14 Şubat 2013 Perşembe


AŞK İSTEYENE ÖLÜM VERİLİR, BU İYİ BİR ALIŞVERİŞTİR

Aşk ölüme mıhlıdır. Kimi aşkını kurtarmak için ölüme koşar, kimi ölümün adımlarını duysa da sevgilinin menzilinden ayrılamaz. Gerçekte sevgi ölüme rağmen vardır, ve ölüme meydan okur. Hiç kimse sevgilinin gözlerine bakılan doyumsuz beş dakikayı, ölümle sarmaş dolaş olmak pahasına istemiyorsa, “seviyorum” demesin. Bu söz ona memnudur. Onun aşkın tek bir harfini bile telaffuzu, haddini bilmezlik, serserilik, hatta edepsizlik addedilir.

İnsan sevmeyi bilmeyebilir. Bencil olabilir. Nasıl olsa elden çıkacak bir hayata, öyle ya da böyle son bulacak bir ilişkiye, vazoda en geç bir hafta sonra leş gibi kokacak olan çiçeklere itibar etmeyebilir. Ama söyleyiniz, kim kaybeder, çiçekler mi, elbette hayır. Çiçekler onları kısacık ömürlerinde hayran hayran seyredecek, onların üzerlerindeki satırları bir şiir edasıyla okuyacak, kokularında sarhoş olacak birini mutlaka bulurlar. Bu çiçeklerin yazgısıdır. Çiçeklere, ve aşka talip olmak nesneden çok özneye yarayan bir vecibedir . Bu yüzden aşkta karşılık aramak ahmaklıktır, ehli aşk ücretini peşin alır.  Seven kelebek misali bir gün için de olsa, konduğu çiçekle kendine varoluşuna sonsuz bir anlam katar. Aşkın kişinin bünyesinde ince ince işlediği, kelebek kanatları kabilinden hikmet ve kemalat, uğruna her şeyin verilebileceği kadar kıymetlidir.

Sevgi hele de sorumluluk duygusu ile birleşirse onda rahmet tecellileri göz kamaştırır. Hasta olmuş eşinin yanından kendi yaşamı da tehdit altında iken dahi ayrılmayan, onun alnındaki teri silen, istifra ettiğinde başını bir yere vurması endişesiyle alnını tutan bir kadından daha güzel bir yaratık var mıdır ? Ya da ihtilalin boğduğu şehirlerde, kalabalıkların taşkın bir nehir gibi aktığı sokaklarda eşini bulup korumaya çalışan bir erkekten daha olağan üstü bir varlığa rastladınız mı? Hangi biçim, hangi kostüm, hangi parfüm, bir insanı sevgisi için ölüme koşmaktan daha çekici kılar ki? Kim aşk için dökülmüş kanın ve terin necis olduğunu iddia edebilir? Zira sevgili bir gün morarıp tefessüh edecek cesedi için sevilmez, o ruhu için sevilir, ruh ise uğruna her şeyi fedaya değer bir cevherdir.

“The Painted Veil”, Duvak sadece böyle bir ölüm aşk sarmalının öyküsünü göz önüne sermekle kalmıyor, aynı zamanda kişinin sevgiyi ancak hayatla ölümün iç içe olduğu bir yaşam içinde öğrenebileceğini, aşkı da merhameti de ölümde demlemeden içmenin tatsız olacağını anlatıyor bize. Steril hayatlar yaşayan, ölümü kalplerinin, evlerinin, sohbetlerinin, hatta şehirlerinin dışına çıkaran modern insanların neden sevmeyi beceremediği kafamıza dank ediyor. Ölümü kovan, aşkı da kovar çünkü…

Benzer bir fikre Thomas Mann’ın  “Venedik’te Ölüm” romanında da rastlıyoruz. Yazar kitapta aşkı sebebiyle bir salgın hastalığın baş gösterdiği Venedik’ten  ayrılamayan, aklı her ne kadar ülkesine dönmesini emretse de, kalbine söz geçiremeyen bir adamı anlatır. Romanın kahramanı için ölüm alınacak ufak bir risk, aşk için ödenecek minik bir bahşiştir. Onun için ölümün gözleri, en az aşkı tutuşturan İtalyan kahvesinin acı, siyah ve sert tadı kadar çekicidir.
Aşkın sonsuzlaştırdığı dakikaları birer tesbih tanesi gibi evirip çevirir sona yaklaşır. Salgın hastalığı ciğerlerine hazla çeker. Son gördüğü yüz sevdiğinin yüzü olduktan sonra ölmek ne gam?

Hiçbir sevgiliye candan geçmeden kavuşulamaz. Sevgili aşkına karşılık hayatınızı ister. Ancak hayatını, ruhunu, canını  armağan etmiş olanlar, onun sonsuz tebessümünü hak edebilirler. Sufilerin dediği gibi seyr-i suluk aşkla başlar. Aşkı isteyene ölüm teklif edilir, bu alışverişte pazarlık yoktur. Ancak ölümü alıp koynuna koyanlar, iki dünyada da daima En Sevgilinin koynunda olacaklardır. Onlar kazanan taraftadırlar. Diğerleri için hayat, yalnızlık, sefalet ve hüsrandan ibarettir. Sevenler değil aslında sevemeyenlerdir her şeyini kaybedenler…

Mona İslam

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder