HAYATLA ÖLÜM ARASINDA BİR ÇİZGİ : NİL
Uzaklara gitmek ölmek gibidir.
Bulunduğun şehirden çıkıp başka şehirlere dilini bilmediğin
başka coğrafyalara gitmek bana her zaman ölmüşüm hissi verir.Yaşam koşulları
içerisinde olmazsa olmaz zannettiğiniz şeyler burada anlamsızlaşır.
Yatağınızdan başka yerde uyuyamayan huysuz nefsiniz burada
homurdanmaktan vazgeçer. Üzerinize giydiğiniz kıyafet örtme ve ısıtma işlevi
görüyormuş, sizin kimliğinizin imajınızın bir göstergesi değilmiş anlarsınız.
Adını bilmediğiniz hatta telaffuz edemediğiniz yemekler yersiniz. Memlekette
burun kıvırdığınız şeyler orada size tatlı gelir. Nimeti fark edersiniz. Dört
beş günlük seyahatte ne yediğinizin bir önemi yoktur. Maksat doymak ve
hastalanmamaktır. Yeme içmeyle, televizyonla, internet sörfüyle zaman kaybetmez
kaldığınız otelin kaç yıldızlı olduğuna aldırmazsınız. Çünkü oraya gece geç
saatte gider, sabah erkenden dışarı fırlarsınız.
Gezilecek görülecek yerler vardır. Dinlenecek hikayeler
vardır. Alınacak ibretler vardır. Takip edilecek tarih izleri vardır. Sizin
maksadınız budur, orada bulunuş sebebiniz de öyle. Bunu aklınızdan
çıkarmazsınız. Az uyur, çabucak yer ve tüm enerjinizi maksadınıza temerküz
edersiniz. Aslında tüm hayatınızda yapmanız gerektiği gibi.
Herkes seyahatlerinden kendine özel semboller seçer. Ben
Nil’i seçtim. Eski Mısırlılar Nile taparlarmış. “Hayatın kaynağı Nil’dir.Yaşam
Nil’de başlar” derlermiş. Bu arada büyük tanrıları güneşi de unutmaz. Nil’in
doğusunu, yani güneşin doğduğu yeri hayata, batısını yani battığı yeri de ölüme
ayırırlarmış. Nil’in doğusuna şehirlerini imar etmişler, tarlalarını buraya
yapmışlar, batıyı da mezarlıklara ayırmışlar.
Ölüm vadisi, Sakkara, öyle bir vadi ki insana hakikaten
ölümü hatırlatıyor. Bir çöl ki üzerinde
ne bir ot, bir diken bitiyor, ne yılan, ne de akrep yaşıyor. Kül rengi gri bir
toprak, göz alabildiğince uzanan sonsuz grilik insana boşluk , hiçlik hissi
veriyor.Tüyler ürpertici. Bir korku filmi platosunu andırıyor adeta. Piramitler
ve sıradan insanların mezarları. O zamanlar ölüme hayattan daha çok önem
verilmiş olsa gerek ki, kalan tüm eserler ölülere ait, tüm izler de ölümün izleri.
Mezarlarına neler koymamışlar ki,
erzak, silah, at arabası, mücevherler, parfümler, duvarlarda mevtanın hayat
hikayesini anlatan kabartmalar, ölüme hayat rengi verebilmek,son bulan göz nuru
cana nefes aldırabilmek için her şeyi denemişler.Çabalamış, insan eliyle
yapılabilecek olan her şeyi yapmışlar. Ama yine de ölümün egemenliğine
direnememişler.Yenilmişler. Hem de birer birer değil tüm bir medeniyet olarak
ölmüşler. Belki de onlar bu piramitleri Haman’a yaptırırken, Allah’a ok atıp
meydan okurken zaten ölmüşlerdi. Sanki Allah Firavuna “Bugün senin sadece
cesedini kurtaracağız” derken bunu kastediyor. Sadece maddi olanın korunduğu,
materyalizmin zirvesi bir medeniyet. Her şey taş kesilmiş. Yahut ben o cesetler
medeniyetinde bunu hissettim.
Nilde ismi Hayy öyle cıvıl cıvıl tecelli ediyor ki. Cennet
nehirlerinden denilmesi de bundan herhalde. Bütün Mısır topraklarının sadece
yüzde sekizi yerleşime açık, o da sadece Nil kıyısından ibaret. Ona “Cornice al
Nil” diyorlar. Nil sahili. Muhteşem bir sahil. Nil yeryüzündeki nehirlerin
sultanı olsa gerek.
Hayran olduğum Nil
kıyısında, Nil deltasında portakal yetişiyor. Araplar için portakalın önemi büyük.
Portakallar her yerde, her öğünde yeniyor, her köşe başında portakal satılıyor.
Seyyar arabalar portakal taşıyor.Yaz kış portakalla haşır neşir olmaktan fıtratları da portakala benziyor.
Rahatlatıcı, ferahlatıcı, ve sağlıklı ve renkliler.
Efendimizin portakal benzetmesini Kuran okuyan mümin için
yapıyor. “Kuran okuyan mümin portakala benzer kokusu da tadı da güzeldir”. Mısırlılar çok güzel Kuran okuyorlar. Çok da
iyi insanlar. Neşeliler fakirliklerine aldırmıyorlar.
Güler yüzlüler. Misafirperverler. Sizi bildikleri tüm Türkçe kelimelerle
ağırlamaya hoş amedi etmeye çalışıyorlar. Trafikleri tam bir keşmekeş,
arabaların tamamı vuruk olmasına karşın, trafikte bile hiç kavga etmiyorlar.
Portakalları, kahveleri ve Nilleri onlara yetiyor. Dünyanın en zengin insanları
gibi davranıyorlar. Keşke biz de bu kadar tok gözlü olabilsek…
En çok hoşuma giden de bize, yani eşlerimize Osman Bey
demeleri oldu. Onlar için Türkler Osman bey. Bunu hem Osmanlı Devletine hem de
Hz Osman’a bizi nisbet ettikleri için söylüyorlar. Mısırda
ismi Hayy sadece Nilde değil tüm şehirde, tüm insanlarda tecelli ediyor herkes
erkenden kalkıyor, büyük bir hareketlilik, büyük bir telaş, büyük bir devinim
var, tüm Kahire’de. Şehir sizi biraz dağınık, oldukça bilge ve
alabildiğine şen şakrak bir hatun gibi karşılıyor. Mısırlı kızlar gibi. Herkes
sürekli bir yerlere koşuyor. Ama koşarken size gülümsemeyi ve Ya Sadiyk Türki
demeyi unutmuyorlar,Türk arkadaşım.
Elbette gördüklerimiz arasında sona bırakılması gereken,
ağzımızda onun isminin tadıyla veda etmeyi istediğimiz biri vardı. Biraz buruk, biraz kanlı bir tad,
ama yine de güzel bir tad bırakıyor Hazreti Hüseyn ağızlarımızda. Kahire’nin
merkezinde El Ezher’in karşısında İmam
Huseyn mescidini görüyorsunuz tüm vakarıyla. İmamın kabri burada. Mübarek
bedeni burada yatıyor, başı hariç. Onun Şama
gönderildiği söyleniyor, adı büyük İmamla aynı sayfada anılmaması gereken
melunun görebilmesi için . Orada defnedilmiş mübarek başı. Dua ediyoruz
mübarek İmamın mübarek ağabeyine , canımızdan aziz babasına, cennet sultanı
anasına ve dedelerin en güzeli
Efendimize.
Burada Efendimizi ilk kez bir dede olarak tasavvur ediyorum.
Hep genç hayal ettiğimiz O İki Cihan Serveri
dedelerin en şirini oluyor gözümde. Bir yönünü daha öğreniyoruz Efendimizin.Ve her güzel
şeyin bitimi gibi Mısıra da Ona salatu selamla veda ediyoruz.
Bir gün bu hayata da aynı şekilde veda edebilme umuduyla.
Mona İSLAM
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder