BİLAD-İŞ ŞAM NOTLARI 2
Bugün Şam yolcusuyuz. Şam’a otel müdürünün önerisi üzerine
trenle gitmeye karar verdik. İki aile olduğumuz için ya bir minibüs tutmamız
gerekecekti ki, minibüsler çok pahalıydı, yahut şehirler arası otobüs ile
gidecektik. Yanımızda bir kartpostal bebeği olduğundan, küçük hanım yol boyunca
huzursuz olmasın istedik ve trende daha özgür olacağımıza karar verdik. Bizim
küçük hanım da ilk kez trene bineceği sevinciyle bu karara hemen onay verdi.
Artık her ailede küçük hanımların dediği oluyor galiba…
Halep tren istasyonuna geldik, tekrar pasaportlarımıza
baktılar, burada dakika başı pasaport soruyorlar. Türk olduğumuzu anlayınca da
kontrolör annesinin de Türk olduğundan bahis açtı, ama maalesef kendisi Türkçe
bilmiyormuş. Halep’te Türk olmak sanki hoş bir misafir olmak, eski bir dostu
yeniden görmek gibi karşılanıyor. Tren zamanında kalktı, beklediğimizden daha
moderndi. Halep şehrinin eskiden çok güzel olduğu belli, ama yaşlanmış bir
hanım gibi bakımsız ve pejmürde halini görünce, insan treni böyle modern
beklemiyor. Ancak yönetim bu trenleri yeni almış ve yolculuk hem ucuz hem gayet
konforlu yapılıyor.
Yol boyunca kuzeyden güneye hareket edeceğiz. Önce Hama
sonra da Humus kentlerini geçeceğiz. Trenle tıngır mıngır giderken arazi
gitgide yeşilden sarıya dönüşüyor. Buralarda portakal ve zeytin yetiştiriliyor.
Kentler çok fakir, insanlar ise epeyce ürkek ve hayattan pek ümitvar
görünmüyorlar. Eşim eğilip kulağıma Hama’da bundan önceki yönetimin epey bir
ölüme sebebiyet verdiğini, siyasi bir isyanın bu şekilde şehri kırıp geçirerek
bastırıldığını anlatıyor. “Evet” diyorum “insanların yüzünde bu ifade var,
sindirilmişlik, korkutulmuş ve bezdirilmiş birer çift göz.” Kim bilir belki
yeni yönetimle biraz daha rahat etmiş görünüyorlar.
Trene aynı kompartımana bir grup Türk genci biniyor. Bir
tanesi eşimi tanıyor. Diğerlerine söylüyor, selamlaşıyorlar. “nasıl
tanımazsınız?” diye soruyor arkadaşlarına, onlar Ürdün’de okuyorlar. Eşim
takılıyor onlara, “siz yokken ben başbakan oldum” diyerek. Klasik bir Türk
ikramı ile karşılaşıyoruz, delikanlı çantasından Suriye işi poğaçalar çıkarıyor
sıcak sıcak, “bakın” diyor “bizimkilere benzemez ama çok güzeller, deneyin”
ardından kocaman bir paket çikolata çıkarıyor yine heybesinden, “alın alın”
diyor, yine” bizim çikolatalar gibi değil ama…” demeyi ilave etmeyi unutmuyor. Elbette
“bizim” her şeyimiz daha güzel(!?)
Neşeli neşeli bize Ürdün’ü anlatıyorlar. Onlar da Suriye’ye
gezmeye gelmişler. “Mutlaka Ürdün’e gelin” diyorlar “orada da görülecek çok şey
var”. Özellikle bir kanyondan ve bir Roma şehri olan Petra’dan söz ediyorlar.
İndiana John’s orada çekilmiş onlardan öğreniyoruz. Biz de seyahat portföyümüze
onların bu teklifini kaydediyoruz, hatta arkadaşımız İsmail hemen gitmeyi
teklif ediyor ancak bizim kızın okulu var ve onlar kadar serbest değiliz.
Gençlerin anlattıklarından sonra Ürdün gezisi beni de cezp etmiyor değil
elbette.
Şam istasyonunda duruyoruz. Arapçasıyla Dımaşk şehri,
İngilizcesiyle Damascus. Araplar Şam ismini bütün bölgeye veriyor ve Bilad-iş
Şam diyorlar, Şam Ülkesi. Şehre Şam demek bir Osmanlı Türk tabiri olsa gerek.
Tıpkı Cezayir’in başkentine Cezayir, Tunus’un kine Tunus demek gibi. Gençler
bavullarımıza yardım ediyorlar, onlar sadece küçük çantalara sahipler. Aile ve
çocuklar olunca bavul sayısı artıyor mecburen.
İstasyonda bizi mihmandarımız karşılıyor. Daha üst geçitten
inerken aşağıda bekleyenlere bakıyor eşim ve işte diyor şu kız olmalı Rümeysa.
Aşağıda bir Türk kızı edasıyla duran sadece o var, kendinden emin, ayakları
yere sağlam basan, cesur bir eda bu. Bir taraftan güler yüzlü, bir taraftan
damarıma basmayın tepemi attırmayın, tavrıyla etrafını kolaçan ediyor.
Araplardan Suudi Arabistan’da öğrendiğim deyimleri hatırlıyorum birden. Onlar
Türk kanımı harekete geçirme, Türk kafamı attırma manasına gelen deyimlerle
celalli oldukları zamanları anlatırlar. Hakikaten Türkler Araplara göre daha
savaşçı ruhlu daha mücadeleci daha celalli, izzet-i nefsine dokunulunca gözü
hiçbir menfaati görmeden saldıran insanlar. Kadınları bile öyle, Arap kadınları
kuşkusuz daha itaatkarlar. Bu yüzden bizde de baskıcı yönetimler tarih boyunca
hep olagelmiş, ancak kısa vadeli sindirme başarısı gösterebilmişler uzun vadede
Türkler hep bildiklerini okumuş otorite tanımamışlar.
Yine Üstad’ın ilmi Araplar’a ve kuvveti Türkler’e pay eden
Hutbe’i Şamiye’sini hatırlıyorum. Çok doğru eskiden bu böyle vuku bulmuş,
alimler Araplar’dan, savaşçılar Türkler’den çıkmışlar ve biri beyin biri pazu
olmuş birbirlerini kollamışlar. Ancak şimdilerde Arap dünyasında böyle bir ilmi
birikimden söz etmek zor. Zira ilim de hürriyet istiyor, pek çok yazar çizer ve
alim, siyasi baskılar sebebiyle susmak zorunda kalıyor yoksa kendini hapiste
buluyor. Allah sonumuzu hayretsin.
Merdivenlerden inerken aklımdan geçenleri bir tarafa bırakıp
Rümeysa’ya el sallıyorum. “Evet bu o” sıcacık bir “merhaba” diyor. Bilirsiniz “Selamun
aleyküm” sıradan bir insana “Merhaba” yakın dosta, gönülde yeri olana, evinize
gelene söylenir aslında. “Merhaba” Arapça’da sıradan bir selamlaşma değildir ve
karşılaştığınız herkese söylenmez. Selamın bir “seni seviyorum” içerenidir
“Merhaba”. Türkçe’de bu anlam kayıp gitmiş maalesef.
Rümeysa bizi alıp otelimize götürüyor, zaten Allah razı
olsun rezervasyonları da önceden o yapmıştı. Bu çıtı pıtı kız altı yıldır Suriye’de
okuyor, önce Arapça öğrenmiş şimdi de Arap Dili ve Edebiyatı okuyor. Kendisiyle
en yakın arkadaşım vasıtasıyla tanışıyorum. Mükemmel Arapça konuşuyor, elbette
fusha ve tane tane söylüyor kelimeleri. Böylesini anlamak ne kadar kolay, El-
Cezire muhabirleri gibi. Başörtüsü mağduriyetini hayra tebdil etmeye çalışan
kızlarımızdan biri o da. Gelince Türkiye’de bir Arapça kursu açmayı hayal
ediyor. Ben kendisine ilk öğrencisi olacağım konusunda söz veriyorum, zira
hakikaten Türkiye’de hele de bayanlar arasında ortadan daha ileri seviyede
Arapça bilen ve bunu öğretebilecek olana rastlamak çok zor. Gidilen kurslar
ancak sizi orta seviyeye kadar yetiştirebiliyor ekseriyetle. Elbette
istisnaları vardır.
Otelde biraz sorun yaşıyoruz, bize söz verilen oda söz verildiği
gibi ayarlanmamış, ve görevli burnu büyük bir tarzda konuşuyor akşamın bir
saatindeyiz ve bu saatte bu yorgunlukla başka yer arayamayacağımız o da biliyor
ve bize sanki para ödeyerek değil de minnetle orada kalıyormuşuz muamelesi
yapıyor. Rümeysa’dan öğreniyorum ki bu Şamlıların genel tavrı, yani biraz burnu
büyükler ve turizme alışık değiller. Kesinlikle “müşteri velinimetimiz” gibi
davranmıyorlar.
Oysa ben Mısır günlerinden hatırlıyorum ki bir Mısırlı’ya ne
isterseniz “hadır” der ve yapmaya çalışır, elbette bunu sizden alacağı “bahşiş”
için yapar ama yine de işinizi görürsünüz. Sinirlenerek ama bir gece burada
kalmaya mecbur bir şekilde odalarımıza çıkıyoruz. Bavulları bırakıp bir gece
turu yapıyoruz şehirde. Hem merkezi yerlere bakacağız hem de bir sonraki gün
kalmak üzere otel arayacağız. Şehrin göbeğinde eski tren istasyonu var. Hicaz
Demiryolu Şam istasyonu, öyle güzel ki, ışıklandırılmış, bir gelin edasıyla
geçmişten bize bakıyor ve bizi geçmişe baktırıyor. Sonunda bütçemize uygun bir
yer bulup bir sonraki güne rezervasyon yapıyoruz. Şimdi yemek yiyecek bir yer
bulma zamanı...
Rümeysa’nın bizi götürdüğü yer buraya gelişinde Tayyip Erdoğan’ın
da gittiği yermiş. “Şamiyyat”, hakikaten tipik Şam işi bir restoran. Ortada bir
fıskiyeli havuz olmazsa olmaz, ve her şey ahşap dekore edilmiş, oymalı ve sedef
kakmalı. Burada her yerde sigara içiliyor, çocuklar için ve eşimin astım
bronşit ciğerleri için temiz havalı bir yer bulamıyoruz. Mecburen oturuyoruz.
Sadece sigara olsa yine iyi, burada kadın erkek herkes yemek sonrası nargile
içiyor. Hem de meyveli filan değil, tömbeki denilen cinsinden. Ne yapalım
alışmak zorundayız. Restoran hem temiz hem de yemekler muhteşem, bizim doğu
sofrasına göre daha çok çeşit mezeleri daha fazla çeşit kebapları ve salataları
var, üstelik biz 7 kişiyiz ve koca masa donatıldığı halde ve şehrin en iyi
lokantasında gayet makul bir ücret ödüyoruz. “Türkiye’de böyle bir yemeğe
birkaç kattan daha fazla para öderdik” diyoruz.
Yemek sonrası yorgunlukla tekrar, beğenmesek de, hiç temiz
bulmasak da otele dönüyoruz, o kadar yorgunuz ki bunu umursayacak halde
değiliz. Sabah çok erken kalkacağız koca şehir bizi bekliyor.
Mona İSLAM
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder