BEN VE ÖTEKİ
Bir bebek doğduğunda kendisini ve ötekini algılayamaz. Hatta
denilebilir ki kendini kainat denizinde bir damla iç içe geçmiş vahdetin bir
cüzü olarak bilir. Bu yüzden onu kundaklarız. Modernler ne derse desin,
kundaklamak çocuğa kendi varlık sınırını bildiren, ötekinin nerede başladığına
işaret eden bir araçtır. Bizzat sünnettir, Efendimiz, torunlarını
kundaklatmıştır. Mahlukatın diğer cüzlerinin tersine, insanın varlığını,
benliğini bilmesi, kendini ötekinden kainattan ayırması, o cennetvari sürur
veren vahdetten kopması, büyük bir nimettir, insan olmanın ilk ve en acılı
adımıdır. Belki de bebek annesinin bedeninden ayrıldığında, tek başına kendini
hissetmenin acısıdır ilk ağlama, kim bilir?
İnsan olmak için enemizin farkına varmak, kendimizi
başkalarından ayırmak ilk şarttır. Bu kopuş, zahiren bir şirki çağrıştırsa da,
bütünden ayrılışı netice verse de yolculuğun başlangıcıdır. Kamışın sazlıktan
koparılışı ve ney oluş öyküsüdür. Vuslata giden yolda ayrılık olmazsa olmazdır.
Ayrılık olmadan, sevgiliden koparılmadan, kimse aşkın kadrini bilemez.
Benimizi inşa ederiz yavaş yavaş, taş üstüne taş koyarız,
kendimizi tanımlarız, iktidar alanımızı belirleriz, bu alanın dışında kalanı
fark ederiz, farklı olanla savaşırız, alt etmeye hükmetmeye çalışırız,
başaramadığımızda ateşkes yaparız. Ateşkes sırasında ötekini inceleriz. Düşmanı
tanımaya çalışma gayretidir bu önceleri. Benlik için kendi dışındaki her şey
düşmandır, yabancıdır. Baktıkça ona, gözlemledikçe benzerliklerimizi fark
ederiz. Ortak noktalarımızı keşfederiz. Keşfettikçe şaşkınlık yaşarız. Empati
yapmaya başlarız. Onun sandalyesine oturur, onun gözüyle dünyaya bakarız.
Bundan hoşlanırız. Anlarız ki bu empati denen yetenekle, gerçekte olmasa bile
hayalen herkes olmak ve birden çok hayatlar yaşamak mümkündür. Bir roman
kahramanında, bir film karesinde, bizimle dertleşen bir yakınımızda, bir üçüncü
sayfa haberinde, hayalen çok hayatlar yaşarız. “Ben” iken “sen” olup “sen” in
hayat tecrübelerini ediniriz. Onun durduğu yerden kainatı okuruz. Bu sayede
olabildiğimiz sen miktarınca çok hayatlar yaşar kainatla bütünleşiriz.
Ayrıldığımız cennete geri döneriz.
Sorun tam da burada başlar, empati yapmak, “sen” olmak
keyifli ama tehlikeli bir süreçtir. Bazen insan bunu sıkça yapmaktan, sürekli
başka sandalyelerde oturmaktan, oralardan
bulunduğu odaya bakmaktan, kendi yerini kaybedebilir.Yahut en hafifi
sandalyesine döndüğünde, dışarıdan kendi evine geldiğinde, hiçbir şey ona ait
gözükmeyebilir. Kendi sorunlarına, açmazlarına , ihtiyaçlarına çözüm üretemez hale
gelir. Evini toparlayacak kadar evinde kalmamaktadır çünkü. Kutular üst üste
yığılır. Eşyalar yerleştirilmeden ortalığa bırakılır. Her yeri kalın bir toz
tabakası kaplar. Evin efendisi kapı kapı gezmektedir. Başkalarının sorunlarını
çözmeye, onların sevinçlerini paylaşmaya harcadığı vaktin onda birini, kendine
çok görmeye başlamıştır. Varoluşunu dışardan tanımlar. Kendine yabancılaşır.
Bir de bakarsınız, başkalarına son derece merhametli anlayışlı hoşgörülü olan
bu zat, kendine karşı acımasız, yargılayıcı ,umutsuz, zorlayıcı bir hale
gelmiş. Bu en iç dairede sadece kendisine yönelik bir davranış olmaktan çıkıp,
yakın halkalarda bulunan ailesine, akrabalarına, cemaatine, mensub olduğu
millete de sirayet eden, “ne kadar öteki o kadar makbul” dediği bir sürece
sürüklemiştir onu.
Ötekini düşman kabul etmek, nefret etmek, onunla savaşmak
nasıl yıpratıcı ise öteki ile özdeş hale gelmek “ben” i unutup “o” olmak da
öyle hastalıklı bir varoluş biçimidir. Bize verilen tüm kabiliyetler gibi “ben”
imizi de haddi vasatta yaradılış amacı üzere bir kıyas aleti olarak kullanmak,
başkalarını ziyaret etmek, ama daima evimize dönmek, en çok vakti “ben” imizle
geçirmek, onun penceresinden dünyaya bakmak, onun rengine bürünmek, ondaki ismi
azamı bulup çıkarmaktır vazifemiz. Empati yeteneği bize kainatta kaosa, fesada
sebebiyet vermeyelim diye verilmiştir. Daima başkası olup, ona özenip, onunla
karşılaştırıp, kendimizi küçümsemek, kendimizin kıymetini bilmemek çok büyük
insafsızlıktır.
Veda hutbesinde
efendimiz insanlara cana kıymamalarını başkalarını meşru haklarından mahrum
etmemelerini söylerken, ashabına da nefislerine zulmetmemelerini söylemiştir.
Burada “Ya Eyyuhennas” ibaresi ile
ötekine edilen düşmanlığa “ ya ashabi” hitabı ile nefse edilen zulmü işaret
etmesi manidardır. Mübarek hitabın kat kat manalarından benim acizane
anladığım, biz müminlerin başkalarına gösterdiğimiz hürmeti anlayışı,
verdiğimiz özgürlüğü, kendi nefsimize reva görmeme olasılığımızın daha güçlü
olduğudur. Yapılması gereken “ben” ve “öteki” arasında, Rahman suresinde
belirtildiği gibi, fıtraten koyulmuş mizana dokunmadan, dengeyi bozmadan
yaşamaktır. Afaki olana çokça yoğunlaşıp, kesrette dağılıp, enfüsi olana, kendi
iç sesini dinlemeye, kendinin farkına varmaya ,kendi ile baş başa kalmaya
bigane kalmamaktır.
İnsanın kendini bilmesi, ötekini tanıması, kendi ve
ötekilerin toplamından oluşan kainatı anlamlandırması, yorumlaması, onu varlık
amacını tahakkuk ettirmeye, Rabbini tanımaya yöneltir. Ancak bu sayede aşk
acısı diner, vuslat gerçekleşir. Rabb bizi kendisinden acı çekmemiz için ayırıp
bu kainata yollamamıştır, bilakis bize kendinden ayrı bir benlik vermekle bize
kendimizi, tüm ötekileri, ve Rabbimizin Zat- Şahanesini anlayabilecek bir
donanım lütfetmiştir. Bizim de ona dönüşümüz, tüm kainatı ceplerimizi
doldurmuş, ona hediye eden bir halde olmalıdır. Rabbinden çıplak olarak çıkan
insan Ona tüm kainatın halifesi sıfatıyla dönsün murad etmiştir. Zahiren bir
cüz iken bir küll olsun dilemiştir.
Bunun için de hem “ben” in hem de “öteki” nin sağlam ve sağlıklı
kalması, tahrib edilmemesi şarttır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder