AH BENİMLE BİR KONUŞSA…
Gece saat on. Sahildeyim. Ne işim var burda. Bilmiyorum…
Atıverdim kendimi sıcak ve aydınlık evden, soğuk ve karanlık
sokaklara.
Neden?
Bazen yapmak bilmenin önüne geçer. O dem şimdi.
Arabayı bir yere park etmeliyim. Ama her yer araba dolu. Bir
tek boş yer yok, dolanıyorum, dolanıyorum, tuhaf ki bu boşluk bulmak için sokak
aralarında dolanıp durmak hiç canımı sıkmıyor. Hiç acelem yok. Yetişeceğim bir
yer de. “Kafamın içi de sokaklara benziyor” diyorum kendi kendime, “bir boş yer
bulasın da bir soluk dinlenip durasın. Nerde…”
“Alemde boşluk yok” diye mırıldanıyorum inanmaya çalışarak.
Sahildeyim. Rüzgar haşin esiyor. Sanki suratıma birşeyler
haykırıyor, ne bulduysa üstüme fırlatıyor. Lodos deniz ulaşımını iptal edince,
deniz de kapkaranlık. Dalgalar ara ara büyük bir şiddetle kıyıya vuruyor.
Korkmuyorum. Sadece hayret ediyorum. Dalgalar içimdeki öfkeye ne çok benziyor.
Yerler ıslak, pantolonumun paçaları sırılsıklam oldu, olsun.
Üşüyorum, olsun. Yerlerde dalgaların fırlatıp attığı öbek öbek yosunlar. Durup
onlara bakıyorum. Yosunlarla bir ünsiyet peyda ediyorum ki sormayın. Sanki beni
de biri bu karanlık sahile, celalli bir dalga ile fırlatıp atmış. Yosun
oluyorum.
Ne yosunlara acıyorum, ne kendime. İkimizde olmamız gereken
yerde değiliz, onlar denizde ben evde.
Belki de tam olmamız gereken yerdeyiz. Yosunların nasıl
aciz, nasıl sefil, ve yere sürünerek yapışan tabiatta olduklarını görmek ancak
deniz onları fırlattığında mümkün oluyor. Beni de içimden taşan celal tecellisi
evden dışarı fırlattı ya. Ben de betona yapışmış gibiyim şimdi. Yosunları
görmeye geldim demek ki. Kendimi…
Boşluk yok anladım da gerçekten her şey olması gereken yerde
mi?
Yürüyemem daha fazla. Attım kendimi bir banka. Karanlıktakine
değil, şu sokak lambası altındakine. Biraz ışık gerek bana. İçimin karanlığına
sokağın karanlığı eşlik edince kat kat karanlıkta karabasanlar çöküyor üstüme.
Gece sokakta bir kadın, ayaklarını toplamış ellerini ceplerine sokmuş, boş boş
ötelere bakıyor. Bir şeyi kaybetmiş gibi, sanki kaybettiği denizin içinden
çıkıp gelecekmiş gibi.
Eskiden de böyle birini bekler gibi bakardım denize.
Bostancı’da iskelenin çapraz karşısında otururduk biz. Evimiz denize bakardı. O
zamanlar da böyle lodos patlardı. Sahil yolu yoktu çocukluğumda. O vakitler
lodos patladı mı neredeyse evimizin camlarına vururdu deniz. Evin önündeki
küçük yola da yosun parçaları fırlardı şimdiki gibi. Deniz sahili yutardı.
Sanki bizi de yutardı. Hepimiz deniz olurduk.
Bir de lodosa Vedat amcanın küçük balıkçı teknesinde
yakalandığımız zamanlar vardı. Vedat amca ve Nesrin teyze annemin çocukluk
arkadaşları, ikisi de eski Bostancı’lı. Vedat amca balığa çıkardı, bizi adanın
bir yerine bırakırdı. Biz yüzerdik, o balık avlardı. Bana tuttuğu balıkların
tek tek isimlerini sayardı. Dönüş yolunda bazen lodos patlardı. Sandal beşik
gibi sallanırdı. Başımızın üstünden geçerdi dalgalar. Annem beni teknenin
dibinde bir yere oturtur,ıslanmıyim diye üstüme daima sandalda bulunan bir
battaniyeyi örterdi. Ben başımı çıkarır dalgalara bakardım. Dünya deniz olurdu.
Ben hiç korkmazdım.
Belki de bu yüzden içimde her lodos patladığında Bostancı
sahiline gelirim. Artık denizden uzak evim. Ama burası benim evim. On sekiz
yaşına kadar burada bu denizin dibinde yaşadım ben. Denizi ne halde olursa
olsun severim. Varlığı ne halde olursa olsun sevmeyi denizden öğrendim.
Beklemeyi ve bir an sonra ne olacağını bilmemeyi.
Lodosu seversiniz. Ama bu dalgaların yüzünüze çarpan ve sizi
sarsan bir varlık tecellisi olduğu gerçeğini değiştirmez. Kabz halleri bast
halleri gibi sevilmez. Başka türlü bir şeydir celali sevmek. Her gelişi kavga
ve gürültü getirse de babanızı sevmek gibi. Denize bakıp babamı bekliyorum
yine. Sanki denizden gelecekmiş. Deniz içinde her şeyi verebilecek bir kudret
saklarmış. Bildik bir bekleyiş.Tanıdık bir hayal. O gelmeyecek. Onu getirmeye
denizin bile gücü yetmeyecek.
Bağırsam rahatlar mıyım?
Kimse de yok. Bir kabustan uyanır gibi bir çığlık atsam. Ses tellerimi kesmemiş
olsalar bağıracaktım. Bağıramadım. Ses tellerimi kestiler benim. Ama acı olduğu
yerde hala. Celal tecellilerinde bağırmanız gerekir. İçinizden yahut
dışınızdan. Uymalısınız kainatın patlayışına, siz de patlamalısınız lodos gibi.
Ama tek bir kanaldan tek bir yoldan bağırabilir insan. Yol kapalı, boğazım
tıkalı…
Sesim çıkmasa da içerden bağırıyorum, kimse içimden bağırma
hakkını elimden alamaz çünkü. Ben sesimi çıkaramadığım gibi hiçbir şey de
konuşmuyor. Fenalık veren sessizlik var her yerde. Fenalık veriyor, çünkü her
şey içten bir feryat ediyor. Dilsiz bir çığlık. Saç yoldurur bir hırslı keder. Sözcüklere
dökülemez.
Ona sesleniyorum içimin gürültüsünden. Konuş! Bir kelimen
bana hayat verecek. Yahut bir işaret ver. Bir alamet. Beni duyduğunu belli et! Şimdi
burdaki varlığımı sen olmasan kim bilecek? Acımı dilsiz sessiz kim hissedecek?
Çok yorgunum.
Bazen insan hayattan istifa hakkını kullanmak istiyor. Bazen
bir saat için çekip gitmek, bir saat feryat etmek, bir saat sayıp sövmek
istiyor. Yüz yılın başaramadığını bir saat başarabilir mi? İnsan acıyı zamana
yaymazsa, bir saate teksif ederse ondan çarçabuk kurtulabilir mi? Bir saatlik
hürriyetim var benim. Yalnız bir saat kendim olabilirim. Bir saat, yalnız…
Ona ‘Beni buraya niye fırlattın, niye beni burda bıraktın!’
diye haykırmak istiyorum. Satırlara saçma sapan şeyler yazma hakkını kullanıyorum.
Dilsizlerin dilidir harfler. Harfleri fırlatıyorum ben de sesimin duyulmadığı
boşluğa. Öfkeli ve yırtıcı bir hayvan olma hakkını kullanıyorum. İnsanın her varlık katmanına bürünebilmesi
güzel. Bazen yosun, bazen dalga, bazen hayvan. Şu halde akıl da hikmet de tası tarağı toplayıp
gidiyor. O zaman üşürken bile hasta olmaktan endişe etmiyorum. Ya da karanlıkta
başıma bir iş gelmesinden. Ötede çimenlerde kıvrılıp yatmış iki sokak köpeği
kadar umursuyorum fırtınayı. İçime kıvrılıyorum onlar gibi. Baş tarafıma
umursamazlığı, arkama öfkeyi alıyorum. Hiçbir taşa tekme atmıyorum. Hiçbir yeri
yumruklamaya kalkmıyorum. Öfkemin nesnesi tekmeleyebileceğim yerde değil çünkü.
Bu yüzden kimseye haksızlık etmek istemiyorum.
Kendinize öfke ile aldırmazlık arasında salınma hakkı
tanırsanız rahatlıyorsunuz.
Bu an varlık denizinde de Ona ‘ne yaparsan yap’ dediğiniz
an. Kahrı ve lütfu şey-i vahid bildiğiniz bir an. Celali cemal gördüğünüz bir
an. İsyanın Onun dizi dibinde hıçkıra hıçkıra ağlamaya döndüğü an. Hiçbir an
Ona bu kadar çok ihtiyacınız olduğunu hissetmediniz. Bu an tek. Biricik. Bu an
en fakir sizsiniz. Onun fakiri…
Ağlayıp göğsünü de yumruklasanız, o sizin sevgiliniz.
Ve o zenginliğini
açıyor. Onun göğsünde öfkeniz dinginliğe dönüşüyor. Ancak onun kavrayışı
soğurabilir öfkenizi. Sizi celalle de olsa tutmuş iyi ki bırakmıyor. Halinizi
anlamaya başlıyorsunuz.
Aslında tüm sıkıntı insanın enfüsü ile afakının
uyuşmamasından. Yerli yerinde olmayan şey de bu.
Şimdi biliyorum evden neden çıktığımı. İçim evdeki huzurlu
ortama değil, bu deniz kenarındaki karanlık ve ürkütücü ortama benziyor da
ondan. İç dışa uyum sağlayınca sorun kalmıyor. İnsan ait olduğu yere doğru
sürükleniyor. Dinginliği fark ediyorum. Dinginliğin iç ve dışın aynı olmasından
kaynaklandığını…
Bana feryadımı dindiren bir sekinet veriyor. Rüzgar bile
şimdi daha bir tatlı esiyor.
O benimle konuşuyor
ya, artık düzelir her şey.
Eve dönsem iyi olacak. Hayatı yeniden omuzlasam iyi olacak.
Şu istifa kağıdını bir dahaki patlamaya kadar yırtsam iyi
olacak.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder