BİLAD-İŞ ŞAM NOTLARI
İlk Durak Halep, Zekeriyya’nın Şehri…
Epeydir özlediğim beklediğim Suriye gezisine nihayet
çıkıyoruz. İlk durağımız Halep, kuzeyden başlayarak ülkenin belirli tüm
şehirlerine gitmeyi planlıyoruz. Halep, Gaziantep ve Hatay’dan birer saat
uzaklıkta bir şehir. İçinde oldukça fazla Türk barındırıyor. Sokakta size
Türkçe hitap eden, bir kavmiyet duygusu ile yardım eden insanlara
rastlayabiliyorsunuz bu şehirde. Nedendir bilinmez biraz bakımsız bir şehir
Halep, Gaziantep’le karşılaştırılınca arada dağlar kadar fark var denilebilir.
Toprak aynı, üzerinde yetişenler aynı, dağ taş yeryüzü şekilleri aynı, ancak
insan unsuru farklı olunca neler değişiyor anlayabiliyorsunuz burada.
Kaldığımız otel eski bir paşa konağından yahut eşraftan bir
Arap köşkünden çevrilmiş bir bina. Buralara kimileri butik otel de diyorlar.
Ortada bir fıskiyeli havuz, avlu ve sedef kakmalı koyu renk ahşap mobilyalar,
etrafta balkonlar çepeçevre uzanıyor ve buralarda orta avluya bakan odalar var,
içleri de Arap evlerine uygun döşenmiş, sade ama ince zevkli tipik Suriye iç
dekorasyonu. Bir Arap evine misafir olamadığımız için bulunanla idare edip
insanların evlerinin içlerini de hayal etmeye çalışıyoruz. Üstte bir cam kubbe
daire şeklindeki binayı çeviriyor, altta merdivenlerle inilen bir lokanta
bulunuyor, eski zamanlarda bir mutfak olarak kullanılmış ve konağın yemekleri
burada pişirilmiş belli ki. Avluda oynayan çocukları, her bir kapıdan çıkan
aile efradını hissediyorum sanki, biraz daha dinlesem birazcık daha burada kalabilsem
sanki işiteceğim, duvarların anlatacak çok şeyi var. Ben dilini bilmesem de…
Burada etrafı kendi çabamızla gezeceğiz. Oteldeki görevli
kıza azıcık Arapçamla önceden internette bakıp öğrendiğim Halep’te görülecek
yerleri soruyorum. Kendimi konuşmak için epey sıkmam, kelimeleri hafızamdan,
eskilerden, derinlerden çağırmam gerekiyor. Hala Arapça konuştuğumda babam
gözlerimin önüne geliyor, sesler gırtlağımda boğum boğum.
Sorduktan sonrası
kolay zira konuşabildiğimden daha iyi anlıyorum, anlayabildiğimden daha iyi
okuyorum. Bize bir harita üzerinden tarif ediyor kız göreceğimiz yerleri,
mıntıkaların isimlerini öğreniyorum çünkü taksi şoförüne söylemem gerekecek ve
otelin adresini de alıyorum. Görevli kıza “Hz. Zekeriya’nın kabri nerede?” diye
soruyorum. Bilmiyor, bakıyorum boynunda bir haç var, “Allah Allah!” diyorum Hristiyan’sa Hz. Zekeriya’nın kabrini
bilmesi gerekmez mi? “Ne yapalım dışarıda bir yerlerde soracağız” diye
düşünerek ayrılıyoruz otelden.
İlk gittiğimiz yer Halep Kalesi, muhteşem bir yer, tüm şehir
buradan kolaylıkla görülebiliyor. “Aslında gece çıkmak daha güzel olur” diyoruz,
ancak ışıklandırma pek de iyi değil bu kalede, dolayısıyla gece tırmanmak
akıllıca olmasa gerek. “Üstelik girişte bilet kestiklerine göre belki de
belirli bir saatte kapatılıyordur” diye düşünüyoruz. Bu kale Selahattin Eyyubi
tarafından yaptırılmış. Hala ayakta, hala güzel, hala heybetli. Bize Rumeli
Hisarını hatırlatıyor. Ortasında sonradan yapıldığı belli bir açık hava
tiyatrosu var. Demek burada da konserler veriliyor.
Bir grup ilkokul çocuğu öğretmenleriyle beraber kaleyi
gezmeye gelmişler. Etrafımızı sarıveriyorlar. Eşim on yıllık öğretmenlik
tecrübesiyle onları toparlıyor ve kızımızla birlikte bir fotoğraflarını
çekiyor. Çok meraklılar, çok sıcak kanlılar, nereli olduğumuzu soruyorlar,
söyleyince de bir soru yağmuruna tutuluyoruz, bize “hoş geldiniz” diyorlar hep
bir ağızdan. Anlıyoruz ki bildikleri birkaç Türkçe kelime var. Çocukların kimi
başörtülü, kimi baş açık, serbest kıyafet giymişler, formaları yok. Tepeye
çıkacağız, zirveye kadar “ana kaman ana kaman” diyerek onlarla yarışıyorum şaşkınlıkla
bana bakıyorlar, zira bu “Ben de ben de” ammice söylenmiş bir söz, kitaptan
öğrenilen bir şey değil, kendi çocukluğumu ve çat pat konuştuğum kuzenlerimi
hatırlıyorum, bu onlardan ve şimdi de Suudi Arabistan’da bulunan minik yeğenlerimden
öğrendiğim bir şey. Çocuk Arapçası yani. Çocuklar kendileriyle merdivenleri
koşarak çıkan ve kendileri gibi konuşan bu Türk teyzeye, “Ne biçim Türk ne
biçim teyze” der gibi gülüyorlar. Bilemiyorum onlar mı daha mutlu yoksa ben mi…
Minik arkadaşlarımdan ayrılarak, yola birlikte çıktığımız
arkadaşlarımızla Osmanlı çarşısına giriyoruz. İki aileyiz, hanımlar elbiselere,
bluzlere başörtülere bakıyoruz, erkekler ise Arapça müzikler arıyorlar. Bir şey
beğenemiyoruz çünkü Arap kadınlarının zevkleri apaçık ki bizimkine benzemiyor,
her şey abartılı bir biçimde süslü, pullu, işlemeli nakışlı. Başörtüler bile
öyle. Bakıyoruz beyler de alışveriş işini Şam’dan İstanbul’a dönüş günlerine
bırakmak istiyorlar. Zira alınanları onlar taşıyorlar. Vakit öğle de oluyor
Emevi camiine giriyoruz namaz kılacağız. Tevafuk o ki Hz. Zekeriya türbesi de
burada. Çok seviniyorum. Ben onu bulmadan o beni buluyor. Dua ediyoruz.
Oradaki hanımlar Türkiye’den geldiğimi duyunca biz nasılsa
her vakit geliyoruz edasıyla beni nezaketle ön tarafa alıyorlar. Selam
veriyorum, “geldim işte” diyorum, “sana geldim.” Bu aramızda paylaşılan bir sır
gibi, insan bir sırrı paylaştığı kimseye ne kadar yakın olur, artık ondan
kopabilir mi, bilakis ona teslim olmuştur. Elhamdülillah. Dua ediyorum
“Allah’ım bizi Zekeriya(as)’ın şefaatine nail et, berzahta da, mahşerde de,
cennette de ona dost ve yaren kıl, beni de Hz. Meryem gibi onun himayesine ve
tedrisine ver” diyorum. İşaret bekliyorum tıpkı onun gibi, işaret az sonra
geliyor. Hem nebi, hem şehid olan Hz. Zekeriya sanki konuştu konuşacak, bir şey
olacak hissediyorum.
Dışarı çıkıyoruz beylerle şadırvanda buluşuyoruz. Açız ve
nerede yemek yiyebileceğimizi soruyoruz esnaftan birilerine, bize bir lokanta
tarif ediyorlar, Halep yemeklerini buradan yememizi söylüyorlar. Adresi alıp
yürüyoruz. Bakalım bulabilecek miyiz, “Babül Ferec’e nasıl gideriz?” diye
soruyoruz, “yakın” diyorlar. Tarif ediyorlar, yürümeye devam ediyoruz.
Yanımızda hem benim kızım var hem de arkadaşımızın bebeği. Az sonra yine
soruyoruz, esnaftan adamlar yanımda iki erkek varken neden benim onlarla
konuştuğumu yadırgasalar da bir şeyler anlatıyorlar eşimin yüzüne bakarak. O ne
dediklerini anlamıyor ben birazcık tercüme ediyorum.
Tam bu sırada işaretim geliyor. Elinde satmaya çalıştığı
sakızlar olan bir küçük çocuk yanımıza yanaşıyor ve eşimi çekiştirerek, “Dayı
ben biliyorum götüreyim mi sizi?” diyor Türkçe olarak. Eşim çok seviniyor,
çocuğun başını okşuyor ve “tamam” diyor “hadi bakalım bizi oraya götür”.
Yürürken soruyoruz çocuğa Türk olduğunu ama burada doğduğunu söylüyor bize,
adını soruyoruz Zekeriya diyor. “İşte” diyorum eşime, “işaret bu, Zekeriya(as)
şimdiden bize şefaat etmeye başladı, bu tevafuk anlamsız mı?” “Bize yardım eden
çocuğun adı da Zekeriya” Herkes gülümsüyor, yeniden “elhamdülillah” diyoruz,
görmek isteyen için her yer işaretlerle ayetlerle dolu.
Epey yürüyoruz, yolda çocukla eşim sohbet ediyorlar, yol
boyunca anlıyoruz ki onların yakın kavramı ile bizimki aynı değil. Zaten halkın
tamamı epeyce zayıf, pek şişman insana rastlamıyoruz, çok zengin bir mutfakları
olmasına rağmen kilolu değiller, belli ki her yere yürüyorlar. Bebek yerinde
rahat ama annesi kale tırmanışından sonra epeyce yorgun varıyoruz menzilimize. Zekeriya’ya
yüklü bir bahşiş verip teşekkür ederek ondan ayrılıyoruz. İsmail ilave ediyor,
“Belki Hz. Zekeriya şefaat imkanını bu sadaka şartına bağlamıştır, verelim.”
İsterseniz yol sadakası, isterseniz ayakların hakkı diyelim, Zekeriya memnun
biz memnun ayrılıyoruz.
Yemek sonrası Halep sokaklarını arşınlamaya devam ediyoruz.
Ermeni mahallesine giriyoruz, burada güzel kiliseler göze çarpıyor. Ne yazık ki
kapalılar girmek istesek de giremiyoruz. Etrafta mebzul miktarda gümüşçü var,
kız kardeşimin anlattıklarından biliyorum ki Suriye’de gümüş işçiliği çok
çeşitli ve güzel, fiyatlarda ne kadar fark var bilemiyorum, belki Türkiye’den
azıcık daha ucuz olabilir. Ama zaten kendimi gümüş sevdasına kaptırmış biri
olarak işin bu tarafını umursamam ne mümkün. Çok güzel taşlar kullanıyorlar.
Mercan, yeşim, siyah inci, akik çok çeşitli gümüşlerin içinde kullanılmış. Bir madalyon ucu alıyorum. Her şeyin fiyatı
pazarlığa tabii burada, kim ne kadar tutturabilirse, blöf yapsanız bazen
inandırabiliyorsunuz bazen satıcı sizden kurnaz çıkıyor. Ama Türk olmanız
Halep’te lehinize işliyor, Türkler için birazcık daha indirim yapıyorlar.
İnsanları bekletmemek için kendimi gümüşçüler çarşısından
zor atıyorum. Bana kalsa orada saatlerce vakit geçirebilirim. Altına gelince,
burada altın da tıpkı elbiseler gibi pek bize uygun değil, kırmızıya yakın
renkte fazla şatafatlı hatta rüküş takılar yapıyorlar. Böyle bir şeyi bizim
memlekette takmaya utanırsınız. En azından benim gördüğüm kadarıyla öyle. Yoksa,
zannım o ki Türkiye’nin güneydoğusunda da kadınlar bu kadar yoğun altın
takabiliyorlar, elbette parası olanlar. Halep’te de her bir takı başlı başına
bir kuyumcu dükkanı, neredeyse hiç sade bir şey yok.
Not: Bu savaşan epey önce yapılmış bir gezinin notlarıdır. Şimdi kim bilir gezip gördüğümüz yerler ne haldedir.
Mona İSLAM
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder