17 Şubat 2013 Pazar


BİLAD-İŞ ŞAM NOTLARI 3.

Geçmişe yolculuk…

Sabah erkenden kalktık, bu pis otelde kahvaltı etmek niyetinde değiliz. Rehberimizin de yardımıyla buralarda hoş kahvaltı çeşitleri bulabileceğimiz bir yer bakıyoruz. Bir küçük dükkan var ancak bugün cumartesi ve burada tatil olduğundan herkes dışarıya kahvaltıya çıkmış, zorlukla yer buluyoruz. İlginç yemekleri var, nohutlu humusa benzer ama içinde başka şeyler de bulunan bir sıcak yemek geliyor, bizdeki omletlerin yerine bunu yiyorlar. Kızarmış hellim peynirine benzer bir peynir de ilave ediyorlar yanına, ben babamın her sabah yapa geldiği şeyi istiyorum, “FUL”.Getiriyorlar ama bu çok yağlı ve belli ki fulün cinsi aynı değil. Bu daha çok bizim kara bakla dediğimiz şeye benziyor, anlıyorum ki bu da ne Suudi Arabistan’da ne de Mısır’da yenilen cins yemek değil. Yine güneyli damarım tutuyor. Zaten Mısır’da yapılan en güzeli bile babamın sabahları pişirdiğine benzemiyordu ki. Onunki başkaydı…

Kahvaltı sonrası arkadaşlarla Hamidiye çarşısına uzanıyoruz. Burası bugün çok kalabalık, hafta sonu izdihamı olsa gerek. Sultan Abdülhamit tarafından yaptırılmış bu çarşı ve İstanbul’daki Kapalı Çarşı’ya, Mısır’daki Han el Halili Çarşısı’na, Bosna’daki Başçarşı’ya benziyor. Osmanlı her yere aynı imzayı atmış. Bir şeye bakamıyoruz, ve en iyisi bölgenin en huzur veren mekanı Süleymaniye Tekkesine gitmek. Burası bir külliye olmasına rağmen burada tekke adıyla anılıyor, demek en ziyade tekkesi etkili olmuş diyoruz. Sultan Vahdetinin ve Osmanlı Hanedanından pek çok şehzadenin hanım sultanın mezarı burada. Bu külliye Mimar Sinan’ın acemilik dönemi eseri, ancak böyle acemiliğe can kurban. Bahçenin bence en hoş tarafı altında ağzım kulaklarıma vararak fotoğraf çektirdiğim portakal ağacı. Bahçe portakal ağaçları ile dolu, üzerleri portakallarla yıkılıyor, izin alıp koparıyoruz, limon gibi ekşiler. Yine cennette portakal ağaçları diliyorum, ama böyle ekşi olanları olmasın lütfen! Bu dünyada her şeyde bir kusur bulunuyor değil mi?

Külliyenin ardından Emevi Camiine geliyoruz. Önce dışarıda Selahattin Eyyubi’nin kabrini ziyaret ediyoruz, hemen yanında bir Jüpiter tapınağı kalıntısı bulunuyor, sonradan kiliseye çevrilmiş bir tapınak burası ancak kilise de yıkılmış, şimdi sadece yıkık taşlar görülüyor. Yan tarafında Emevi Camii bulunuyor. Dikdörtgen şekilde yapılmış bu camii orta avlusu sarı mermerden tam ortadaki minareye gelin minaresi deniliyor. Bir de meşhur İsa(as) minaresi var. Hz. İsa’nın buraya ineceği umuluyor. İçeriye giriyoruz, burada Hz. Hüseyin’in makamı bizi karşılıyor, mübarek başının konulduğu yere içimiz sızlayarak dokunuyoruz, okuyoruz okuyoruz, ardından hemen yanında İmam Zeynel Abidin Efendimizin namaz kılmayı adet edindikleri yer var, oraya da gidip duaları onun ruhuna yolluyoruz. Mescid’in erkekler bölümünde, Hz.Yahya(as)’ın kabri bulunuyor, ona da mübarek babasına verdiğim selamı veriyorum, ve “geldim işte” diyorum. Fatihalar gönderiyorum.

Az ileride dört mihrap var, dört mezhebin imamları burada uzun yıllar ayrı ayrı mihraplarda namaz kıldırmışlar tabileri de onlara iktidaen kendi mihraplarında namaza durmuşlar. İleride hutbe irad edilen makam var. Yere oturuyorum Üstad’ı Şam Hutbesini verirken hayal etmek istiyorum. Belki de onun Alem-i İslam’ın içinde bulunduğu parçalanmışlık için deva niyetine söylediklerinin burada söylenmiş olması tesadüf değildir, belki bu bir işarettir. Belki ümmetin tevhidi de buradan başlayacak neden olmasın. Belki şimdiki Türkiye Suriye yakınlaşması buna bir işarettir. Devlet binalarının girişinde “Tesekkurler Erdogan” yazıyor. Taksi şöförleri “Erdogan İsrail’ e Ali Osman tokadı, Maşallah”,”Türkiye Suriye nefsüşşaab”(Türkiye Suriye halkı aynı) diye ilave ediyorlar. Suriye devleti sair Arap devletleri gibi “Arap olmayanlar işimize karışmasın” demiyor. İnşallah her şey umut edildiği gibi gelişir…

Sonraki durağımız ibn-i Arabi türbesi. Burada da müthiş bir manevi hava var. Sanki Şeyh ölmemiş buralarda bir yerde gizlenmiş bizi izliyor gibi. Kabrin dibine oturuyoruz, bekliyoruz, sanki bize bir şey verecek, alıp gideceğiz. Buradan ayrılınca Hz. Zeyneb’in türbesine yola koyuluyoruz. Bu Şam’ın dışında taşrada muhteşem süslü bina edilmiş bir cami ve türbe, minareler bile bir kadını andıracak biçimde dantel gibi örülmüş, kubbe altın bir gerdanlık ve mavi çiniler de sanki masmavi işlemeli bir elbise gibi. Burada daha çok Şiiler var ziyarette. Hz. Zeyneb, bilindiği üzere Hz. Hüseynin kızkardeşi, eşini de bırakıp Kerbela yolunda ağabeyine eşlik etmiş, onun şehadetinden sonra esir edilip Şam’a getirilmiş. Kendisine konuşmaması buyurulduğu halde konuşmaktan ve Hz. Hüseyin’in davasını anlatmaktan vazgeçmemiş. Onun sesi olmuş. Bu mescide çok derin duygular hissedeceğimi umuyordum, ancak öyle olmadı, zira kapıdan itibaren ağlayanlar, ağıt yakanlar, yerleri öpenler, secde edenler beni de kızımı da rahatsız etti, mekanın sukünetine yakışmayacak şeyler oluyor, insanlar çaput bağlıyor, kilit takıyor, kafese el yüz sürüyorlardı. Tek kelimeyle tuhaftı…

Yine bu yakınlarda bir kabristan var. Duyduk ki Ali Şeraiti merhum orada defnedilmiş, yürüyoruz, buraya kadar gelmişken onu görmemek olmaz. Acaba neden burada gömülmüş diye de düşünmeden edemiyoruz. Soracak kimse yok zira mihmandarımız bu saatlerde yanımızda değil.

Akşamüzeri bütün şehri tepeden gören bir mıntıkaya çıkıyoruz, bir kahve içimi oturup ışıl ışıl bu şehri izliyoruz. Camiler, kiliseler araçlar, insanlar. Burada nüfusun yüzde altmış küsuru ancak müslüman. Bilemiyoruz Şam toprağın üstündekilerle mi altındakilerle mi bu kadar hayattar bu kadar canlı. Bir arkadaşımın selam dileğini hatırlıyorum bu tepede, “Şam-ı Şerifin meleğine selam olsun” diyorum. Şehirlerin de müekkel melekleri var elbette ve ahirette onlar güzel tarafları ile baki olacaklar.

Bütün günün yorgunluğu üzerimizde ruhumuz bedenimize zor sığarken kendimizi odalarımıza atıyoruz, uyuyor muyuz sızıyor muyuz belli değil…

Mona İSLAM

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder