Güneşe Bakamayız Ne Gam!
Hiç yıldızlara baktınız mı? Onlar çeşit çeşittir. Kimi
kırmızıdır mesela. Ateşte kızdırılan demir gibi. Böylesi etrafında gezegen
barındırmaz. Yalnızdır. Nefsine dönük, kendi kendine, bir başına, yabani. Bu
kırmızı yıldızlar en soğuk yıldızlardır. Ateşi yalnız kendilerini ısıtır.
Bunlar modern zaman aşıklarıdır. Yalnız nefsleri için severler. Böylesine aşk
demeye hicab ederim. İnsanlık da son yüz yıl hariç böyle ben severliğe, bene
tapana perestişe aşk dememiştir. Tutkulara, ele geçirme, sahip olma dürtülerine
aşk demek zamanımızın kelimeleri anlamlarından kaydıran hastalığının
neticesidir.
Bir de güneşimiz gibi sarı yıldızlar vardır. Bunlar ilkinden
daha sıcaktırlar. Isısı arttıkça etrafına gezegenler takılmaya başlar böylesi
yıldızların. Yüzü aleme döner, hayat verir, aydınlatır. Başkasına faydalı olur.
Bunlar için nefsinden başkasına nefes veren, kendinden başkasını da nurlandıran
yıldızlar denilebilir. Onlar aşkında karar bulmuş, ateşinden ziya ve nur bulmuş
başkalarına da buldurmuş insanlara benzerler. Böylesine aşk nimettir, verili
emanettir, o da emanette emindir. Gördüğü güzelliği izlediği yolu, kavuştuğu
hakikati, aldığı hazzı diğer insanlara da tasadduk etmek ister. O görmek ve
göstermek istemede Rabbinin izi üzeredir. O aşka hasisçe yapışmaz, onda yitip
gitmez,aşkı korur ve onunla yol alır. Aşk yolunda saliklerini terbiye eden tüm
mürşitler böyledirler.
Bir de beyaz yıldızlar vardır. Bu beyaz güneşler çok fazla
ısınmıştır. Artık ısı o denli artınca etrafında yine bir gezegen kalmaz, erir
gider. Varlık yokluğa dönüşür. Kendi de büyük bir patlama ile patlar, nefsini
de yok eder. Bu yıldızlar da aşkında yok olmuş adamlara benzerler. Böylesi
ehl-i vahdet-i vücud gibidir, hiçbir şeyi görmez. “La mevcude illa hu” der,
kendini de yok sayar, “enel HAK” derler. Onların dilini kimse anlamaz,
rehberlik edemezler, gözleri ışığın şiddeti zuhurundan kamaşmış, kendilerinden
geçmiş, kurbette benlerini yitirmiş Hak ehli böyledir. Hidayettedirler, ancak
hidayet edici olamazlar.
Biz “ümmeten vasaten” olmakla emrolunduk. Yedi ismin mazharı
güneşimiz de vasat bir güneştir. Aşkımız da vasat olmalıdır. Ne kırmızı güneş
gibi, ne beyaz güneş gibi. Bizden beklenen bu olsa gerek…
***
Biz güneş ve ay
metaforlarını kullanırken, birine ziyayı diğerine nuru veririz. Üstad
peygamberlerden bahsederken onları “ güneşler” diyerek sıfatlandırır. Öte
yandan evliya ve asfiya, “ay” ile teşbih edilirler. Biri kaynağı kendinden
ışık, diğeri ise başkasından alınan ışık. Aynı şekilde Kuran’ın ziyasından söz
edilirken, beraberinde Efendimizin Nur’undan söz edilir. Bu bir karşılaştırma
sonucu isimlendirmedir. Yoksa kuşkusuz diğer peygamberler güneşler ise,
Efendimiz Güneşler Güneşi’dir. Burada mukayese Kuran’la yapılmıştır.
Dikkatinizi çekmek
istediğim husus güneşin bir kaynak, ve ayın bir yansıma yeri bir perde olduğudur.
Kaynaktan gelen ışık perdeden yansır. Kaynaktan çıkana ziya, perdeden gelene
nur denir. Perde kusursuz ise ışık çok fazla değişme olmadan bize
ulaşacaktır.Nurani ve zulmani perdelerden kasıt budur.
Ancak “Allahu Nurussemavati vel ard” denilirken Allah’ın Nur
isminden söz edilir de, Ziya diye bir isminden söz edilmez. Oysa O’nun ışığı
kendindendir. Hayret! Bu isimlendirme neden böyle yapılmıştır?
Biz güneşe doğrudan bakamayız. Allah’ın Zat’ına da öyle. Ne
bu alemde ne de öbür alemde. Hatırlayalım Allah Musa(as)’a ne demiştir, “Len
terani ya Musa”( Beni asla göremezsin). Burada mana bu dünya ile
ilişkilendirilir, ve Rabbin bu dünya gözüyle görülemeyeceği söylenir. Doğru
fakat eksik bir tefhim. Kanaatimce burada Allah’ın Zat’ı kast edilmektedir. Bu
rü’yetullah için de geçerlidir. İnsanlar cennette Rablerini görmekle
şerefleneceklerinde, O perdeleri kaldırın buyurur. Yalnız bir perde kalır. Ve
insanlar O’nun Cemaline bakarlar. O bir perdenin ne olduğunu bilmiyorum.
Fütuhat müellifi Cennet bahsinde bunu belirtmemiş. Belki “Azamet ve Kibriya”
olabilir. Ancak anladığım şey şudur: Biz
O’nun Zat’ına ancak bir perdeden sonra bakabiliriz. O perde yüzündendir ki O’na
Nur ismi atfedilir, ama Ziya ismi atfedilmez. Zira O bize kendisine muhatap
olacağımız şekilde isimlerini öğretmiştir.
Rasulullah da insanların Rablerini, gökteki dolunayı
gördükleri gibi göreceklerini söylerken, yine aya atıf yapmış, ve görmenin
perdeli olduğuna işaret etmiştir. İnsanlar Rabbi güneşi gördükleri gibi
görecekler dememiştir. Zira güneşe bakmaya takat yoktur.
O’nun hakikati ele geçirilemez, kuşatılamaz, ancak belirli
bir perdeden, kab-ı kavseyn denilen mesafeden sonra O’na yaklaşılabilir. Bu
anlamda İbn-i Arabi’nin dediği gibi mutlak anlamda vuslat yoktur. Bu tecelli
yoğunluğundan hissedilen bir yanılsama olmalıdır. Allah Allah’tır, kul da
kuldır. Bunların birleşmesi düşünülemez. Güneşe varılamaz. O’na ancak O’nun
izin verdiği bir yakınlıktan bakılabilir. Bu da isimlerinin pencerelerinden
müşahedeyledir..
Güneşe doğrudan bakılamaz ancak, bakılamayan haliyle bile o
bize çok şey anlatır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder