Budapeşte Mektupları 1
Sevgili Dostum,
Bugün Macaristan’a öğle suları indik. Şehir merkezine
yolculuk biraz sürüyor, elbette İstanbul’la kıyaslanamaz, zira hiç trafik yok.
Şehir bizi karşılayan arkadaşın anlattığı üzere Tuna kıyısında temerküz ediyor.
Biz de Peşte bölgesinden başlayarak şehre önce hızlı bir bakış fırlatıyoruz.
Bana biraz Sarajevo girişini hatırlatıyor, elbette burası yakın zamanda bir
savaş geçirmediği için daha bakımlı ve güzel, delik deşik binalar bulunmuyor.
Önce valizleri bırakmak üzere buradaki öğrenci arkadaşımız
Abdülkerim’in evine uğruyoruz, otel bakacağız, fakat otel kimin umurunda
nasılsa yatacak bir yer illa ki buluruz diyerek, şehri arşınlamaya başlıyoruz.
Bizi evvela Tuna kıyısına götürüyor%7 Abdülkerim, Tuna Budapeşte’de tek kol
halinde akıyor, Slovakya ve Avusturya’dan da gelen kollar burada birleşiyormuş,
biraz kirli aktığını öğreniyoruz. Denilen o ki Viyana’da dibi görmek mümkünmüş,
gidersek göreceğiz bakalım. Yine de zihnimdeki en görkemli nehir Nil’le
karşılaştırılınca Tuna bir yavru gibi, çok küçük ve temiz kalıyor.
Sana Tuna’yı görünce mesaj atacağımı söylemiştim ya, işte
şimdi Aslanlı Köprü’deyiz,%11 buraya Zincirli Köprü de deniliyor, ilk yapılan
köprü buymuş. Daha evvel Budin ve Peşte ayrı ayrı iki kasaba imiş. Karşıya
geçiyoruz, burası Budin tarafı, tam önümüzde Mathias Kilisesi duruyor, şu an
restorasyonda. Macaristan’ın ikinci büyük kilisesi imiş ve Kanuni döneminde bir
müddet cami olmuş. Şimdilik sadece uzaktan bakıyoruz, esas tur yarın. Hemen
onun berisinde eski Kraliyet sarayı var. Kubbesi çok hoş bir mavi yeşil ara
rengi, turkuaz gibi değil ama yeşile daha yakın. Seramik kaplı olduğunu
öğreniyoruz. 13. ve 15. yüzyıllar arası yapıldı deniliyor ama iki yüzyıl sürer
mi canım demekten kendimi alamıyorum. Ne diyelim “el ilmu indallah”.
Arkadaşlar bugün bize sadece şehrin ana hatlarını
gösteriyorlar, gezi işi bize kalıyor, zira onlar burada öğrenci ve yaz okuluna
gidiyorlar. Tekrar Peşte’ye geçiyoruz. Elizabeth köprüsü ayağından başlayan bir
caddeye varıyoruz, burası Vaci Utca, Macarların İstiklal Caddesi. Utca Macarca
“cadde” demekmiş. Bağımsızlıkla bir alakası yok tabii İstiklal caddesi demem
araç trafiğine kapalı ve sağlı sollu mağazalarla dolu oluşundan kaynaklanıyor. Bir köşede geleneksel Macar kıyafetleri ile bir
dans gösterisine hazırlanan bir ekip ile karşılaşıyoruz. %143 Keşke beklesek,
izlesek, ama arkadaşlar yürüyorlar, biz buraya yarın tek gelmeliyiz, ama bu
gösteri yarın olmaz ki, uff başkasına bağlı olmak pek iyi değil! Napalım,
çocuklar yardımcı olmaya çalışıyorlar. Keşke burada olsan da hep caddede kahve
içmeye gittiğimiz gibi buradaki Gerhaud Cafe’de birer machiato içsek. Biliyor
musun burası Avrupa’nın en eski pastanesiymiş, içi Barok tarzı inşa edilmiş,
harikulade bir yer. Ama burada olsak kahvenin yanına o ekzantrik pastalardan
söyleyemezdik be canım, ne de olsa gavuristandayız, neyin içinde ne var belli
değil…
Sarı hattaki tramvaya binip Andrasse Utca’da iniyoruz.
Burası da Nişantaşı’nı andıran bir yer. Biraz yürüyoruz, pahalı marka
dükkanlar, sosyetik kafeler, publar, yorulduk, birinde oturuyoruz, ince eleyip
sık dokuyarak içinde alkol bulunmayan bir şeyler arıyoruz, ayaklarımız ne çok
ağrımış. O da ne bir müzik sesi geliyor, arkadaşları eşimi ve kızımı masada
bırakıp kalkıyorum, bunun nereden geldiğini bulmalıyım, nasıl bir melodi bu Ya
Rabbi. Yürüyorum, bir park var geçiyorum. Evet, ses buradan geliyor, çok
heybetli süslü bir bina, kapıda Litsz yazıyor. Hiçbir şeyin İngilizce açıklaması yok burada, çekilen en büyük
sıkıntı bu. Karşıdaki pubın önünde duran garsonlara soruyorum, bana buranın bir
Müzik Akademisi olduğunu gelen sesin de içeride çalışan pratik yapan
öğrencilerden kaynaklandığını anlatıyorlar. Allah’tan gençler İngilizce
biliyorlar. Zira Macaristan on milyon nüfusuna karşılık her yıl yaklaşık yirmi
milyon turist alıyor. Harika canlı müzik, keşke burada otursaydık, neticede burada
her yer içkili. Bir fotoğraf çekiyorum, bunda hiç becerikli değilim…
Artık bir otel bulmalıyız, (Budapeşte’de bir otel) tek tek
dolaşıp soruşturuyoruz, sonunda bir yer bulduk, yakında da bir Türk lokantası
var, akşam yemeğini orada yiyeceğiz, emin birkaç yerden biri burası. Yemekleri
hiç beğenmiyoruz, Macarlara yutturabilirler belki ama bu yemekler 3. sınıf Türk
yemeği. Yine de nimet elbette yiyoruz. Üstelik eşimin “ben bilmediğimi yemem”
muhafazakar tavrına mukabil ben gittiğim yerlerde farklı tatları denemeyi
severim. Ama dedim ya burası gavuristan burada Arap ülkelerinde alışageldiğim
kadar özgür değilim. “Ee”, diyorum Tarık’a “şimdi nereye gidiyoruz”, otelden
aldığımız haritaya bakıyoruz,
Kahramanlar Meydanı’na gideceğiz, ama nasıl? Yolu bulabilirsek,
inceleyelim bakalım. Allah nasıl yardım ediyor, yan masadaki kadın da Türk.
Biraz aksanlı konuşuyor ama neyse, selamlaşıyor sohbet ediyoruz. Ama biz biraz
sonra fena halde yanıldığımızı anlıyoruz, zira Sofia hanım bir Macar, “Allah
Allah” diyoruz, nasıl bu güzel Türkçe, deyimleri bile harika kullanıyor, “ben
Türkleri çok severim” diyor. Anlıyoruz ki yanındaki ona göre az konuşan bey
Türk ve onun eşi, hanımefendi de Türkçe’yi eşinden öğrenmiş. Ama nasıl güzel
konuşuyor, deyimleri bile yerli yerinde kullanıyor. Çok da sıcakkanlı bir
hanım. Gideceğimiz yerin tarifini onlardan alıp yola düşüyoruz. Elhamdülillah…
Tramvaydan indik Octogen diye bir kavşak burası Andrasse
Utca’ya döneceğiz, gündüz geldiğimiz yer
burası. Ama bu kez kuzeye doğru gideceğiz, yolda muhteşem evler var, kimi köşk
gibi, kimi işyeri, kimi konsolosluk binası, burası şehrin en zenginlerinin
muhiti olmalı, yürüyoruz, yolda bizi opera binası olduğunu öğrendiğimiz bir
mekan ve önündeki sanatçı heykelleri selamlıyor. Yolun sonu büyük meydana
çıkıyor. Solda Roma tarzı yapılmış büyük bir bina var. Sağda bir büyülü kilise
bulunuyor ve karşımızda büyük bir meydan var. Meydanda yedi Macar kabilesini
temsil eden heykeller, Türklere karşı savaşmış kralların heykelleri , bir
de elinde bir haç taşıyan Cebrail heykeli var. Solda bir kalabalık
görüyoruz, bir müzik duyuluyor, herkes kıpırdamadan duruyor. Bu Macar Ulusal Marşı
olmalı. Duruyoruz, saygısızlık etmek istemeyiz. Büyük bir koro toplanmış, dev
ekrandan da verilen bir tören ve anma günü var. Milli marş bitiyor, bir klasik
müzik şöleni başlıyor. %34 Bir adam bir sürü isim okuyor, fotoğraflar %40 gösteriyor.
Yaklaşıp korumalardan birine soruyorum. “Bu ne toplantısı, ne için yapılıyor,
bugünün önemi nedir?” Bana 16 Haziran 1956 da bir devrim olduğundan söz ediyor.
“Revolution day” sırasında Sovyetlere karşı ayaklanmışlar ve şehitler
vermişler, yandaki tepede onların mezarları bulunuyor. Tanık olduğumuz
gösteri onları anma toplantısı imiş. Gidip bakıyoruz, 1956 1989 gibi iki tarihe
rastlıyoruz, bunlar Macaristan için önemli zamanlar olmalı. Ama tüm tabelalar
Macarca tek bir İngilizce ibareye rastlayamıyoruz.
Meydanı arkamıza alıp bir köprü geçiyoruz. Burası bir
koruluk. Peri masallarındaki gibi bir şato ile çevrilmiş. Şatonun yanı
başında bir göl var, içinde ördekler koro ile şarkı söylüyorlar, öyle
enteresan ki bu ses, oturup dinliyoruz. Burada insanlar, hayvanlar, her şey şarkı
söylüyor gibi. Şatonun bahçesine giriyoruz. İçeride akşam olduğu için kapalı,
ama büyüleyici bir kilise var . Nasıl güzel yapılmış, nasıl davetkar… Şato
hali hazırda bir müze, ama ne müzesi anlayamıyorum, yazılı her şey yine
Macarca. Parkta koşanlar, yoga yapanlar görüyoruz, öyle sessiz ki burası. Güneş
batıyor, kıpkırmızı. Yağmur da başladı ince ince yağıyor. Ah bir görsen, nasıl
güzel düşüyor gölün üzerine. Sanki yağmur da Macarca bir şarkıya iştirak
ediyor. Önce sık adım yürüyoruz, gideceğimiz yol uzun bir yürüyüş mesafesi,
ıslanmak istemiyoruz. Sonra bir miktar ıslanınca battı balık yan gider hesabı
yavaşlıyoruz. Islanmaya aldırmayınca, bir yere yetişme derdi olmayınca, nasıl
da özgür hissediyorum kendimi. Sokaklarda öyle az insan var ki. Yağmur,
ağaçlar, güzel sokaklar, ardımızdan gelen klasik müzik sesi, bulutlu Macar
göğü. Hesap etmeye çalışıyorum senden ne kadar kuzeydeyim, aynı göğe mi
bakıyoruz. Yok, burası başka bir gezegen olmalı. Her şeyleri başka insanlar
bunlar. Sakinler, sessizler, yavaşlar. Kimsenin bir telaşı yok, sokaklarda
kimse yüksek sesle konuşmuyor. Sanki hayat ağır çekimde ve düşük volümde
seyrediyor burada. Bunlar da bir Türk kavmi ama biz onlara hiç benzemiyoruz,
biz asırlarca beraber yaşadığımız Araplar’a benziyoruz. Gene “Arap damarın
tuttu” deme. Kavmiyetçilik buradan bakınca öyle tuhaf geliyor ki. Saçma, gülünç,
zorlama. Bu insanların tipleri bile farklı, ekseriyetle sarışınlar. Bizim İstanbul’daki hayat ritmimiz ancak NewYork’la Londra ile
karşılaştırılmalı, sıcaklığımız ve karmaşıklığımız ise Kahire’yle, Şam’la,
Tahran’la.
Çok yorgunum, nereye gitmiş olursak olalım tatilin ilk
gecesi hiç uyuyamam, heyecandan yer yadırgamaktan, gün boyu gördüklerimi hayal
etmekten, vücudum bitap da düşse, ruhum hızını ve enerjisini kaybetmez. Onu “uyu
ve rüya gör” diye de kandıramıyorum. Ben de sana yazıyorum, belki kafamdakileri
sana anlatırsam, seni hayalimde Budapeşte’de dolaştırırsam, belki zihnim
boşalır ve uyuyabilirim. Sensiz her şey biraz eksik, ama ne yapalım. Ve ibn-i
Arabi’nin belirttiği gibi insan yazıda da var olabiliyor, birine yazarken de
onunlaymış gibi hissedebiliyor…
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder