GÜZELLİK BEYAZDI
Bazıları taşları bazıları ışıkları sevdi. Bekayı kimi taşta
kimi ışıkta buldu. Taş sahipleri taşları koyunlarında sakladılar, taş oldular,
yakıtı taşlar ve insanlar olan yere doğru uzun bir yolculuğa çıktılar. Işık
dostları ise ışığa hiçbir zaman sahip olmadılar ama ışık hep onların yanında
oldu. Sabah onları uyandıran da oydu, gece üstlerini örten de o. Işık dostları
meleklere benzediler. Zira onlar hep meleklerle söyleştiler. İnsan kiminle
söyleşirse ona benzemez mi? Melekler ışıktı, ışık beyazdı. İnsan meleklerle
söyleştikçe cennet toprağı gibi beyazladı.
Allah göğü ışıklarla süsledi. Birileri için de taş oldu
yıldızlar, ateşli bir alev takıldı peşlerine, kovaladı durdu onları, yazık ki
kavruldular. Kimine nur, kimine nar düştü nasip. Herkesin gönlündekinden başka
değildi nasibi. Semayı taşlayanlar bilemediler ki semaya atılan taşlar elbet
bir gün kafalarına düşer. Birileri için ateş yaktılar, bilemediler ki ateş de
Makam-ı İbrahim’de hürmetle eğilir. Onlar ateşleri yalnız kendileri için
tutuşturdular. Gönlü aşk ateşi ile yananları arzın ateşleri tutuşturabilir mi
ki? Makam-ı İbrahim’de namaz kılanlar ateşe hoş amedi ettiler, ateş onlara
selam verdi, “rıza” insana ateşi gül bahçesi eyledi.
Yıllarını yıldızları saymakla harcamış, keşfettiği
yıldızlara adını vermiş, büyüklüklerini, ısılarını, birbirleri arasındaki
mesafeleri ölçmüş nice adem oğlu şeytan oldu. Çünkü onlar da şeyleri muhakeme
ederken şeytan metodu kullandılar. “Bu ateş, bu toprak” dediler. “Bu büyük, bu
küçük” dediler. “Bu az, bu çok.” “Bu değerli, bu değersiz.” Saydılar küçük
prensin zengin adamı gibi, meşgul edilmek istemediler. Milyon artı birde de
olsalar, ateşten taşları ne yapacaklarını bilemediler. Bir çocuğun misketleri
gibi biriktirdiler taşlarını. Taşlar yanıktı, kömür karası siyahtı.
Yakalarına bir gül
takmanın lezzetini hiç tatmamıştı onlar. Gülün yapraklarını saydılar,
renklerini söylediler, sınıflandırdılar, coğrafyalara ayırdılar, ama gülü
koklamayı unuttular. Gülü koklamayınca yüreklerini kim tutuştursun ki bu
gariplerin. Yürekleri buz tuttu, cesetleri alev aldı. Yandılar da kavrulan
tenlerini güzel sandılar. Güzellikten de nasipleri yoktu onların. Tenlerin uçup
giden hevesine kurban edip yitirdiler güzelliği.
Bir sinek uçtu girdi pencereden, merakla “bu evde kim
yaşıyor neler yapıyorlar?” diyerek. Önce televizyonun üzerine kondu, pek haz
etmedi, sonra sofraya kondu güzel taamları kokladı, odada şükür kokusu vardı,
salondaki çiçeğe kondu söyleşti onunla, dinledi ev halkının hikayesini
çiçekten. İyi insanlardı, sevgi kokuyorlardı. Son bir işi kalmıştı o da ev
sahibini uyandırmaktı, geldi vızıldadı bir çalar saat gibi. Uyandırdı kadını,
kadın güneşe “merhaba” dedi, pencereyi açtı, sineğe “hoşçakal” diyerek yolcu
etti.
Aynı sinek komşunun penceresinden içeri süzüldü bu kez. Bu
evde ağır bir koku vardı. Öfke kokuyordu ev, memnuniyetsizlik, ve ızdırap.
Üzüldü ahalisine, gidip selamlamak istedi. “Uyanın yeni güne, Allah sizin için
bir kainat daha yarattı” demek, müjde vermek diledi. Vızıldadı, savruldu.
Vızıldadı, ruhunu teslim etti. Son fikri, “Bu öfke dolu eve girmemeliydim”
oldu. Bir ruh daha yeryüzünden, biri iyi biri kötü iki haberle Rabbin katına
çıktı.
Kimi İsa(as) gibi bedeni de ruhu gibi nur olan bir nebiyi
bile taştan heykellere çevirdi, önünde selam durdu. Aşkını taşa gömdü. Kimi kır
zambaklarını seyretti, onlara şiirler yazdı, türküler söyledi, kuruduklarında
onları Neretva’nın turkuaz sularına saldı. O zambakları sevdi, zambaklar onu.
Zambak ve adam birlikte sevgiyi Rabbe bir gelin bohçası ile takdim ettiler. Hiç
kimsenin Rabbe sevgiden başka vereceği bir şey yoktu. Zambakların da, zambak
dostlarının da. Zambaklar beyazdı, adamın kalbi ise bembeyazdı.
Dostluklarını bir bayrağa işlediler insanlar ve melekler,
bir çizgi ile ayrılıyordu bayrak bir tarafı zambaklar, bir tarafı zambak
dostları. Hepsi birbirine benzemişti, temiz, onurlu, başı dik, mütevekkil.
Seven sevdiğine benzerdi. Seven sevdiğiyle beraberdi. Sonra adamlar da zambaklar gibi yattı usulca Neretva’nın bağrına.
Nehir de, zambaklar da, şehitler de ahirete götürdüler hep beraber güzelliği.
Güzellik kendini ruhuna dokunana açtı yıldızlarda ve zambaklarda. Gökte yıldız
neyse yerde zambak oydu. Güzellik beyazdı, saftı. Ruh güzel yüzünü yalnızca o
“Tek güzeli” arayanlara açtı.
Bir sineğin vızıltısı ile uyanan kadın, yıldızlara bakarken
uykuya daldı. Bir sukut indi gök yüzünden. Kocaman bembeyaz kanatları vardı
sükutun. Bir attı bu. İniverdi usulca kadının yanına. Kadın huzurun güzelliğini
seyretti. Sessizliğin cümlelerini dinledi. Konuşmadan anlaştılar bu semavi
varlıkla. Korkarak usulca dokundu atın bağrına kadın. Ilık bir mutluluk sardı
tüm benliğini. Ata ismini sormak istedi, konuşmaya ar etti. Güzelliğin ismini
sormaya hacet yoktu. O da “O güzelin” yaratıklarından biri idi olsa olsa. Kadın
“Ya Cemil” dedi. Uyandı. Vakit sabah namazı idi. Tekrarladı kadın, “güzellik
beyazdı.”
Mona İSLAM
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder