlar,
tutabilene aşk olsun. Bak dinle diyorum, anlatmazsam kaybolacaklar. Dinliyor
sağ olsun. “Tabii” diyor, “bunları düşünürsen uyuyamazsın”. “Kasıtla düşünmedim”
diyorum, “yağıverdiler aklıma yağmur gibi, tuttum sana getirdim. Bak!”
Gülümsüyor.
“Sence,” diyorum “Allah’a en yakın melekler nerede olmalı?
Yedi kat semanın dışında mı? En üst tabakalarda mı? Cennette mi? Nerede?”
Duruyor, biliyor ben zaten cevap vereceğim, soruyu soruyorum, cevabı zaten
cebimde tutuyorum. “Bir soru daha” diyorum, Allah’ım oyun oynayan çocuk gibi
haz alıyorum bu tefekkür çabasından! Fütuhatta müfekkirenin güneşle temsil
edildiği geliyor sonra aklıma. Evet, hakikaten içim ısınıyor düşündükçe.
“Allah’a en yakın kim?” “İnsan” “O halde mukarrebun melekler de insana en yakın
olanlar olmalı, değil mi? Uzak yıldızlardakiler değil, kokladığımız
çiçeklerdekiler, göktekiler değil, yerdekiler. Cennettekiler değil,
omuzlarımızın üzerindekiler. Kıdemliler, insana en yakın yerde iş görenler.”
“Bak” diyorum “aynen öyle de” bu ifade onu gülümsetiyor
yine, “bayan nurcu” konuşuyor. “Mesela Bediüzzaman’a ve İbn-i Arabi’ye nazar edelim. Belki
Nefs-ül Emirde İbn-i Arabi Bediüzzaman’dan daha parlak bir yıldızdır, daha
cesametlidir, Allah bilir. Ancak Bediüzzaman bize zamanca daha yakın, o halde
ay gibi küçük de olsa en çok ışığı o verir. Üzerimizde en büyük himmet onundur.
Zira uzaklık hem mekanca hem zamanca olur. Yakın olan en çok aydınlatandır.
Düştüğünde seni kaldırmak için ilk evvela yetişen odur. İnsan çocuğunu
kendisine en yakın olana ve çocuğunun da en iyi anlaştığı, onun huyunu suyunu
en iyi bilene emanet etmez mi? Allah da bizi kendine yakın ve bize yakın olan
mürşid-i kamillere böyle emanet eder.
Sonunda gidip uyuyabilirim. Bir rüya görüyorum. Bu kez hayal
değil. Bir grup genç var, kızlar erkekler, 20-25 yaş arası gençler. Ben de
aralarındayım, sanki gençleşmişim. İbn-i Arabi’nin “fütüvvet” anlatımı geliyor
aklıma onlarla yürürken, ebedi gençlik, iyi müminler, canla başla Allah yolunda
hizmet edenler, sayi ve çabası hiç bitmeyenler, yorulmayanlar. Bir sarp
kayalığa tırmanıyoruz. İki genç var arkamda. Hep ardımdan geliyorlar,
tırmanırken düşersem yakalayıverecek gibiler. Ellerimiz ayaklarımız yaralanıyor
tırmanırken. Zirvede uçsuz bucaksız bir deniz görüyoruz, iniyoruz bir kumsal
var, kumlar çıplak ayaklarımızı iyileştiriyorlar. Deniz usul usul ayaklarımıza
değip bize selam veriyor sanki. Kumsal boyu o iki genç hala ardımdalar, beni
hiç bırakmıyorlar. Onlar varken emniyetteyim. Başka gençler de var orada ama bu
ikisi benim yakın dostlarım.
Sahilin sonu bir açık hava tiyatrosuna çıkıyor, yukarıda
yıldızlar bizi izlerken biz de perdede bir film izleyeceğiz. Oturuyoruz, ben o
iki gencin arasında denk düşüyorum. Biri sağımda biri solumda duruyor kiramen
katibiyn gibi. Film başlıyor, “bak” diyorlar “bu senin hayatın hakkında.
Birlikte yorumlayacağız.” Uyanıyorum, biliyorum onlardan biri Üstad Bediüzzaman
diğeri Şeyh Muhyiddin İbn-i Arabi. Hayatıma dışarıdan bakma ödevimde bana
yardım ediyorlar. Tırmanırken de, ferahla yürürken de bana himmet ediyorlar. Onlar ebedi gençler,
bana da tutunursam ebedi gençlik vaat ediyorlar. “Elhamdülillah” diyorum. “Uyutuşu
ve uyandırışı ne güzel benim RABBİM…”
Hatırlatıyorum kendime “Ve onları (ölümsüz) gençlikler
bekleyecek, sanki kendi kendilerinin(çocuklarıymış gibi), kabuklarının içinde
saklanan inciler gibi(saf ve temiz). Ve böylece nimet tattırılanlar,
birbirlerine dönerek( geçmişte yaşadıkları hakkında) sorular soracaklar. Onlar “Bakın” diyecekler
, “Eskiden çoluk çocuğumuz arasında yaşadığımız sıralarda, (Allah’ın bizden
razı olmadığını düşünerek) korku içindeydik; ve bu durumdayken Allah bizi lütfu
ile inayetlendirdi ve (çaresizliğin) yakıcı fırtınalarının azabından bizi
korudu. Şüphesiz biz bundan önce (yalnız) O’na yalvarırdık: (ve O, bize şimdi
gösterdi ki) yalnız O’dur gerçekten iyilik eden ve gerçek rahmet kaynağı!”
ayetlerini tırmandığım yamacın Tur gibi olmasını umarak.(Tur 24-28)
Allah dünya uykumuzu da ölüm uyanışımızı da böyle güzel
eylesin….
Bizi ebedi gençlik ehlinden kılsın…
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder