8 Şubat 2013 Cuma


İz Bırakmak

Allah Vacib-ül Vücud’dur. Varlık sıfatı bizzat O’na aittir. Eşya vardır. İnsan ise var olur. Varoluş bir süreçtir ve insana hastır. Biz bir hilal misali ala-i illiyinden esfel-i safiline inebilir, esfel-i safilinden ala-i illiyine çıkabiliriz. Dünyaya inişimiz ve bekaya gidişimiz bir tam daire teşkil eder. “Sonunda bize döndürülürsünüz” hakikati böylece tahakkuk eder. Bu bizim hikayemizdir.

Bu sabit ve kararlı bir varlığa sahip olmama hali bizi varoluş endişesine sürükler. Biz ne melek gibi ne hayvan gibiyiz, makamımızın bir garantisi yok, gözde de olabiliriz, gözden de düşebiliriz. Bir bakmışsın cansın, yakınsın, bir bakmışsın tard edilmiş uzaklaştırılmışsın. Bağlar kurulur, bağlar kesilir. Her an varlığımızdan bir şeyler yitirme korkusu taşırız, ve bu endişenin üstesinden gelebilmek için kainatta bir iz bırakmaya çalışırız. İz bırakmanın tek yolu ilişki kurmaktır. Biz de varlıkla ilişki kurarız. Bağ kurarız. Kesilebileceğini bile bile kurarız hem de. Risk alırız. Hiç olmamışa olmuş bitmişi yeğleriz çünkü. İlki yokluktur, ikincisi fani de olsa varlık. Severek, şefkat ederek, infak ederek, biçim vererek, değiştirerek, hatta bazen yıkarak, yok ederek iz bırakırız varlıkta. Hep temasla, hep uzanarak, hep dokunarak. Eller hem tutmaya tutunmaya hem fırlatıp atmaya yönelir. Cemale ve celale. 

Bu öylesine bir fıtri ihtiyaçtır ki küçük çocuklarda bile kendini gösterir. Yaptığı bir resmi size beğendirme çabası ile, bir kitaba daldığınızı gördüğünde ilgi isteyip “seni seviyorum anne” demesi ile, hatta yaramazlık yapmaları ile çocuklar “beni gör, ben varım” derler. Görmezden gelinmeyi, cevap verilmemeyi, sevmez insan. Varlığını hissetmenin ilk adımıdır şeylerin varlığını hissetmek, kendini ötekine göre tanımlamak, ötekinin başladığı yerde bitmek, sınırını bilmek. Şeylerin yokluğundaki var oluş biçimi varoluşun üst basamaklarındadır, ona ulaşana dek nice şeyle nispet kurarız, bozarız. Önce o nispetleri bilmeliyiz ki sonra aşkın olana, hiç bir şeyle bağlanabilelim. Şeylerin yetmediğini anlamamız gerek ki la şeydeki zati nispeti görebilelim. 

“Fernando Silva, Managua’daki çocuk hastanesini yönetiyordu. Noel arifesinde gece geç saatlere kadar çalışmıştı. Patlayan havai fişekler gökyüzünü aydınlatmaya başlayınca artık gitme zamanının geldiğine karar verdi. Evde, bayramı kutlamak için onu bekliyorlardı.
Her şeyin yolunda olduğuna güven getirmek için son bir kez çevreyi gözden geçirirken arkasında yumuşak ayak sesleri duydu. Dönüp bakınca hasta çocuklardan birinin peşinden geldiğini gördü. Loş ışıkta bu kara bahtlı, kimsesiz çocuğu tanıdı. Şimdiden ölümle kırışmış olan bu yüzü, bağışlanmak, belki de izin almak ister gibi bakan bu gözleri biliyordu.
Fernando onun yanına gitti ve çocuk doktora elini verdi. “Birilerine söyleyin…” diye fısıldadı çocuk. “ Birilerine söyleyin benim burada olduğumu”.”

Eduardo Galeano “Kucaklaşmanın Kitabı”nda bu varoluş çığlığına küçük bir çocuğun dilinden ses veriyor. Çünkü birilerinin bizim burada olduğumuzu bilmesi, her birimiz için bu denli hayatidir. Öyle ki tüm varlıkları ile bizi algılasınlar isteriz. Bizi görsünler, işitsinler, bize dokunsunlar, bizi anlasınlar, bizi sevsinler, bizi hatırlasınlar dileriz. Bize hem gözle hem kulakla, hem akılla, hem kalple, hem hafıza ile muhatap olsunlar diyedir tüm çabalarımız.

Ben de bugün hastalıktan ve evde yatmaktan usanmış, ama yorgun, bitkin bir hal içinde yakınlardaki bir büyük park alanına gittim. Her yer papatyalarla doluydu. Öyle ki küçük kızımın söylediği gibi sanki “bir çocuk melek gökyüzünde patlamış mısır yemiş ve yerlere dökmüştü”. Papatyaları sevdiğimi onlar biliyorlar mıydı? Onlara usulca fısıldadım, “benimle berzaha da gelir misiniz?”. Ardından eşime kendisinden önce ölürsem mezarıma papatyalar ekmesini söyledim. Bu bahar şenliğinde ölümü düşünmeme bir anlam veremedi. Ama güzellik bu kadar göz alıcı olmasa ondan ayrılmak da bu denli zor olmazdı. “Papatyalar da beni seviyor mudur?” dedim, bir tane koparıp bana uzattı. Papatyalara bitişme arzumun güzelliğe, sonsuzluğa, varlığa bitişme sevdası olduğunu biliyordu. Papatyaların gönlünü kazanabilirsem benimle alemin her yerine geleceklerdi, biliyordum.

Bir kedi ile yemeğimi paylaştım, yemeği verirken onun da beni hatırlamasını diledim. Çünkü kedileri de yanımda götürmek dilerdim. Bir köpeğe yanaştım, hasta gibi görünüyordu, ona dua ettim, şifa diledim, başını kaldırdı bana baktı, gözlerinde kendimi gördüm. Onun hastalığı benim hastalığımdı. Ya beraber şifa bulacaktık, ya birlikte düşüp kalacaktık. Dileğim köpeğin dünyasında iz bırakmaktı. Giderken onu ardımda bırakmamaktı.

Denize baktım uzun uzun yunusları aradım, bir iki kez görmek nasip olmuştu onları Marmara'da zıplayarak yüzerlerken, yosunlara daldım, dalgaları saydım. Dalgalara, yosunlara, yunuslara gözlerimle işaret koymak istedim. Ağaçlara dokundum, tek tek işlenmiş oya gibi çiçeklerine ve yapraklarına temas ettim. Yıllardır geldiğim bu parka ait her nesne beni tanısın istedim. Tüm dualarım bir yerlerde beni hatırlayan birileri olması içindi. Öyle ki insanlar yetmiyor, dağ, taş, çiçek, hayvan tüm kainat beni hatırlasın istiyordum ve hatta beni sevsin. Her yere benimle beraber gelsin. Güneşe gözlerimi dikip uzun uzun bakışım, gözlerim kararınca geri çekilişim bundandı, yıldızların meleklerine selam verişim de öyle, o küçük çocuk gibi “Ey güneş benim burada olduğumu biliyor musun, ey yıldız seni sevdiğimin farkında mısın?” diyordum. Ne güneşsiz ne de aysız yaşayabilirdim, her şeyi hep beraber varoluşumun içine derc ediyordum. Ben hepsiydim, aramızda ayrı gayrı yoktu. Kalbime bir kez dokunan hiçbir şey geride kalmamalıydı. Sevdiğim hiçbir varlıktan karşılık almamaya gönlüm razı değildi. Ben elmayı seviyorsam elma da beni sevmeliydi. Benim hayatıma dahil olmaktan memnun olmalıydı. Kulağa diktatörce geliyordu ama belki de “halife” olarak yaratılmanın bir anlamı da buydu. Tüm varlık alemi üzerinde bir halife isek her bir varlıktan da biat istiyorduk. Biat varlığımızın onaylanışıydı, meleklerin secdesiydi.

Namaz kılıyorduk, hayırlı bir şeyler yapmaya çalışıyorduk, hepsi bir deftere kayd olsun istiyorduk. Bu da bir iz bırakma çabasıydı. Ruhumuz bedenimizden ayrıldığında bizi hatırlayan ve dua edenler olsun istiyorduk, bu da bir iz bırakma çabasıydı. Biri doğum günümüzü hatırladığında bunun için bu kadar seviniyorduk. İnsan unutulmak istemiyordu. Bir zihinde var olmak, olumlu ise cennet, olumsuz ise cehennemdi. Ama yine de hiç olmamaktan iyiydi, zira insan cehennemde dahi olsa var olmak istiyordu. Bu yüzden birinin size nefretle bile cevap vermesi sizi yok saymasından, unutmasından iyiydi, yok saymak en büyük şiddetti. Adem mutlak şerdi. Cehennem bile üzerindeki celal tecellileri ile ademe göre hayır kalıyordu.

Etrafta gördüğümüz insanları buram buram parfüm sürmeye, en sıra dışı kıyafetleri bulup giymeye, saçlarını savurarak, kahkahalar atarak konuşmaya, yazmaya, başarılı olmaya, meslek edinmeye, kariyer sahibi olmaya, evlenmeye, çocuk doğurmaya iten şey bir iz bırakma çabası değil miydi? Herkes cennette veya cehennemde mutlak olarak var olma emelinde idi. 

 En temel ve sahici aynı zamanda etkili var olma çabası, Allah’ta iz bırakma çabası idi.(teşbihte hata olmasın) Bu da dua şeklinde tezahür ediyordu. Her duada her yakarışta her Rab’la konuşmada O’nda iz bırakmaya çalışıyorduk. Aslında istenen şey değildi önemli olan, bu iz bırakma gayesi idi her şeyin sebebi. Bu yüzden duamız olmayınca ehemmiyetimiz yoktu, çünkü duamız olmazsa yok oluyorduk. Dualar Ona nispetimizdi. Onlarda şeyleri esas maksat yapmak olmazdı bu yüzden. Dua la şeyde, hiçlikte, boşlukta zatımızı Onun Zatına rabt etmekti. Dua boşluktan yönelmekti. Ellerimizin işaret ettiği boşluktan Mutlak Varlığa.


Şüphesiz her dua O’nda silinmez bir iz bırakıyordu. Yahut zaten var olan kadim yerimizi, izimizi bize fark ettiriyordu, zira Allah’ta bir şey sonradan var olmazdı. Ondaydık ve ezelden ebede yerimiz Onun varlığındaydı. Öyleyse varoluş telaşı boşunaydı. Hiç bir şeye iz bırakmamız gerekiyordu, biz vardık, buradan geçtik, bunları sevdik, şunları öğrendik demek için. O Semi idi, bizi duyuyordu, Basir idi, görüyordu, bize hemen cevap veriyordu, yok saymıyordu, umursamamazlık etmiyordu, derdimizi anlıyordu, mazeretlerimizi dinliyordu, aşkımızı hissediyordu, mukabele ediyordu, bizi unutmuyordu. O Baki idi ve fani mahlukatta bıraktığımız izler ancak O izin verirse fenadan kurtulabiliyordu. O bizi seviyordu, ve tüm varlık alemine de sevdirmek diliyordu, bu yüzden bizi tüm kainatla alakadar kılmış, her bir varlığa karşı içimize muhabbet koymuştu. Ne zaman ki Allah’ı zikrederek mahlukatı seviyorduk, el hak sevilmeyi hak ediyorduk. Bu Allah’ın kurulu ve bozulmaz yasasıydı. Bu güvencemizdi, emniyetimizdi.

O varsa her şey vardı. Yahut hiç bir şey olmasa kaç yazardı. Ona nispetimiz tamsa şeylerin varlığı yokluğu nazarımızda sadece Onun dilemesi kadar dilenecek bir şeydi. Varlığını dilediğine sevinir, yokluğunu dilediğine üzülmezdik. Gayrı her şeyle aramızdaki nispet Oydu.




Hiç yorum yok:

Yorum Gönder