BİLAD-İŞ ŞAM NOTLARI 3.
Geçmişe yolculuk…
Sabah erkenden kalktık, bu pis otelde kahvaltı etmek niyetinde
değiliz. Rehberimizin de yardımıyla buralarda hoş kahvaltı çeşitleri
bulabileceğimiz bir yer bakıyoruz. Bir küçük dükkan var ancak bugün cumartesi
ve burada tatil olduğundan herkes dışarıya kahvaltıya çıkmış, zorlukla yer
buluyoruz. İlginç yemekleri var, nohutlu humusa benzer ama içinde başka şeyler
de bulunan bir sıcak yemek geliyor, bizdeki omletlerin yerine bunu yiyorlar.
Kızarmış hellim peynirine benzer bir peynir de ilave ediyorlar yanına, ben
babamın her sabah yapa geldiği şeyi istiyorum, “FUL”.Getiriyorlar ama bu çok
yağlı ve belli ki fulün cinsi aynı değil. Bu daha çok bizim kara bakla
dediğimiz şeye benziyor, anlıyorum ki bu da ne Suudi Arabistan’da ne de
Mısır’da yenilen cins yemek değil. Yine güneyli damarım tutuyor. Zaten Mısır’da
yapılan en güzeli bile babamın sabahları pişirdiğine benzemiyordu ki. Onunki
başkaydı…
Kahvaltı sonrası arkadaşlarla Hamidiye çarşısına uzanıyoruz.
Burası bugün çok kalabalık, hafta sonu izdihamı olsa gerek. Sultan Abdülhamit
tarafından yaptırılmış bu çarşı ve İstanbul’daki Kapalı Çarşı’ya, Mısır’daki
Han el Halili Çarşısı’na, Bosna’daki Başçarşı’ya benziyor. Osmanlı her yere
aynı imzayı atmış. Bir şeye bakamıyoruz, ve en iyisi bölgenin en huzur veren
mekanı Süleymaniye Tekkesine gitmek. Burası bir külliye olmasına rağmen burada
tekke adıyla anılıyor, demek en ziyade tekkesi etkili olmuş diyoruz. Sultan
Vahdetinin ve Osmanlı Hanedanından pek çok şehzadenin hanım sultanın mezarı
burada. Bu külliye Mimar Sinan’ın acemilik dönemi eseri, ancak böyle acemiliğe
can kurban. Bahçenin bence en hoş tarafı altında ağzım kulaklarıma vararak fotoğraf
çektirdiğim portakal ağacı. Bahçe portakal ağaçları ile dolu, üzerleri
portakallarla yıkılıyor, izin alıp koparıyoruz, limon gibi ekşiler. Yine
cennette portakal ağaçları diliyorum, ama böyle ekşi olanları olmasın lütfen!
Bu dünyada her şeyde bir kusur bulunuyor değil mi?
Külliyenin ardından Emevi Camiine geliyoruz. Önce dışarıda
Selahattin Eyyubi’nin kabrini ziyaret ediyoruz, hemen yanında bir Jüpiter
tapınağı kalıntısı bulunuyor, sonradan kiliseye çevrilmiş bir tapınak burası
ancak kilise de yıkılmış, şimdi sadece yıkık taşlar görülüyor. Yan tarafında
Emevi Camii bulunuyor. Dikdörtgen şekilde yapılmış bu camii orta avlusu sarı
mermerden tam ortadaki minareye gelin minaresi deniliyor. Bir de meşhur İsa(as)
minaresi var. Hz. İsa’nın buraya ineceği umuluyor. İçeriye giriyoruz, burada
Hz. Hüseyin’in makamı bizi karşılıyor, mübarek başının konulduğu yere içimiz
sızlayarak dokunuyoruz, okuyoruz okuyoruz, ardından hemen yanında İmam Zeynel
Abidin Efendimizin namaz kılmayı adet edindikleri yer var, oraya da gidip
duaları onun ruhuna yolluyoruz. Mescid’in erkekler bölümünde, Hz.Yahya(as)’ın
kabri bulunuyor, ona da mübarek babasına verdiğim selamı veriyorum, ve “geldim
işte” diyorum. Fatihalar gönderiyorum.
Az ileride dört mihrap var, dört mezhebin imamları burada
uzun yıllar ayrı ayrı mihraplarda namaz kıldırmışlar tabileri de onlara
iktidaen kendi mihraplarında namaza durmuşlar. İleride hutbe irad edilen makam
var. Yere oturuyorum Üstad’ı Şam Hutbesini verirken hayal etmek istiyorum.
Belki de onun Alem-i İslam’ın içinde bulunduğu parçalanmışlık için deva
niyetine söylediklerinin burada söylenmiş olması tesadüf değildir, belki bu bir
işarettir. Belki ümmetin tevhidi de buradan başlayacak neden olmasın. Belki
şimdiki Türkiye Suriye yakınlaşması buna bir işarettir. Devlet binalarının
girişinde “Tesekkurler Erdogan” yazıyor. Taksi şöförleri “Erdogan İsrail’ e Ali
Osman tokadı, Maşallah”,”Türkiye Suriye nefsüşşaab”(Türkiye Suriye halkı aynı)
diye ilave ediyorlar. Suriye devleti sair Arap devletleri gibi “Arap olmayanlar
işimize karışmasın” demiyor. İnşallah her şey umut edildiği gibi gelişir…
Sonraki durağımız ibn-i Arabi türbesi. Burada da müthiş bir
manevi hava var. Sanki Şeyh ölmemiş buralarda bir yerde gizlenmiş bizi izliyor
gibi. Kabrin dibine oturuyoruz, bekliyoruz, sanki bize bir şey verecek, alıp
gideceğiz. Buradan ayrılınca Hz. Zeyneb’in türbesine yola koyuluyoruz. Bu
Şam’ın dışında taşrada muhteşem süslü bina edilmiş bir cami ve türbe, minareler
bile bir kadını andıracak biçimde dantel gibi örülmüş, kubbe altın bir
gerdanlık ve mavi çiniler de sanki masmavi işlemeli bir elbise gibi. Burada
daha çok Şiiler var ziyarette. Hz. Zeyneb, bilindiği üzere Hz. Hüseynin
kızkardeşi, eşini de bırakıp Kerbela yolunda ağabeyine eşlik etmiş, onun
şehadetinden sonra esir edilip Şam’a getirilmiş. Kendisine konuşmaması
buyurulduğu halde konuşmaktan ve Hz. Hüseyin’in davasını anlatmaktan
vazgeçmemiş. Onun sesi olmuş. Bu mescide çok derin duygular hissedeceğimi
umuyordum, ancak öyle olmadı, zira kapıdan itibaren ağlayanlar, ağıt yakanlar,
yerleri öpenler, secde edenler beni de kızımı da rahatsız etti, mekanın
sukünetine yakışmayacak şeyler oluyor, insanlar çaput bağlıyor, kilit takıyor,
kafese el yüz sürüyorlardı. Tek kelimeyle tuhaftı…
Yine bu yakınlarda bir kabristan var. Duyduk ki Ali Şeraiti
merhum orada defnedilmiş, yürüyoruz, buraya kadar gelmişken onu görmemek olmaz.
Acaba neden burada gömülmüş diye de düşünmeden edemiyoruz. Soracak kimse yok
zira mihmandarımız bu saatlerde yanımızda değil.
Akşamüzeri bütün şehri tepeden gören bir mıntıkaya
çıkıyoruz, bir kahve içimi oturup ışıl ışıl bu şehri izliyoruz. Camiler,
kiliseler araçlar, insanlar. Burada nüfusun yüzde altmış küsuru ancak müslüman.
Bilemiyoruz Şam toprağın üstündekilerle mi altındakilerle mi bu kadar hayattar
bu kadar canlı. Bir arkadaşımın selam dileğini hatırlıyorum bu tepede, “Şam-ı
Şerifin meleğine selam olsun” diyorum. Şehirlerin de müekkel melekleri var
elbette ve ahirette onlar güzel tarafları ile baki olacaklar.
Bütün günün yorgunluğu üzerimizde ruhumuz bedenimize zor
sığarken kendimizi odalarımıza atıyoruz, uyuyor muyuz sızıyor muyuz belli
değil…
Mona İSLAM
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder