24 Ocak 2013 Perşembe


BEN VE ÖTEKİ

Bir bebek doğduğunda kendisini ve ötekini algılayamaz. Hatta denilebilir ki kendini kainat denizinde bir damla iç içe geçmiş vahdetin bir cüzü olarak bilir. Bu yüzden onu kundaklarız. Modernler ne derse desin, kundaklamak çocuğa kendi varlık sınırını bildiren, ötekinin nerede başladığına işaret eden bir araçtır. Bizzat sünnettir, Efendimiz, torunlarını kundaklatmıştır. Mahlukatın diğer cüzlerinin tersine, insanın varlığını, benliğini bilmesi, kendini ötekinden kainattan ayırması, o cennetvari sürur veren vahdetten kopması, büyük bir nimettir, insan olmanın ilk ve en acılı adımıdır. Belki de bebek annesinin bedeninden ayrıldığında, tek başına kendini hissetmenin acısıdır ilk ağlama, kim bilir?

İnsan olmak için enemizin farkına varmak, kendimizi başkalarından ayırmak ilk şarttır. Bu kopuş, zahiren bir şirki çağrıştırsa da, bütünden ayrılışı netice verse de yolculuğun başlangıcıdır. Kamışın sazlıktan koparılışı ve ney oluş öyküsüdür. Vuslata giden yolda ayrılık olmazsa olmazdır. Ayrılık olmadan, sevgiliden koparılmadan, kimse aşkın kadrini bilemez.

Benimizi inşa ederiz yavaş yavaş, taş üstüne taş koyarız, kendimizi tanımlarız, iktidar alanımızı belirleriz, bu alanın dışında kalanı fark ederiz, farklı olanla savaşırız, alt etmeye hükmetmeye çalışırız, başaramadığımızda ateşkes yaparız. Ateşkes sırasında ötekini inceleriz. Düşmanı tanımaya çalışma gayretidir bu önceleri. Benlik için kendi dışındaki her şey düşmandır, yabancıdır. Baktıkça ona, gözlemledikçe benzerliklerimizi fark ederiz. Ortak noktalarımızı keşfederiz. Keşfettikçe şaşkınlık yaşarız. Empati yapmaya başlarız. Onun sandalyesine oturur, onun gözüyle dünyaya bakarız. Bundan hoşlanırız. Anlarız ki bu empati denen yetenekle, gerçekte olmasa bile hayalen herkes olmak ve birden çok hayatlar yaşamak mümkündür. Bir roman kahramanında, bir film karesinde, bizimle dertleşen bir yakınımızda, bir üçüncü sayfa haberinde, hayalen çok hayatlar yaşarız. “Ben” iken “sen” olup “sen” in hayat tecrübelerini ediniriz. Onun durduğu yerden kainatı okuruz. Bu sayede olabildiğimiz sen miktarınca çok hayatlar yaşar kainatla bütünleşiriz. Ayrıldığımız cennete geri döneriz.

Sorun tam da burada başlar, empati yapmak, “sen” olmak keyifli ama tehlikeli bir süreçtir. Bazen insan bunu sıkça yapmaktan, sürekli başka sandalyelerde oturmaktan, oralardan  bulunduğu odaya bakmaktan, kendi yerini kaybedebilir.Yahut en hafifi sandalyesine döndüğünde, dışarıdan kendi evine geldiğinde, hiçbir şey ona ait gözükmeyebilir. Kendi sorunlarına, açmazlarına , ihtiyaçlarına çözüm üretemez hale gelir. Evini toparlayacak kadar evinde kalmamaktadır çünkü. Kutular üst üste yığılır. Eşyalar yerleştirilmeden ortalığa bırakılır. Her yeri kalın bir toz tabakası kaplar. Evin efendisi kapı kapı gezmektedir. Başkalarının sorunlarını çözmeye, onların sevinçlerini paylaşmaya harcadığı vaktin onda birini, kendine çok görmeye başlamıştır. Varoluşunu dışardan tanımlar. Kendine yabancılaşır. Bir de bakarsınız, başkalarına son derece merhametli anlayışlı hoşgörülü olan bu zat, kendine karşı acımasız, yargılayıcı ,umutsuz, zorlayıcı bir hale gelmiş. Bu en iç dairede sadece kendisine yönelik bir davranış olmaktan çıkıp, yakın halkalarda bulunan ailesine, akrabalarına, cemaatine, mensub olduğu millete de sirayet eden, “ne kadar öteki o kadar makbul” dediği bir sürece sürüklemiştir onu.

Ötekini düşman kabul etmek, nefret etmek, onunla savaşmak nasıl yıpratıcı ise öteki ile özdeş hale gelmek “ben” i unutup “o” olmak da öyle hastalıklı bir varoluş biçimidir. Bize verilen tüm kabiliyetler gibi “ben” imizi de haddi vasatta yaradılış amacı üzere bir kıyas aleti olarak kullanmak, başkalarını ziyaret etmek, ama daima evimize dönmek, en çok vakti “ben” imizle geçirmek, onun penceresinden dünyaya bakmak, onun rengine bürünmek, ondaki ismi azamı bulup çıkarmaktır vazifemiz. Empati yeteneği bize kainatta kaosa, fesada sebebiyet vermeyelim diye verilmiştir. Daima başkası olup, ona özenip, onunla karşılaştırıp, kendimizi küçümsemek, kendimizin kıymetini bilmemek çok büyük insafsızlıktır.

 Veda hutbesinde efendimiz insanlara cana kıymamalarını başkalarını meşru haklarından mahrum etmemelerini söylerken, ashabına da nefislerine zulmetmemelerini söylemiştir. Burada “Ya  Eyyuhennas” ibaresi ile ötekine edilen düşmanlığa “ ya ashabi” hitabı ile nefse edilen zulmü işaret etmesi manidardır. Mübarek hitabın kat kat manalarından benim acizane anladığım, biz müminlerin başkalarına gösterdiğimiz hürmeti anlayışı, verdiğimiz özgürlüğü, kendi nefsimize reva görmeme olasılığımızın daha güçlü olduğudur. Yapılması gereken “ben” ve “öteki” arasında, Rahman suresinde belirtildiği gibi, fıtraten koyulmuş mizana dokunmadan, dengeyi bozmadan yaşamaktır. Afaki olana çokça yoğunlaşıp, kesrette dağılıp, enfüsi olana, kendi iç sesini dinlemeye, kendinin farkına varmaya ,kendi ile baş başa kalmaya bigane kalmamaktır.

İnsanın kendini bilmesi, ötekini tanıması, kendi ve ötekilerin toplamından oluşan kainatı anlamlandırması, yorumlaması, onu varlık amacını tahakkuk ettirmeye, Rabbini tanımaya yöneltir. Ancak bu sayede aşk acısı diner, vuslat gerçekleşir. Rabb bizi kendisinden acı çekmemiz için ayırıp bu kainata yollamamıştır, bilakis bize kendinden ayrı bir benlik vermekle bize kendimizi, tüm ötekileri, ve Rabbimizin Zat- Şahanesini anlayabilecek bir donanım lütfetmiştir. Bizim de ona dönüşümüz, tüm kainatı ceplerimizi doldurmuş, ona hediye eden bir halde olmalıdır. Rabbinden çıplak olarak çıkan insan Ona tüm kainatın halifesi sıfatıyla dönsün murad etmiştir. Zahiren bir cüz iken bir küll olsun dilemiştir.  Bunun için de hem “ben” in hem de “öteki” nin sağlam ve sağlıklı kalması, tahrib edilmemesi şarttır.



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder