HAYATIN DÜĞÜMLERİ
Düğümlere üfleyen kadın benim şimdi
Bak içim düğüm düğüm
üflemekle çözülürler belki
her şey nefesten var olur dedin ya hani
“En zor sorular, basit olanlarıdır” derler. Zira hakikat
onların ardında gizlidir. Soruların peçesini kaldırabilirseniz, yahut Mucib
(Sorulara cevap veren) perdeyi aralama izni verirse, hakikatin sade ama
büyüleyici gözlerine, su gibi duru ve okyanuslar gibi derin bakışlarına muhatap
olabilirsiniz."Ben kimim?" "Neyi istiyorum" "Sen kimsin?" İşte böyle dilde hafif gönülde ağır sorular...
Onlar hakikatin kapısını çalacaklar, açılacak mı? Bilmiyorum, ben de bekliyorum.
Onlar hakikatin kapısını çalacaklar, açılacak mı? Bilmiyorum, ben de bekliyorum.
Bilmiyorum, sadece sanıyorum. Dahası inanıyorum. Hakikat basittir. Bir şey ne kadar basitse o
denli hakikate yakın, ne denli bileşik yani eskilerin deyişi ile mürekkepse o
denli hakikatten uzak. Cümlelerimiz de öyle. Benim henüz öyle yalın, sade,
basit cümlelerim yok. Umuyorum bir gün olacak.
El an kafamda, kalbimde yığınla düğüm var, bazıları kör…
Dizlerimde küçük bir kız çocuğu gibi her odaya beraber
taşıdığım kırmızı battaniyem, kucağımda bilgisayarım, aralık
pencereden yağan karı izliyorum. Karda yürüyüş yapanların hışırtıları evde
uyuyanların mırıltıları, bilgisayarın tuşlarının tıkırtıları, komşulardan gelen
televizyon gürültüleri, tüm sesler içinde, yine hakikatim gibi yalnız bir
gecede kendimi arıyorum. Kendimi kar taneleri gibi, gökteki sıcak evimden
buralara düşmüş, üşümüş ve yabancı hissediyorum. Bu şehirde doğdum, burada
büyüdüm, ama her zaman, ve en çok da kar yağarken buraya ait olmadığımı
hissettim. Sanki hep karlı günlerde veda ettim sevdiklerime ve bir kar tanesi gibi düştüm Sevgilinin elinden buraya, gurbete. Ben aslında hiç veda etmek istemedim. Hep tam da "seviyorum" derken kayıp gittim. Ona söz verişim de böyleydi "Seni seviyorum" dedim ve bir baktım uzaklara gönderilmişim. Neden? Ne işim var burda benim? Ne bekliyorsun benden? Nereliyim ben, evim nerde benim!
Ara ırkların, bölünmüş coğrafyaların, parçalanmış ailelerin
çocukları hep benim gibi mi hissederler? Mevcudiyetim Balkanlar’dan, Bereketli
Hilal’den, Kafkaslar’dan, ve dahi Afrika’dan alınan renk renk toprakla
karılmış. Ruhen hiçbir yerli değilim. Ceseden her yerliyim. Dedem hep “nerelisin?”
denildiğinde “Osmanlı’yım” derdi. İnsanlar onun eski güzel günlere vefasından
böyle söylediğini sanırdı. Oysa o gerçekten de Osmanlı’nın tüm müslüman
unsurlarını bedeninde ve kültüründe taşırdı. Bu yüzden seçip hangisini
söyleyiversin, “Osmanlı’yım” derdi. Seçmek ve ‘şuna aidim’ demek zordur. Bazen
de siz bir yeri seçersiniz de o yer sizi seçmeyiverir. Mülteci gibi beklersiniz
kapıda.
Ben ne diyeceğim
şimdi? Osmanlı ve dahi soluğunun eriştiği tüm mekan, üzerime tüm kavimleriyle
yıkılmış gibi, ve tüm parçaları dağılırken ben de bölünmüş gibiyim.
Damarlarımda Arnavut kanı, yüzümde Arap damgası, bedenimde Habeş toprağı, celalimde
Kafkas dağları varken kendimi nerede bulacağım ben? Kendim neredeyim? Birini
seçsem oraya ait hissedebilecek miyim? Ya da benim gibi olmayanlar, bir yerde
doğup ataları da oralı olanlar bu soruya cevap verebilirler mi? Nereliyiz?
Mekansızlık hem bir imkansızlığı hem de bir imkanı
beraberinde getiriyor. Sizi yetim de kılabilir, ruhun derece-i hayatına da
geçirebilir. Beceri imkanı mümkün kılmada. Ey İnayet, meded!
Karşımda basit ve zor bir zoru, ardında bir hakikat gizli, bulabilsem
keşke…
Nereliyim sorusunu cevaplayamadan bir başka soru daha üşüten
bir kar tanesi gibi usulca düşüyor zihnime. Kime aidim? Kendime mi? Birine mi?
Bir babanın dizi dibinde büyümüşler için kolayca cevaplanabilir belki bu soru.
Benim böyle bir lüksüm yok. Belki imkansızlığım imkanın ta kendisi. İnsan
aidiyet hissi ile bir babaya yönelmeye alışmazsa, sonradan aidiyet hissi ile
bir kocaya alışması da zor oluyor. Kimi zaman ataçla tutturulmuş gibi kurulu
bağlarım, kimi zaman kalbim insanlarla düğüm düğüm. Salınıyorum basit sarkaç
gibi biteviye. İnsanlara inanıyorum
kandırılıyorum,insanlara küsüyorum yanılıyorum. Sadece kendimle değil,
öteki insanlarla da başa çıkamıyorum.
Yoksa tüm cevaplar bu köksüzlüğün ardında mı gizli?
Tutunamamalı mı insan yoksa, bağlanamamalı, elde edememeli, eksik kalmalı. ‘Bu
dünyanın kuralı bu’ diyor Aziz Sevgili. ‘Bir şeyi istersen bir şeyi verirsin.
Buna denge denir.’ Bu dünyada her şeyi
birden elde edemezsin. Bir yurt bir yuva edinemezsin. Alışamıyor musun? Uyum
sağlayamıyor musun? Alıştıkların da sana mı alışamıyorlar. Ne güzel!
Yapma! Anlamıyorum. Eziyet bu!
Bir ben miyim böyle
uyumsuz? Bir ben mi tutunamıyorum hayata? Bir tek ben mi düğüm düğüm yaşıyorum
hayatı. Bu varoluş karmaşası bir tek benim mi canımı yakıyor böyle? İnsanlar,
nasıl alışıyorlar bu dünyaya? Nasıl kalplerinin meyilleri ile vicdanlarının
tazibleri arasında kalmıyorlar. Oysa ben tam da bir ateş hattının ortasında
kaldım. Hangi taraf kurşun atsa vurulan hep ben oluyorum.
Ancak dünyaya uyum sağlayamayanlar dünyanın ötesine
varabilirler.Böyle avutuyorum kendimi. ‘Öte’, ne güzel bir söz! Mekanda kendine
yer açmak için birine ‘öteye git’ dersin ya. Dünyada yer açmak için öteye
gitmek. Ya öte diye bir yer olmasaydı, o vakit nereye gidecektik? Gitmek bile
anlamını öteden alır. İyi ki öte vardır ve sonsuzdur. İnsanın ötesi bitimsizdir.
İnsanın ötesi Allah’tır da ondan. Böyle olunca mekanda öte, Ona vusul, insanda
öteki de O oluyor. Ya ben, ben de birine öteki değil miyim? Yoksa ben de mi
O’yum? Öyle ya belki ben de birine Ondan bir dil, bir esin oluyorum. Al sana
bir düğüm daha!
KABUL ETMEK, BENDEN
VE DAHİ ÖTEKİNDEN VAZGEÇMEK NE ZOR!
İnsan eksikliğinden, kusurundan, zaaflarından, arzularından
utanmamalı. Beceremedim, unuttum ya da unutamadım, düştüm, kirlendim. Çamura
bulandım, çamur benim aslım. İnsanın eksikliği nasıl bu dünyanın eksikliğine
muvafık geliyorsa, aynen öyle de insanın nefsen doyumsuzluğu, arzularının
bitimsizliği, ruhen genişliği ve inceliği de semaya uyuyor. Melekut alemine,
göklere, cennete. İnsan ancak dilemek yönünden kemal bulabilir. Kemal duaya
bitişik. Duanın elleri cennete uzanır. Cennet yaprak yaprak dökülür dua edenin
ellerine. Dua, cenneti dünyaya davet etmektir. Cennet davete mutlaka icabet
eder. Eteklerine cennet yapraklarını
toplar insan, ve kusurları cennet
yapraklarıyla örtülür. İnsan dünyanın aynıdır. Kusurlu, eksik, çıplak. Dünyalı
çıplaktır, cennet onu giydirir. Cenneti olmayanın giysisi de yoktur. O
utanmalıdır ancak kusurlarından, tüm kusurları ortadadır.
Dünya ana, cennet baba denir, toprağı dünyadan suyu
cennetten karılı insan. Hoş!
Hayal ederken her hayal hoş, ayılırken her rüya sert bir kahve tadında.
Habeşli büyük büyük annemin ellerini tutar gibi tutuyorum
meşhur Etiopya kahvesini. Kahve, sanıldığı gibi Yemen’den değil Habeş’ten gelir
bu topraklara. Yemen’e de Habeş’ten getirilmiş. Düşünüyorum. Hayatta yapmaktan
en çok haz aldığım şey bu, düşünmek. En güzeli de kahve içerek. Kahve toprağa
benzer en çok. Kara kıtanın kara toprağı, kara insanları, kara bahtı gibi.
İçine toprak çekmek gibidir kahveden alınan her yudum. Kahve rengi , hep hor ve hakir görülen renk. İnsanın karalığını ve münbitliğini nasıl da cem eder toprak. Görünüşte soğuktur, ama size öyle şeyler verir ki anlarsınız kalbi sıcacıktır. Kahve rengi toprağın rengi. Bu yüzden kahverengini seviyorum.
Uyumak istiyorum rüyama geri dönmek. Öyle güzeldi ki hiç uyanmasam iyiydi. Uyumak depresyondur diyorlar. Uykuyu seviyorum. Uyumak
yaşamamaktır diyorlar, ben uykuda da yaşıyorum.Uyumak ölmektir diyorlar,
öyleyse ben, ölmeyi seviyorum.
Babam da öldükten sonra hiç uzun yaşayacağımı düşünmedim.
Şimdi halamın öldüğü yaştayım. Kovaladığım bir şey yok, saydığım saatler de.
Arap olmaktan mı, serseri olmaktan mı bilinmez, hiç ötelemedim ölümü. Serseri
bir yere bağlanmayandır. Dedem babama hep böyle dermiş .Yine, “ehlen ve sehlen” derler ya bizimkiler, bir de
sarılırlar üç kere. Ben de öyle sarılacağım ölüme. Babama sarılır gibi hem de.
Kim bilir belki babam da gelir ölümle. Hayal değil, kuruntu değil, rüyalarımda
sarıldım tam üç kere. Babama değil ölüme. Babama, kim bilir kaç kere…
Yazı yazar gibi
yaşıyorum hayatı. Kalemi tutan elimin üstündeki eli hissediyorum. Yazı yazmaya
yeni alışan bir çocuğun öğretmeni gibi sımsıkı kavramış elimi Rabbimin eli. Her
kelimede ölçüye edebe dikkat etmeye çalışıyorum. Anlamsız söz söylemek
istemiyorum. Kelimelerim muhatabın kalbine girmeli, ve orada bir çekirdek gibi
filizlenmeli. Ben o ağaçları görmeye gidiyorum şimdi. Şimdi ya! Az sonra,
yarın, şimdi. Ne fark eder ki, kelime hepsi. Hayat zaten kocaman bir şimdi. İnsanlara
söyleyecek sözüm yoksa gideceğim elbet. Ben konuşmadan duramam ki, konuşamazsam ve benimle konuşulmazsa orada var olamam ki. Susmak, nazarımda ölmek demek. Konuşmak sevmek demek, tıpkı bülbül gibi sevdikçe konuşurum ben. Sevmek,nazarımda hayat demek. Duymamışlar,
ne önemi var! İnsanlarla konuşmaya devam edeceğim. Allah duyacak kulaklar
yaratır elbet. Kaç kurşun yemiş, kaç yara almış sadrım, mühim mi! Ben Efendim(SAV)
gibi kördüğüm sevdaları taşıyacağım bağrımda. O sevdalarımı pahasından fazla
değere satın alır elbet.
Hatırımda Üstadımı gördüğüm rüya sadrıma şifa gibi. O ışıl
ışıl parlıyor. Bana Arapça hitap ediyor, ışık ondan göğsüme vuruyor, sadrım
ışıyor, göğsüm ısınıyor. Sair yerlerim sönük, ancak göğsüm nurunu inikas
ettiriyor. “Kalbine sevgileri ben koydum” diyor. Diz çöküyorum. Kusurum kadar
çok sevgim var. Rahmet ve af istiyorum ondan. “İnneke Afuvvun Kerimun tuhibbul
affe fa’fu anni” diyorum. Gülümsüyor. Beni seviyor. Günahlarımla kucaklıyor
beni, ışığıyla yıkıyor. Onun yanında günah akan suyun temizledikleri gibi
siliniyor. Bu sevgiler bu dünyaya sığışmıyor Ya Üstad! Onları eline veriyorum
Rahmetin bana en yakın gözesi. Al ve benim için sakla. Onları madem sen koydun
kalbime, hıfzında da yed-i emin sensin
öyleyse.
Bak! Bir mektup gibi,
bir risale gibi tüm hayatım, tek varaklık. Şimdi bilmem ki sayfanın
neresindeyim? Ummadık zamanda ummadık yerlere kıvrıla kıvrıla akıyorum nehir
gibi. Kah yer altında kah yerin üstünde. Kimi zaman yamaçların tepelerinden
bırakıyorum boşluğa gürültüyle varlığımı. Güneş vuruyor, gökkuşağı çıkarıyor
düşüşlerimde. Allah su damlacıkları gibi
yaratıyor sözcüklerimi. Nehir bir yerde biter, deniz başlar. Denizdir Sevgili.
Ona gitmek için coşkun ve taşkın akıyorum şimdi. Sevgiliye söylenecek tüm
kelimeler, özenle aşkla ve titrek ellerle yazılacak. Gözyaşlarıyla ıslanacak
mektubum.
Aşk göğsümü genişletecek, çatlatmayacak, belki sadece
acıtacak.Neyse ki acıya dayanıklıyım.Olur ya hep aradığım ve her şeyden çok istediğim hikmeti aşkta bulacağım. Umulur ki sadece yara açtığı sanılan aşkla tedavi edeceğim tüm yaralarımı. Yaksa da
merhem olacak sağımda, solumda, önümde, ardımda ve dahi üst ve altımda oluşan
fena yaralara. Cihet-i sittem nar-ı aşkla yanacak, mecâzi hakikiye, nar nura
tebdil olacak.
Anlıyorum aşk bildirecek bana kimliğimi, hikmet-i mevcudiyetimi,
Maşuk-u aslîmi. Her yazının sonu, her günün sonu, her yolun sonu Ona çıkacak,
aşka. Aşkla sarılacağım hayata, ölüme ve dahi tüm varlığa.
Dudak bükenlere şefkatle gülümseyerek. Aşk şefkati de
doğurur elbet.
Şahitsin! Halden hale yuvarlandığım bu uzak ve soğuk diyarda, izzetimde de zilletimde de, seni hiç unutmadım.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder