AŞK İSTEYENE ÖLÜM VERİLİR, BU İYİ BİR ALIŞVERİŞTİR
Aşk ölüme mıhlıdır. Kimi aşkını kurtarmak için ölüme koşar,
kimi ölümün adımlarını duysa da sevgilinin menzilinden ayrılamaz. Gerçekte
sevgi ölüme rağmen vardır, ve ölüme meydan okur. Hiç kimse sevgilinin gözlerine
bakılan doyumsuz beş dakikayı, ölümle sarmaş dolaş olmak pahasına istemiyorsa,
“seviyorum” demesin. Bu söz ona memnudur. Onun aşkın tek bir harfini bile
telaffuzu, haddini bilmezlik, serserilik, hatta edepsizlik addedilir.
İnsan sevmeyi bilmeyebilir. Bencil olabilir. Nasıl olsa
elden çıkacak bir hayata, öyle ya da böyle son bulacak bir ilişkiye, vazoda en
geç bir hafta sonra leş gibi kokacak olan çiçeklere itibar etmeyebilir. Ama
söyleyiniz, kim kaybeder, çiçekler mi, elbette hayır. Çiçekler onları kısacık
ömürlerinde hayran hayran seyredecek, onların üzerlerindeki satırları bir şiir
edasıyla okuyacak, kokularında sarhoş olacak birini mutlaka bulurlar. Bu
çiçeklerin yazgısıdır. Çiçeklere, ve aşka talip olmak nesneden çok özneye
yarayan bir vecibedir . Bu yüzden aşkta karşılık aramak ahmaklıktır, ehli aşk
ücretini peşin alır. Seven kelebek
misali bir gün için de olsa, konduğu çiçekle kendine varoluşuna sonsuz bir
anlam katar. Aşkın kişinin bünyesinde ince ince işlediği, kelebek kanatları
kabilinden hikmet ve kemalat, uğruna her şeyin verilebileceği kadar
kıymetlidir.
Sevgi hele de sorumluluk duygusu ile birleşirse onda rahmet
tecellileri göz kamaştırır. Hasta olmuş eşinin yanından kendi yaşamı da tehdit
altında iken dahi ayrılmayan, onun alnındaki teri silen, istifra ettiğinde
başını bir yere vurması endişesiyle alnını tutan bir kadından daha güzel bir
yaratık var mıdır ? Ya da ihtilalin boğduğu şehirlerde, kalabalıkların taşkın
bir nehir gibi aktığı sokaklarda eşini bulup korumaya çalışan bir erkekten daha
olağan üstü bir varlığa rastladınız mı? Hangi biçim, hangi kostüm, hangi
parfüm, bir insanı sevgisi için ölüme koşmaktan daha çekici kılar ki? Kim aşk
için dökülmüş kanın ve terin necis olduğunu iddia edebilir? Zira sevgili bir
gün morarıp tefessüh edecek cesedi için sevilmez, o ruhu için sevilir, ruh ise
uğruna her şeyi fedaya değer bir cevherdir.
“The Painted Veil”, Duvak sadece böyle bir ölüm aşk
sarmalının öyküsünü göz önüne sermekle kalmıyor, aynı zamanda kişinin sevgiyi
ancak hayatla ölümün iç içe olduğu bir yaşam içinde öğrenebileceğini, aşkı da
merhameti de ölümde demlemeden içmenin tatsız olacağını anlatıyor bize. Steril
hayatlar yaşayan, ölümü kalplerinin, evlerinin, sohbetlerinin, hatta
şehirlerinin dışına çıkaran modern insanların neden sevmeyi beceremediği
kafamıza dank ediyor. Ölümü kovan, aşkı da kovar çünkü…
Benzer bir fikre Thomas Mann’ın “Venedik’te Ölüm” romanında da rastlıyoruz.
Yazar kitapta aşkı sebebiyle bir salgın hastalığın baş gösterdiği
Venedik’ten ayrılamayan, aklı her ne
kadar ülkesine dönmesini emretse de, kalbine söz geçiremeyen bir adamı anlatır.
Romanın kahramanı için ölüm alınacak ufak bir risk, aşk için ödenecek minik bir
bahşiştir. Onun için ölümün gözleri, en az aşkı tutuşturan İtalyan kahvesinin
acı, siyah ve sert tadı kadar çekicidir.
Aşkın sonsuzlaştırdığı dakikaları birer tesbih tanesi gibi
evirip çevirir sona yaklaşır. Salgın hastalığı ciğerlerine hazla çeker. Son
gördüğü yüz sevdiğinin yüzü olduktan sonra ölmek ne gam?
Hiçbir sevgiliye candan geçmeden kavuşulamaz. Sevgili aşkına
karşılık hayatınızı ister. Ancak hayatını, ruhunu, canını armağan etmiş olanlar, onun sonsuz
tebessümünü hak edebilirler. Sufilerin dediği gibi seyr-i suluk aşkla başlar.
Aşkı isteyene ölüm teklif edilir, bu alışverişte pazarlık yoktur. Ancak ölümü
alıp koynuna koyanlar, iki dünyada da daima En Sevgilinin koynunda
olacaklardır. Onlar kazanan taraftadırlar. Diğerleri için hayat, yalnızlık,
sefalet ve hüsrandan ibarettir. Sevenler değil aslında sevemeyenlerdir her
şeyini kaybedenler…
Mona İslam
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder