MÜMİN OLMAYI
ÖĞRENİRKEN
Müminun suresini okuyoruz. Sure bir müjde ile başlıyor.
“Kesinlikle müminler kurtarılmıştır”(1) Önce hiçbir şüpheye mahal vermeyecek
bir kesinlik ifadesi ‘kad’ geliyor, sonra edilgenlik ifade eden ‘eflaha’ fiili.
Bu ifade biçimi bize müminlerin kendi kendilerine değil, Bir’i tarafından
kurtarılan insanlar olduklarını gösteriyor. Mealler ifadeye gelecek zaman
çeviri vermişler. Oysa ifade geniş zaman kipinde. Ahirette kurtulacakları
düşünülmüş olmalı. Oysa el an kurtarılmış değiller mi? Sonraki tariflere
bakacak olursak bu insanlar iyi olana yöneltilip kötü olandan muhafaza
edildikleri için zaten kurtarılmış kimseler.
Onlar ki salatlarında alçakgönüllü bir duyarlılık
içindedirler.
Onlar ki boş ve anlamsız şeylerden yüz çevirirler.
Onlar ki arınmak için gerekeni yaparlar.
Onlar ki iffetlerini korurlar….
Onlar ki emanetlerine ve ahitlerine sadakat gösterirler.
Salatlarını tüm dünyevi kaygılardan uzak
tutarlar(İhlaslıdırlar, her türlü riya ve münafıklık alametinden uzaktırlar.)
Onlar varistirler, cennete, ve orada sonsuzdurlar.
Mümin olarak tanımlanabilmek yukarıdaki özelliklere
boyanmaya matuf. Tarif açık, kendimize bakalım. Şayet bu vasıflar bizde
bulunuyorsa, o zaman cennete varisiz demektir.Varis kendisine miras kalana
derler. Miras sizin çabanızla kazanılan bir mal değildir. Öylece kucağınıza
bırakılır. Tek illeti yakınlıktır. Birinin akrabası/yakını iseniz yakınlığınız
ölçüsünde mirastan hissedar olursunuz. Tam bir halifetullah iseniz bir oğulun
babasına mirasçı oluşu gibi Allah’ın mülküne varis olursunuz. Altındaki tabakaların her biri kurbiyete göre
mirastan pay alır. Allah bize yakın da biz Ona yakın mıyız? Yahut Onun
yakınlığının farkında mıyız? Onun Yakınlığının farkına varmak cennettir. Bir
velinin dediği gibi cennet Sevgilinin olduğu yerdir. Cehennem Onun olmadığı
yer. Onun olmadığı bir yer var mı? Hakikatte yok, ama gafletimizle vehmimizle
adem alemlerimizle biz onu var kılıyoruz. Böylece kendi zihnimizin uzaklığı ve
vahşetinden cehennemimizi kendimiz inşa ediyoruz. Cennet bizim şimdi
batınımızda, sonra zahirimizde olacak inşallah. Bir miras bir lütuf olarak,
zinhar bir kazanç olarak değil. Zira
sadece var olanı fark ediyoruz. Bunun için madalya mı istiyoruz?
Sonra sure insanın balçıktan ve embriyodan yaratılışını
nazara verir. Rahimde itina ile büyütülüşünü. Safha safha kemik ve etlerinin,
cildinin giydirilişini ve insan denilecek hale getirilişini. Bana bu ayet
insanın manevi yaradılışını da çağrıştırıyor. İnsan bu dünyaya hiçbir şey
bilmez halde geliyor. Ve bir evde, bir ailede, bir cemaatte, bir rahmet halesi
içinde, adeta bir rahimde büyütülür gibi büyütülüyor. Bir annesi ve bir babası
var.
Bir latif nükte de insanın alakadan yaratılması ile ilgili.
Bunu insan alâkadan yaratıldı diye yorumluyorlar. Bir erkek ve kadının
birbirine alâkasından, Allah’ın insana alâkasından. Rahim duvarına sımsıkı
yapışmaya işaret ediyor alaka. İnsan da bu sımsıkı yapışmanın ürünü. Zahirde
kadın ve erkeğin, batında Rabbinin. Varlığın mayası muhabbettir diyenler böyle
düşünüyorlar. Hoş!
Bu da Şeyh-i Ekber’in
insanın ruhu için de bir anne ve bir baba olduğundan bahsini hatıra getiriyor.
Rahimdeki oluşum safhaları ise insanın seyr-i sulukundaki meratibe işaret
ediyor olmasın? Belki. Ben ayetlere
Yusuf makamından bir rüyayı tabir eder gibi bakmayı seviyorum. Yusuf (as) benim
kahramanım, alem-i misalde kurtarıcım. Hiç unutmuyorum beni hem mecnun
halimden, hem içine sıkışıp kaldığım saraydan kurtarışını. Bereket ülkesi
Mısıra yelken açışını. Misal alemi bu arzdan kat kat geniş. Hayalim o alemin bu
bedendeki şubesi. Sembolleri hayalime yolluyorum, manaları aklıma gönderiyor.
Delilim yok, hiç hayalin delili olur mu?
Sonra ona bir et parçası, bir cenin değil, insan
denilebiliyor. İnsan hakiki manada insan olabilmek için de o seyr-i suluk
safhalarından geçmiyor mu? Geçmese, dünyaya geldiği hali ile kalsa,
olgunlaşmasa, taallümle tekemmül etmese, ona hayvan denilmiyor mu? İnsan olmak
oluşum safhalarını tamamlamakla mümkün. İnsan olamak ömür boyu öğrenmekle,
öğrendiklerini hale dönüştürmekle mümkün.
Ve kemaline ulaşan insan ölür. Yazık mı? Yoo. Her kemal bir
zevali netice verir. Her zeval de, yeni bir kemalin habercisidir. Konevi
insanın seyrini dairesel bir yol olarak anlatır. Ancak kemal sandığımız gibi bir
dairenin tamamlanışından ibaret değildir. Bir dairenin bitimi kemaldir, aynı
zamanda da zevaldir. Yani insan ölür, ancak o dairede ölür, başka bir halkayı
yürümeye başlamıştır bile…
Böylece insan birinci daireden sonra ikinci daireyi sonra
üçüncüyü tamamlar, helezonik bir biçimde uruç eder. Varın siz buna dairesel
çıkan merdiven katları deyin. Her katta bir mertebe, her mertebede bir dinlenme
vardır. Varın siz bu dinlenmeye mezarda yatmak deyin. İnsan ikinci daireyi illa
ki fiziksel ölümü tattıktan sonra sürecek değildir. Şayet daireyi tamamlamışsa
o bu dünyada da bir cihette ölümü tatmış, ölmeden ölenlerden olmuş demektir.
Hiç hissetmediniz mi? On yıl önceki kız ben miydim? Hiç eski
günlüklerinizi okudunuz mu? Oradaki ruh şimdiki ruhunuz mu? Yoksa bambaşka bir
yaratılışla yeni bir hayat mı yaşadığınız? Fotoğraflara bakmayın, çünkü ben
fiziksel bir değişimden söz etmiyorum.Ruhunuza bakmayı alışkanlık edinin, bunu
fotoğraflara bakmaktan çok daha iç açıcı bulacaksınız. Cesediniz için kuşkusuz
bir ölüm vardır. Ama ya nefsiniz, o sayısız kere ölür, sayısız kere dirilir.
Her ölümde bir mertebe yükselir, her dirilişte önüne yeni bir hayat çıkarılır.
Dikkat edin, siz de hissedeceksiniz.
Yine gerçek şu ki, Biz sizin üzerinizde yedi semavi yörünge
yarattık. Şüphesiz biz yarattığımız alemden habersiz değiliz.(17)
Size ne düşündürüyor bilmem ama ayet bana nefsin yedi
mertebesinden, yedi ölümden ve yedi dirimden söz ediyor. Nefs-i emmare son
yörüngede bulunuyor, daireleri döndükçe ve tamamladıkça kurbiyyet artıyor, Güneşler
Güneşine yaklaşıyor. Son mertebede güneşe öyle yakın oluyor ki, varlığı Onun
varlığından ayırt edilemiyor. Kendine dair bir şey kalmıyor(fena), her şey O
oluyor(beka). Siz güneşe en yakın gezegenin de güneş gibi bir ateş topu
olduğunu biliyor musunuz? Güneşe göre güneşçik ama yine de yakın olduğuna
benziyor.(teşbih)
Müteakip ayet bize yeryüzüne suyun indirilişini bir nimet ve
lütuf olarak nazara veriyor. Yeryüzü biziz. Topraktan, balçıktan yaratıldığı
önceki ayetlerde tarif edilen bedenimiz, bu dünyadaki varlığımız. Bize su gibi
bir ilim indiriliyor. Biz o ilimle büyüyoruz, yeşeriyoruz. Ağaç oluyoruz. Meyve veriyoruz. Allah hurma ve
üzümden söz ediyor. Bu iki cins salih amele bakıyor olmalı. Hangileri mi? Onu
bilemiyorum. Dilerim bir gün Rabbim öğretir. Ağaç biz isek, meyveler de bizim
salih amellerimiz. Ancak Allah amellerimize sahiplenmeyelim diye ‘Meyveleri ben
meydana getirdim’ buyuruyor. Sonra işi orada bırakmayıp ‘Ağaç da benim’ diyor.
Sadece amellerimize değil, kendimize de malikiyet iddiamızı söndürüyor.
Bunun için de mübarek bir ağacı, Tur-i Sina’da yetişen bir
ağacı örnekliyor. Anlaşılan o ki, mümini tarif ederken bahs ettiğimiz ağaç
sıradan bir ağaç değil. Tur dağı vahyi sembolize ediyor. Hani Tur’da Allah
Musa’ya bir yanan ağaçdan seslenmişti ya, hatırladınız mı? Sina çevresi de
vahyin indiği topraklardaki nebevi geleneği anlatıyor olmalı. Öyleyse bu ağaç
vahyin ve sünnetin meydana getiridği bir ağaç. Mümin olmanın kriteri ortaya
böyle konuluyor. Üstelik Allah onun hoş kokusunu, başkalarına nasıl faydalı ve
leziz bir meyve sağladığını tarif ediyor ki, bu da müminin hem halen hem de
fiilen insanlara faydalı olan kişi olduğunu hatırlatıyor. Mümin zeytine
benziyor, ne hoş!
Allah bizim de amellerimizin de sahibi olduğunu açıkladıktan
sonra, bize kendilerinden istifade edilen süt veren hayvanları misal veriyor.
Onlardan içtiğimiz süt de Onun ikramı. Füsus-ul Hikem’de İbn’ül Arabi Hz.
İbrahim’in kurban hadisesini anlatırken koçu mübarek oğula remiz yapar. Bu
insan Allah’ın emrine boyun eğmede, nefsini ona kurban etmede kurbanlık
hayvanlar gibi itaatkardır. Bu bana koyun, keçi, deve, inek gibi kurbanlık
hayvanların çeşitli mümin gruplara işaretle verildiğini çağrıştırıyor. Belki
vahşi hayvanlar da kafirlere benziyor. Onların eti yenmiyor, sütü içilmiyor,
yalnız zararları dokunuyor. Ancak yine de sistem içinde bir vazifeleri var, ve
bilmeden de olsa ona çalıştırılıyorlar.(meşiet-ilahi)
Biz sadece gökten inen suyla değil hayvanlardan aldığımız
sütle de besleniyoruz. Öyleyse bize süt gibi bir ilim içiren şeyhler, üstadlar,
alimler, öğretmenler de o sütün/ilmin sahibi değiller. Su vasıtasız ve yalın
ilme, süt ise insanda bir hale dönüşmüş, bir ahlak olmuş sünnete adaba işaret
ediyor. Biz bu adabı, o insanlardan öğreniyoruz. Ancak burada onları perde
yapmayalım diye Allah bizi uyarıyor. “Sütü size biz içiriyoruz.”
Onlarla gemilerle taşındığınız gibi taşınıyorsunuz.
Bu öğretmenler bize anne karnına benzeyen şu dünya hayatında
seyrimizi tamamlayıp insan olabilmemiz için katedilecek yolda binek oluyorlar.
Her birinin bir sandalı/gemisi var ve
biz onlara binip bu dünyanın dağlar vari dalgalarında menzile doğru yol
alıyoruz. Ancak ne denizde batmama sebebi sandal, ne de yolda gitme sebebi o
büyük insanlar. Müsebbib-ül Esbab Allah. Yolda tutan O, batırmayan O, taşıyan
O, ulaştıran O. Bunu vesilelerle yapıyor, o kadar.
Ayet bu sandalların en büyüklerinden birini Nuh’un gemisini
nazarımıza veriyor sonra. Külli olandan cüzi olana, bir misale geçiyor. Geminin
yapılışının vahiyle, çift çift hayvanların ona gelişinin sevk-i ilahi ile
olduğu anlatılıyor. Yani yol kurma, ve menzile ulaştırma bilgisi de
öğretiliyor, o yola ihtiyacı olanın o yolu ve bilgiyi/terbiyeyi bulması da
sevk-i ilahi ile oluyor. Çift çift hayvanlar o gemilere binen kadın erkek
kurtarılacak insanları çağrıştırmıyor mu? Hani ilk başta kurtarıldığı söylenen
müminler…
Tennur ateşleniyor. Çünkü gemi aşk ve şevkin ateşi ile
gidiyor. O ateşi de gönlümüzde Nuh gibi peygamberler yakıyorlar. Bizi o yolda
götüren ateş dosdoğru bir yerde kullanılıyor. Nefsin ateşinin doğru yerde
kullanılışı gibi. Yoksa maazallah ateş gemiyi de içindekileri de yakar. Öyle
ise öğretmenler bize aşk ateşini nerede nasıl ve hangi sınırlar dahilinde
kullanacağımızı da öğretiyorlar. Ne ateşsiz oluyor, ne de ateş kontrolsüz
bırakılıyor.
Gideceği yer de, ineceği mezil de, Allah’ın olan gemiden
başka, kurtulacaklar için sığınak var mı? Rehberlerden birinin gemisine
binmemeniz dahilinde, Nuh’un oğlu gibi istediğiniz dağa tırmanın, istediğiniz
kadar büyük bir sebebe yapışın, kurtulamıyorsunuz. Çünkü sadece müminler
kurtuluşa eriyorlar. Sadece Hakk’a değil onun yolladığı rehberlere de inanıp
itimad eden benliklerini onların terbiyesine, emin ellerine teslim eden
müminler.
“Benim başkasına ihtiyacım yok, ben işimi bilirim” diyene
bakın noluyor.
Not: Benim ayetleri tefsir etmek gibi bir niyetim yok,
sadece kalbime, hayalime gelenleri yazdım. Söylediklerim kimseyi
bağlamaz.Hayalime okuyarak iştirak ettiyseniz teşekkür ederim.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder